Prof. Dr. Mehmet Azimli
İlmi
Hayatı
Günaltay,
yoğun siyasi hayatı yanında ilmi hayatını da devam ettirdi. Darülfünun İlahiyat
Fakültesi Dîn-i İslam tarihi ve fıkıh tarihi müderrisliğinin yanı sıra fakülte
sekreterliği ve daha sonra aynı fakültenin dekanlığını yaptı. 1914’te
Darülfünun’daki ıslahat çalışmaları sırasında Edebiyat Fakültesi Türk tarihi ve
İslam kavimleri tarihi profesörü,
1915’te Darülfünun Edebiyat Fakültesi medeniyet tarihi, 1917’de
Süleymaniye Medresesi dinler tarihi, 1919’da Darülfünun Edebiyat Fakültesi
İslam kavimleri tarihi ve Süleymaniye Medresesi İslam felsefesi
müderrisliklerine tayin edildi. 1922 yılında Şer’iyye Vekâleti Tedkîkat ve
Te’lîfat Heyeti âzası oldu.
Günaltay,
dine karşı yükselen tepkilere karşı Tarih-i Edyanı yazmış ve dine gerek
duyulduğunu vurgulamıştır. O, fen ve
tabii ilimler öğrenimi gördüğü halde Cumhuriyet devrinde daha çok tarihçi
yönüyle tanınmıştır; eserleri ve konferansları da genellikle tarih üzerinedir.
Tarihçiliğe Ziya Gökalp’la tanıştıktan sonra başlamış ve onun fikirlerinden
etkilenmiştir. Batılı tarihçilerin metotlarını incelemiş, onların yorum
getirerek tenkitli tarih yazdıklarını, buna karşılık İslam tarihçilerinin
doğrudan doğruya olayları vermekle yetindiklerini, yorum ve değerlendirmeleri
okuyucuya bıraktıklarını, bu bakımdan Müslüman müelliflerce yazılan tarih
kaynaklarının daha sağlam ve güvenilir olduğunu söylemiş, Batılı tarihçilerin
İslam tarihçileri hakkındaki iddia ve ithamlarını reddetmiştir. Güçlü birikimi ile İslam Tarihi öncesi ve sonrasını
çok güzel yorumlarla izah etmiştir.
Günaltay,
1941 yılından itibaren vefat tarihi olan 1961’e kadar Türk Tarih Kurumu
başkanlığını yapmış, tarih kongrelerine katılmış; tebliğler sunmuş, Türk Tarih
Tezi’nin geliştirilmesinde ve resmi tarih kitaplarının yazılmasında etkin
görevler almıştır. Ayrıca İstanbul
Üniversitesi tarafından tarih profesörlüğü ve ordinaryüs profesörlüğe
getirilmiştir. Bu kurumun Osmanlı Dönemi’nde kadim bir geçmişinin bulunmaması
onun bu kurumun adeta sıfırdan inşa edilmesinde büyük katkısı
bulunmaktadır.
Türk
Ansiklopedisinde de müşavir ve yazar olarak çalışan Günaltay’ın Darülfünun
İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya
Fakültesi Dergisi, Türk Tarih Kurumu Belleten, Düşünce ve İslam dergilerinde de
pek çok makalesi yayımlanmıştır.
İslam
düşüncesi ve tarihi üzerine birçok yayını bulunan Günaltay, 1327’den (1909)
itibaren Sırat-ı Müstakim ve daha sonra Sebîlürreşâd’da çıkan makaleleri ve
neşrettiği kitaplarıyla zamanın modernist İslamcıları arasında yer almıştır.
Onun fikrî şahsiyetinin gelişimi üzerinde, içinde yaşadığı olayların ve
yetiştiği dönemin büyük etkisi vardır. Günaltay, Meşrutiyet döneminde
İslamcı-İttihatçı; mütarekeden sonra İttihat ve Terakki’yi yargılayan
komisyonda; Cumhuriyet’in ilk yıllarında Cumhuriyetçi, 1960 ihtilalinde
oluşturulan Kurucu Meclis üyesi, ihtilalden sonra CHP’nin İstanbul Senatörü
olmuştur. Onun tüm bu görevleri bir potada toplayabilmesi oldukça ilginç bir
durumdur. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde ilim ve siyaseti
birlikte yürütürken, günün şartları gereği düşüncelerinde ve siyasî
faaliyetlerinde farklı anlayışlar görüldüğü düşünülmektedir. Buna Meclis-i
Meb’ûsan’da Dârü’l-hikmeti’l-İslamiyye kanunu görüşülürken din, ahlâk,
eğitim-öğretim ve dinî yayınlar konusunda İslam’a uygun olan ve milletvekillerinden
büyük destek gören tezleri savunurken, başbakanlığı sırasında Türk Ceza
Kanunu’nun 163. maddesindeki ünlü değişikliğin yapılmasına sebep olması örnek
gösterilir. Günaltay bu dönemde yaptığı
konuşmayı önemine binaen aktarmak istiyoruz:
Laik
bir devletin, laik meclisinde hiçbir dini esas hakkında hiçbir ferdin konuşma
hakkı yoktur. Biz burada din kurucu bir heyet değiliz. Devletin siyasi, idari,
iktisadi ve kültürel esaslarını ve milletin müdafaası vasıtalarını düşünmek ve
nizamlamakla mükellefiz. Her dinin esası üzerinde konuşmak, o dinin ilim
adamlarına aittir. Bizim kuracağımız İlahiyat fakültesinden yetişen gençler
memleketin ihtiyacı ne ise, ona göre bir veche verirler. Biz burada bu
meselelerde fazla konuşmak hakkına sahip değiliz... Yalnız Diyanet İşleri
Başkanı’nın cevap vereceği mevzu üzerinde, mesul hükümet reisi sıfatıyla ben
cevap vereceğim. Bizim memlekette herkes hürdür, hür olan bir memlekette
yaşayan insanların akidelerine tecavüz etmek, hiçbir vatandaşın hakkı değildir.
Herkes kendi kanaati ile kalır. Biz falan mezhebin adamıdır veya falan dine
mensup diye kimse üzerinde bir hüküm yürütemeyiz ve kendisini ne için bu
inanıştasın diye mesul tutamayız.
Günaltay,
yaşadığı çağın gerekliliklerine uyum sağlayabilmek için İslam kaynaklarında
temel aramaya çalışmış, içtihat kapısının kapandığı yolundaki kanaate şiddetle
karşı çıkmış, bu kanaatin İslam dünyasının gelişmesine engel teşkil ettiğini
ileri sürmüştür. Aynı zamanda Gazâlî’yi
İslam felsefesinin gelişmesini engellemekle suçlamış, tasavvuf mensuplarını,
din adamlarını, tekke ve medreseleri eleştirmiş, İslamiyet’in akılcı bir din
olduğunu, müspet ilimlere ağırlık verdiğini, Müslümanların geri kalmasından
İslamiyet’in değil, bu kurumların sorumlu tutulması gerektiğini savunmuştur. Akıl ile nakil çatışırsa akli delilin tercihi
ve nakli delilin ise tevilinin İslam’ın esasından olduğunu savunmuştur. Ayrıca
Tanzimat aydınlarının radikal tavırlarıyla Türk toplumuna zarar verdiklerini,
cahil gericilerle cahil ilericiler arasında fark bulunmadığını ifade etmiştir.
Onun felsefi birikimi de yazdığı eserlerde kendini göstermektedir.
Onun
hayatı Batı’daki fikri hareketlerin Osmanlı’yı yoğun olarak sardığı bir
dönemdir. Dinin yerini ilmin alması gerektiği savunulmaktadır. Günaltay, bu
dönemde İslam’ın gelişmeye mani olmadığını savunanlardandır. Bu sebeple
Zulmetten Nura adlı eserini kaleme almıştır. Milleti geri bırakanın İslam
değil, yanlış anlayan Müslümanlar olduğunu, İslam medeniyetinin hakiki âmil ve
müessirlerini tayin etmenin ilmî bir vazife olduğunu, belirtiyordu.
Onda
ittihatçılığından gelen kuvvetli bir Batı karşıtlığı bulunmaktadır. Batı’yı iyi
bilen biri olarak İslam’ı sürekli barbarlıkla suçlayan ve Müslümanlara
medeniyet dersi vermeye çalışan Batı’nın haçlı zihniyeti ve sömürgeci tavrını
sorgular. Günaltay, gelişmiş Avrupa’nın Şarka insanlık dersi veren ve bu
hususta Müslümanları insafsızca, haksız ithamlar altında bırakan basın-yayın
organlarının, kanlı haydutların zulümlerini, zafer destanı şeklinde
vasıflandırmaktan haya etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Gerçekten, içinde
bulunduğumuz asrın başında ve sonunda Batı Uygarlığı’nın Doğu’ya, özellikle
Müslümanlara karşı izlediği politikada büyük değişiklik olmamıştır.
Balkanlarda, Orta Doğu’da ve Afrika’da Avrupalı devletlerin plan ve
projelerinin günümüzde de daha gelişmiş metotlarla devam ettiği görülmektedir.
Günaltay,
Batılıların yapmış olduğu tahrifleri ve iftiraları, ilmi metotlarla çalışmak
suretiyle, zekaları çemberleyen fikir kapitülasyonlarından uzaklaşarak boşa
çıkarılacağına işaret etmiştir. Bunun için de Türk çocuklarının sahip olması
gerekli olan ilmi metodun tahrifleri, vesikalara ve belgelere dayanarak
sonuçsuz bırakmak olduğunu; bu yöntemle de peşin fikirlerin isnatların
haksızlık ve iftiraların ortadan kalkacağını savunmuştur. Ona göre, bunları
yapabilmek için öncelikle “höyükleri kazarak, mezarları deşerek tarihten önceki
zamanları aydınlatacak eserleri meydana çıkarmak” gerekmektedir. Diğer taraftan
kitabeleri derleyerek, arşivleri didikleyerek yerli ve yabancı kütüphanelerde
tarihimizle ilgili vesikalar toplayarak yazılı devirleri aydınlatmak lazımdır.
Günaltay, Büyük Türk Tarihi’nin ortaya çıkarılması için, öncelikle yukarıda
zikredilen faaliyetlerin yapılmasının gerekliliğini belirtmiştir. Günaltay’ın
ilmi şahsiyetinde “ilim ve fende çağdaş uygarlığı benimsemek” düşüncesi
yatmaktadır. Onun Batılılara karşı
verdiği bu mücadeleye rağmen içerde “Afgani’nin meddahı” şeklinde
yaftalamalardan kurtulamamıştır.
1937’de
Dolmabahçe sarayında, milletlerarası bir mahiyet arzeden, ikinci Türk Tarih
Kongresi toplandığı zaman, Günaltay’ın, Türk tarihinin diğer mühim bir problemi
üzerinde, “İslam dünyasının inhitatı sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?” konusu
hakkında bir tebliğ sunduğunu görüyoruz. O, bu tetkikinde “IX ve X. yüzyıllarda
İslam dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketinin Selçuk
Türklerinin Ön-Asyayı istilâ etmeleri neticesinde durmuş ve bu hal İslam
dünyasının umumî inhitatına sebep olmuştur.” yolunda ileri sürülen görüşü
tahlil ve tenkit etmekte, tarihî vakıaların bilâkis tamamen bunun aksini ispat
ettiğini göstermektedir: “Selçuk Türkleri Yakın-şarka gelmekle, bu bölgedeki
anarşik devir son bulmuş, kurulan geniş imparatorluk dahilinde emniyet ve
asayiş teessüs etmiş, halkı ezen haksızlıklar zulümler ortadan kaldırılmış ve
bu hal, ticaretin inkişafına yol açtığı gibi, Doğu ile Batı arasındaki eski
ipek ticareti yolu yeniden işlemeye başlamıştı. Bütün din ve mezheplere karşı
tarafsızca ve müsamahalı hareket etmek karakterinde bulunan Türkler mezhep
kavgalarına da son vererek inanç ve vicdan hürriyetinin Türkistan’dan Akdeniz’e
kadar uzanan geniş sahada hükümran olmasını sağlamıştı. Eğer Türkler İslam
camiasına girmemiş olsalardı, İslam medeniyeti vücut bulmaz, o derece inkişaf
etmez, o derece geniş iklimlere dağılmazdı. Türkler neticesinde görüyoruz ki
Ebu Müslim ihtilâlinin iktidar mevkiine getirdiği Toharistan, Horasan,
Maveraünnehir Türkleri İslam heyeti içtimaiyesi üzerinde nafiz bir rol oynamaya
başladıkları andan itibaren fen, sanat, hukuk, dinî telâkki sahalarının her
birinde feyizli bir hareket başlamış, neticede İslam medeniyeti denilen büyük
medeniyet vücut bulmuştur. Emevîler devri nihayetine kadar İslam camiasını
kaplayan fikrî durgunluğun, Türklerin hâkim bir vaziyette bu camiaya
girmelerini müteakip feyizli bir harekete inkılâp etmesi sebepsiz değildir.”[1]
0 yorum:
Yorum Gönder