3 Temmuz 2017 Pazartesi

İlahiyatçı Bir Başbakan-II

 Prof. Dr. Mehmet Azimli
İlmi Hayatı
Günaltay, yoğun siyasi hayatı yanında ilmi hayatını da devam ettirdi. Darülfünun İlahiyat Fakültesi Dîn-i İslam tarihi ve fıkıh tarihi müderrisliğinin yanı sıra fakülte sekreterliği ve daha sonra aynı fakültenin dekanlığını yaptı. 1914’te Darülfünun’daki ıslahat çalışmaları sırasında Edebiyat Fakültesi Türk tarihi ve İslam kavimleri tarihi profesörü,  1915’te Darülfünun Edebiyat Fakültesi medeniyet tarihi, 1917’de Süleymaniye Medresesi dinler tarihi, 1919’da Darülfünun Edebiyat Fakültesi İslam kavimleri tarihi ve Süleymaniye Medresesi İslam felsefesi müderrisliklerine tayin edildi. 1922 yılında Şer’iyye Vekâleti Tedkîkat ve Te’lîfat Heyeti âzası oldu.
Günaltay, dine karşı yükselen tepkilere karşı Tarih-i Edyanı yazmış ve dine gerek duyulduğunu vurgulamıştır.  O, fen ve tabii ilimler öğrenimi gördüğü halde Cumhuriyet devrinde daha çok tarihçi yönüyle tanınmıştır; eserleri ve konferansları da genellikle tarih üzerinedir. Tarihçiliğe Ziya Gökalp’la tanıştıktan sonra başlamış ve onun fikirlerinden etkilenmiştir. Batılı tarihçilerin metotlarını incelemiş, onların yorum getirerek tenkitli tarih yazdıklarını, buna karşılık İslam tarihçilerinin doğrudan doğruya olayları vermekle yetindiklerini, yorum ve değerlendirmeleri okuyucuya bıraktıklarını, bu bakımdan Müslüman müelliflerce yazılan tarih kaynaklarının daha sağlam ve güvenilir olduğunu söylemiş, Batılı tarihçilerin İslam tarihçileri hakkındaki iddia ve ithamlarını reddetmiştir.  Güçlü birikimi ile İslam Tarihi öncesi ve sonrasını çok güzel yorumlarla izah etmiştir.
Günaltay, 1941 yılından itibaren vefat tarihi olan 1961’e kadar Türk Tarih Kurumu başkanlığını yapmış, tarih kongrelerine katılmış; tebliğler sunmuş, Türk Tarih Tezi’nin geliştirilmesinde ve resmi tarih kitaplarının yazılmasında etkin görevler almıştır.  Ayrıca İstanbul Üniversitesi tarafından tarih profesörlüğü ve ordinaryüs profesörlüğe getirilmiştir. Bu kurumun Osmanlı Dönemi’nde kadim bir geçmişinin bulunmaması onun bu kurumun adeta sıfırdan inşa edilmesinde büyük katkısı bulunmaktadır. 
Türk Ansiklopedisinde de müşavir ve yazar olarak çalışan Günaltay’ın Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Türk Tarih Kurumu Belleten, Düşünce ve İslam dergilerinde de pek çok makalesi yayımlanmıştır.
İslam düşüncesi ve tarihi üzerine birçok yayını bulunan Günaltay, 1327’den (1909) itibaren Sırat-ı Müstakim ve daha sonra Sebîlürreşâd’da çıkan makaleleri ve neşrettiği kitaplarıyla zamanın modernist İslamcıları arasında yer almıştır. Onun fikrî şahsiyetinin gelişimi üzerinde, içinde yaşadığı olayların ve yetiştiği dönemin büyük etkisi vardır. Günaltay, Meşrutiyet döneminde İslamcı-İttihatçı; mütarekeden sonra İttihat ve Terakki’yi yargılayan komisyonda; Cumhuriyet’in ilk yıllarında Cumhuriyetçi, 1960 ihtilalinde oluşturulan Kurucu Meclis üyesi, ihtilalden sonra CHP’nin İstanbul Senatörü olmuştur. Onun tüm bu görevleri bir potada toplayabilmesi oldukça ilginç bir durumdur. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde ilim ve siyaseti birlikte yürütürken, günün şartları gereği düşüncelerinde ve siyasî faaliyetlerinde farklı anlayışlar görüldüğü düşünülmektedir. Buna Meclis-i Meb’ûsan’da Dârü’l-hikmeti’l-İslamiyye kanunu görüşülürken din, ahlâk, eğitim-öğretim ve dinî yayınlar konusunda İslam’a uygun olan ve milletvekillerinden büyük destek gören tezleri savunurken, başbakanlığı sırasında Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesindeki ünlü değişikliğin yapılmasına sebep olması örnek gösterilir.  Günaltay bu dönemde yaptığı konuşmayı önemine binaen aktarmak istiyoruz:
Laik bir devletin, laik meclisinde hiçbir dini esas hakkında hiçbir ferdin konuşma hakkı yoktur. Biz burada din kurucu bir heyet değiliz. Devletin siyasi, idari, iktisadi ve kültürel esaslarını ve milletin müdafaası vasıtalarını düşünmek ve nizamlamakla mükellefiz. Her dinin esası üzerinde konuşmak, o dinin ilim adamlarına aittir. Bizim kuracağımız İlahiyat fakültesinden yetişen gençler memleketin ihtiyacı ne ise, ona göre bir veche verirler. Biz burada bu meselelerde fazla konuşmak hakkına sahip değiliz... Yalnız Diyanet İşleri Başkanı’nın cevap vereceği mevzu üzerinde, mesul hükümet reisi sıfatıyla ben cevap vereceğim. Bizim memlekette herkes hürdür, hür olan bir memlekette yaşayan insanların akidelerine tecavüz etmek, hiçbir vatandaşın hakkı değildir. Herkes kendi kanaati ile kalır. Biz falan mezhebin adamıdır veya falan dine mensup diye kimse üzerinde bir hüküm yürütemeyiz ve kendisini ne için bu inanıştasın diye mesul tutamayız.
Günaltay, yaşadığı çağın gerekliliklerine uyum sağlayabilmek için İslam kaynaklarında temel aramaya çalışmış, içtihat kapısının kapandığı yolundaki kanaate şiddetle karşı çıkmış, bu kanaatin İslam dünyasının gelişmesine engel teşkil ettiğini ileri sürmüştür.  Aynı zamanda Gazâlî’yi İslam felsefesinin gelişmesini engellemekle suçlamış, tasavvuf mensuplarını, din adamlarını, tekke ve medreseleri eleştirmiş, İslamiyet’in akılcı bir din olduğunu, müspet ilimlere ağırlık verdiğini, Müslümanların geri kalmasından İslamiyet’in değil, bu kurumların sorumlu tutulması gerektiğini savunmuştur.  Akıl ile nakil çatışırsa akli delilin tercihi ve nakli delilin ise tevilinin İslam’ın esasından olduğunu savunmuştur. Ayrıca Tanzimat aydınlarının radikal tavırlarıyla Türk toplumuna zarar verdiklerini, cahil gericilerle cahil ilericiler arasında fark bulunmadığını ifade etmiştir. Onun felsefi birikimi de yazdığı eserlerde kendini göstermektedir. 
Onun hayatı Batı’daki fikri hareketlerin Osmanlı’yı yoğun olarak sardığı bir dönemdir. Dinin yerini ilmin alması gerektiği savunulmaktadır. Günaltay, bu dönemde İslam’ın gelişmeye mani olmadığını savunanlardandır. Bu sebeple Zulmetten Nura adlı eserini kaleme almıştır. Milleti geri bırakanın İslam değil, yanlış anlayan Müslümanlar olduğunu, İslam medeniyetinin hakiki âmil ve müessirlerini tayin etmenin ilmî bir vazife olduğunu, belirtiyordu. 
Onda ittihatçılığından gelen kuvvetli bir Batı karşıtlığı bulunmaktadır. Batı’yı iyi bilen biri olarak İslam’ı sürekli barbarlıkla suçlayan ve Müslümanlara medeniyet dersi vermeye çalışan Batı’nın haçlı zihniyeti ve sömürgeci tavrını sorgular. Günaltay, gelişmiş Avrupa’nın Şarka insanlık dersi veren ve bu hususta Müslümanları insafsızca, haksız ithamlar altında bırakan basın-yayın organlarının, kanlı haydutların zulümlerini, zafer destanı şeklinde vasıflandırmaktan haya etmeleri gerektiğini belirtmiştir. Gerçekten, içinde bulunduğumuz asrın başında ve sonunda Batı Uygarlığı’nın Doğu’ya, özellikle Müslümanlara karşı izlediği politikada büyük değişiklik olmamıştır. Balkanlarda, Orta Doğu’da ve Afrika’da Avrupalı devletlerin plan ve projelerinin günümüzde de daha gelişmiş metotlarla devam ettiği görülmektedir.
Günaltay, Batılıların yapmış olduğu tahrifleri ve iftiraları, ilmi metotlarla çalışmak suretiyle, zekaları çemberleyen fikir kapitülasyonlarından uzaklaşarak boşa çıkarılacağına işaret etmiştir. Bunun için de Türk çocuklarının sahip olması gerekli olan ilmi metodun tahrifleri, vesikalara ve belgelere dayanarak sonuçsuz bırakmak olduğunu; bu yöntemle de peşin fikirlerin isnatların haksızlık ve iftiraların ortadan kalkacağını savunmuştur. Ona göre, bunları yapabilmek için öncelikle “höyükleri kazarak, mezarları deşerek tarihten önceki zamanları aydınlatacak eserleri meydana çıkarmak” gerekmektedir. Diğer taraftan kitabeleri derleyerek, arşivleri didikleyerek yerli ve yabancı kütüphanelerde tarihimizle ilgili vesikalar toplayarak yazılı devirleri aydınlatmak lazımdır. Günaltay, Büyük Türk Tarihi’nin ortaya çıkarılması için, öncelikle yukarıda zikredilen faaliyetlerin yapılmasının gerekliliğini belirtmiştir. Günaltay’ın ilmi şahsiyetinde “ilim ve fende çağdaş uygarlığı benimsemek” düşüncesi yatmaktadır.  Onun Batılılara karşı verdiği bu mücadeleye rağmen içerde “Afgani’nin meddahı” şeklinde yaftalamalardan kurtulamamıştır.
1937’de Dolmabahçe sarayında, milletlerarası bir mahiyet arzeden, ikinci Türk Tarih Kongresi toplandığı zaman, Günaltay’ın, Türk tarihinin diğer mühim bir problemi üzerinde, “İslam dünyasının inhitatı sebebi Selçuk İstilâsı mıdır?” konusu hakkında bir tebliğ sunduğunu görüyoruz. O, bu tetkikinde “IX ve X. yüzyıllarda İslam dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketinin Selçuk Türklerinin Ön-Asyayı istilâ etmeleri neticesinde durmuş ve bu hal İslam dünyasının umumî inhitatına sebep olmuştur.” yolunda ileri sürülen görüşü tahlil ve tenkit etmekte, tarihî vakıaların bilâkis tamamen bunun aksini ispat ettiğini göstermektedir: “Selçuk Türkleri Yakın-şarka gelmekle, bu bölgedeki anarşik devir son bulmuş, kurulan geniş imparatorluk dahilinde emniyet ve asayiş teessüs etmiş, halkı ezen haksızlıklar zulümler ortadan kaldırılmış ve bu hal, ticaretin inkişafına yol açtığı gibi, Doğu ile Batı arasındaki eski ipek ticareti yolu yeniden işlemeye başlamıştı. Bütün din ve mezheplere karşı tarafsızca ve müsamahalı hareket etmek karakterinde bulunan Türkler mezhep kavgalarına da son vererek inanç ve vicdan hürriyetinin Türkistan’dan Akdeniz’e kadar uzanan geniş sahada hükümran olmasını sağlamıştı. Eğer Türkler İslam camiasına girmemiş olsalardı, İslam medeniyeti vücut bulmaz, o derece inkişaf etmez, o derece geniş iklimlere dağılmazdı. Türkler neticesinde görüyoruz ki Ebu Müslim ihtilâlinin iktidar mevkiine getirdiği Toharistan, Horasan, Maveraünnehir Türkleri İslam heyeti içtimaiyesi üzerinde nafiz bir rol oynamaya başladıkları andan itibaren fen, sanat, hukuk, dinî telâkki sahalarının her birinde feyizli bir hareket başlamış, neticede İslam medeniyeti denilen büyük medeniyet vücut bulmuştur. Emevîler devri nihayetine kadar İslam camiasını kaplayan fikrî durgunluğun, Türklerin hâkim bir vaziyette bu camiaya girmelerini müteakip feyizli bir harekete inkılâp etmesi sebepsiz değildir.”[1]





[1] Kaynaklar için bakz. Mehmet Azimli, Tarih Okumaları, Ankara 2013.  

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar