15 Ağustos 2020 Cumartesi

On Üç Numara

 

 Ömerli’nin sosyal tarihiyle ilgili yazılarımdan birisinde bir Ömerli evini anlatacağımı söylemiştim. Doğal olarak bu ev, en iyi bildiğim ev olacak. Doğup Ortaokulu bitirinceye kadar yaşadığım, lise yıllarında yaz tatillerinde ailemle kaldığım, annem-babam ve kardeşlerimin yaşadığı, bu sebeple gönül bağımın devam ettiği evi anlatacağım. İsa Baba Sokak 13 numarayı...

Babam Dehud Yusuf Amed ıl-Hacci, bu evde doğmuş. Onun babası da… Bu sebeple evin aile için geçmişi önemli…

On Üç Numara'nın ömrü uzasın diye restore ediliyor.

Ömerli’de insanlar genellikle babalarına, bazen de annelerine nispet edilirler. Her ailenin bir lakabı var. Bizim aşiret Billikiler olarak bilinir. Ömerli’deki Arapların önemli bir kısmı Billiklere mensup.

Billikler, Musta’reb bir aşiret. Aslı Kürt, ama Ömerli’de Araplaşmış. Aşiretin mensup olduğumuz kolu Beyt Ḫallo… Kürtler Mala Xallo derler. Bu da aileye adını veren dedemizin adının Halil olduğunu gösteriyor. Ömerli’de isimleri kısaltmak ve lakap kullanmak yaygın bir âdet…

Büyük dedem Aḥmed ıl-Ḥacci Osmanlı Rus savaşında Ruslara esir düşmüş. Rusya’ya götürülmüş ve orada yedi yıl esir kaldıktan sonra esir mübadelesinde İstanbul’a getirilmiş. Oradan da yürüyerek Ömerli’ye dönmüş. Onun esaret ve savaş yıllarıyla ilgili anlatılan hikâyeler aile içinde efsaneleşmiş biri… Anadolu’da hemen her ailede savaş yıllarında şehit olmuş ya da esaret geçirmiş birileri vardır. Aḥmed ıl-Ḥacci’nin bir oğlu Hasankale’de şehit olmuş. Ali Dedemiz. Diğer oğlu İsmail askerlik hizmetini ifa etmek üzere gittiği Yemen’den geri dönememiş. Nasıl vefat ettiğiyle ilgili ayrıntılara vakıf değilim. Dönemin iletişim imkânlarını hesaba katarsak bilgi alınmaması normal…

Aḥmed ıl-Ḥacci’nin üçüncü erkek çocuğu olan Dedem Yusuf ise Doğu cephesinde Ruslarla savaşmış ve gazi olarak dönmüş. Söylemesi kolay… Dedemin mektubunu öğretmene okutmak için ninemin Berté [Kocakuyu] köyüne gittiği yıllar… Elbette neredeyse bir asırdır savaş görmemiş insanımız için bu anlatılanları anlamak kolay değil.

Dehud Yusuf Aḥmed ıl-Ḥacci dendiğinde. Babam, dedem ve dedemin babasının ismi zikredilmiş olur.

Evin ilk hali tek katlı taş bir bina… Tavanı beşik tonozla örtülmüş. Duvarlar sıcak ve soğuğu geçirmeyecek kalınlıkta. Doğduğum yıl üst katı inşa edilmiş. Üst kata Manẓara denir. Genellikle üst katlara bu ismin verildiğini ifade etmeliyim. Havadar olması ve manzaraya hâkim olması sebebiyle…

Ben manẓarada doğmuşum. Alt katın en arka kısmındaki büyük oda, samanlık, ortadaki iki oda ahır, öndeki iki oda ise yaşam alanı olarak kullanılmış. Ahır kısmına öndeki iki oda arasında yer alan iyvēn (eyvan) denilen yerden geçilir.

On Üç Numara'nın damının manzarası güzeldir. Akşamları ıstohtaki (evin terası) uykunun tadına doyum olmaz.

Dünyaya gözlerimi açtığımda kalabalık bir ailem vardı. Annemin benden önce iki çocuğu olmuş. Zekiye ve Ahmet. Onların ölümünden sonra dünyaya gelmişim. Ancak benden büyük ağabeylerim ve ablam var.

Annem, babamla evlendiğinde hayata dört erkek bir kız annesi olarak başlamış. Ağabeylerimin büyüğü o zaman on üç yaşında, küçüğü ise üç yaşında…

Hasine annemiz, genç yaşta altıncı çocuğuna hamileyken yirmili yaşının sonunda, göz bebeği çocuklarını bırakarak emaneti sahibine emanet etmiş. Mekânı cennet olsun.

Babam o sırada otuzlu yaşın başında… Bir anda beş çocukla ortada kalmış. Annesinin son çocuğu olduğu için küçük yaşta evlendirilmiş. Askere gitmeden çocuğu olmuş. Bu sebeple küçük yaşta omuzlarına yük binmiş biri… Tek başına arazileri işlemesi zor… Kırklı yılların ortasında ticarete başlamış ve vefat edinceye kadar elli yıl kadar ticarete devam etmiş. Arazileri çoğu zaman ortaklara vererek ektiriyordu. Bağla, bostanla ise aile bireyleri üzerlerine düşen görevi yaparak ilgileniyorlardı.

Benden sonra doğan kardeşlerimle ve torunlarla birlikte evde yaşayanların, girip çıkanların sayısı bazen yirmiyi buluyordu.

Bu odada uzun kış gecelerinde babamın anlattığı ve dizi halinde günlerce devam eden, güncel konularla zenginleştirilmiş masallarını dinlerdik. Ne güzel günlerdi...

Kalabalık bir evde yaşamak büyük bir avantaj. Çünkü sizden büyük olanların birikimlerinden yararlanıyorsunuz. Birçok öğretmeniniz oluyor farkında olmadan… Kardeşlerinizle oda kavgası yapma şansınız yok ama… Zaten bir odayı dört beş kişi paylaşmak zorundasınız.

Evin avlusunda olmazsa olmaz müştemilat içinde tandırı zikretmek gerekir. Ömerli’de tandırlar yerin altında değil, yerin üstündedir. Mardin bölgesinde böyle… Dolayısıyla ekmeği kadınlar ayakta pişiriyorlar. Hamurun yoğrulması, mayalanması için bir süre bekletilmesi ve reğîf denen yuvarlak ve kalınca ekmekler halinde pişirilmesi büyük emek istiyor. Buğdayın evden rıḥâya (değirmen) gitmesi, öğütüldükten sonra un eleğiyle (ğırbél) elenmesi de hesaba katılırsa ciddi bir emek var ekmekte… Anneler ekmek pişirirken çocukları mutlu etmek için onlara ka‘ké pişirirler. Küçük ekmek… Çocuğa ekmek yedirmeyi oyun haline getiren bir ayrıntı… Hatta ka‘ké bazen bebek şeklinde dahi pişirilerek işe sanatsal bir boyut katılır. Tandırdan yeni çıkmış ekmeğin için yayıktan çıkarılan zıbdé (zübde) koyduğunuzda yağın erimesiyle çıkan raihayı tarif etmek zor. Tandırdan yeni çıkan ekmek kokar haliyle… Komşulara birer reğîf göndermek adettendir. Hele hele komşularda hamile bir kadın varsa, canı çekebilir diye bir görevdir bu…

Ömerli'ye yolunuz düşerse tandır ekmeğini mutlaka tatmalısınız. Tabii taze ise tadı başka... Ömerli'nin ıḫbeyzı’s-soku yani çarşıdaki pide fırınlarında meşe odununda pişen ekmeği de çok lezzetlidir. Çocukluğumuzda bu ekmek bize bugün yediğimiz en kaliteli pastadan daha lezzetli gelirdi.

Kalabalık bir aileye yemek pişirmek, evi idare etmek, temizliğini yapmak kolay değildir. Kendimi bildim bileli annem olağanüstü bir gayretle sabahtan akşama kadar çalışır, evinin işlerini yapardı. Bunun içinde evin ihtiyacı olan suyun cıblerden (sarnıçlar) taşınması da var. Her gün ihtiyaç duyulan suyun taşınması büyük bir özveri… Ömerli’nin en büyük sorunu su sorunu… Galiba ortaokul yıllarında su şebekesi çekildi, ama ḥanefiyyéden (musluk) suyun aktığını uzun yıllar görmedik. Belki ilk zamanlarda bir iki defa…

Merhum babam ilerleyen yıllarda su sorununa bir çözüm bulmak için avluda bir sarnıç kazdırmaya karar verdi. Ancak kaya o kadar sertti ki tuttuğu işçiler ilerleyemediler ve bu plandan vazgeçildi. Nihayet betondan bir sarnıç inşa edildi. Damlardaki yağmur suyu toplanarak su ihtiyacı önemli ölçüde karşılanır oldu. Yazın su tükendiğinde belediyeden tankerlerle su satın alınarak bu sorun aşılmaya çalışıldı. Bugün durum nispeten iyi olsa da Ömerli’de su sorununa henüz kalıcı bir çözüm üretilebildiğini söylemek zor.

Çamaşır günü onlarca bidon dolu olarak hazırlanırdı. O gün evden takriben bir kilometre uzakta, baydarlarda (harman yerilerinde) ve amcamın tarlasının kenarındaki sarnıcımızdan (cıb) daha fazla su taşınırdı su getirirdi. Bu suyun, toprakta açılan arklardan akıtılan yağmur suyu olduğunu da söyleyeyim. Doğal olarak bir süre sonra suda kırmızı kurtçuklar oluşurdu. Bunları tülbentle süzer, kullanırdık. Genellikle bu sarnıçtaki suyu içmek için kullanmazdık. Onun için amcamın kaya olan harman yerinden toplandığı için topraktan geçmediğinden kurtlanmayan sarnıçtan içme suyunu alırdık.

Çamaşır yıkama günü verdikleri emek sebebiyle annelerin ayaklarının altını öpsek yeridir. Bir taraftan su ısıtılır, diğer taraftan beyazlar odun külünün elenmesi suretiyle elde edilen temizleyicinin karıştırıldığı suda kaynatılır, öte yandan kirli çamaşırların temizlenmesi için ıslatılarak ḫaboṭlarla (tokaçlar) dövülmesi ciddi bir emekti.

Kalabalık ailede sorumluluk erken başlar. Ailenin her bireyinin sorumlulukları vardır. Her bireyin yapabilecekleri işler mutlaka olur. Bunları ne zaman öğrendiğinizi hatırlamazsınız. Öğrenme, yaşamın akışı içinde devam eder. Küçük kardeşlerle büyükler ilgilenir. Onları sallarlar, sırtlarında taşırlar seḥeye (sokağa, meydana) götürürler. Yemeklerini yedirirler. Birkaç yaşındaki çocuk kuzuları otlatır, yaşı biraz büyüyünce koyunları otlatmaya götürür. Uygun yaşa gelince, eşeğe yüklenen odunu ya da üzümü eve götürür. Yükü evdekilerin yardımıyla indirdikten sonra eşeğe binerek kendisini bekleyen ebeveynin veya büyük kardeşlerinin yanına gider. O yaşlardaki çocuğun yaptığı işleri şimdiki üniversite mezunu çocuklara emanet edemiyor ebeveynler…

Mesela küçük bir çocukken eşeğe yüklenen bir yük buğdayı Rıḥât Beyt Fıro’ya (Fıroların Değirmeni) götürüyordum. Yükü indirmem ya da yüklemem mümkün değildi. Değermenin sahibi Dehud Fıro yükü indirir, buğdayı öğütür, ardından da unu eşeğe yükler, urganla sıkıca bağlardı. Ben de eşeğe binerek unu eve götürürdüm.

Ot biçmek, otun kışın hayvanlar için saklanması amacıyla ıftil (büklüm) haline getirilmesi için megzunla (orak) çevrilmesi çocukların üstesinden gelebilecekleri eğlenceli işlerdi.

Esnaf çocuğu olduğumuz halde zamanımızı çarşıda geçirmemiz uygun görülmezdi. Çünkü çarşıda gezen çocukların yüzsüzleştikleri düşünülürdü. Bu sebeple çarşıya ancak annem bir şey istemişse gidebilirdik. Diğer zamanlarımızı sokakta yaşıtlarımızla oynayarak geçirirdik.

Hatırlıyorum da o zaman gün ne kadar uzundu? Güneş doğarken uyanırdık, batarken de gözlerimiz ağırlaşmaya başlardı. Akşam ezanından önce mutlaka evde olmamız, akşam yemeğini aileyle birlikte yememiz gerekiyordu. Bir defasında akşam ezanından sonraya kaldığım için iyi bir dayak yediğimi hatırlıyorum. Bana iyi bir ders olmuştu ama…

Onu üç numarada yaşayanların kalabalık olduğunu söyledim. Annem babam ve halam, ağabeyler, ablalar, kardeşler… Kalabalık bir aile… Yengeler, damatlar, yeğenler… Her geçen gün nüfusun arttığı bir evden söz ediyorum.

Babamın bu kalabalık içinde 73 yaşında vefat ettiğinde torunlarının çocuklarını gördüğünü söylemeliyim. Son çocuğu ile büyük torunu arasında neredeyse on beş yaş vardı. Küçük amcalar, büyük torunlar, bu eve geldiklerinde kendilerine ait bir şeyler görürlerdi.

Geçen babamın torunlarından biri on üç numara için hatırladıklarını yazdı bana. Babam vefat ettiğinde beş-altı yaşlarındaydı. Şöyle diyor yeğenim Hüseyin:

“Çocukluğumuzun hepsi her anı o evde geçti. Allah vefat eden dedeme rahmet etsin. Her zaman bizim için cebinde şeker, sakız olurdu. Rahmetli dedem sarnıcı temizlemek için belime halat bağlar beni sarnıca sarkıtır içinde biriken çamurlu suları ḳâduleye (suyun çekildiği ucuna ip bağlanmış bir teneke ya da kova) doldururdum. Onlar da yukardan çekerlerdi. O sarnıca girmenin gururu ve sevincini asla ama asla bizden sonraki nesil anlayamayacaktır. Ninemin tandırda ekmek yaparken bizlere soğanlı ka‘ké yapması, o anı beklemek anlatılmaz, yaşanır. Üzümleri çuvala doldurmak o üzümleri sıkarken çıkan üzüm suyunu seyretmek çok güzeldi.”

On üç numarada yaşayan, o evle ilgisi olan herkesin anlatacak çok şeyi var. On üç numara hayattır.

4 yorum:

  1. Çok güzel anılar...Okurken yaşadım sanki. O mis kokulu ekmekten canım istedi valla ☺️

    YanıtlaSil
  2. Dehudun bir anlamı var mı Hocam? Kelimeler bizim Siirt Arapçasına benziyor. Biz değirmene rıhhan deriz. Bir çok kelime ortak.

    YanıtlaSil
  3. Dehudun bir anlamı var mı Hocam.Kelimelerin bazısı bizim Siirt Arapçasına ortak ama biz değirmene rıhhan diyoruz, Sarnıç bizde sahriç olmuş.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hocam, Davud isminin mahalli telaffuzu... Hz.Davud Peygamber'in adına nispetle verilmiş. Sarnıca bizde sehric deriz. Siirt Arapçası ile Mardin Arapçası yakın birbirine üstadım. Muhtemelen kabilelerin bir kısmının kökeni aynı.

      Sil

Yazarlar