18 Temmuz 2017 Salı

Mekkeli Müşriklerin İslamiyete Karşı Çıkmalarında Etkili Olan Faktörler ( I )

 Edip Akyol
GİRİŞ
İslam daveti Rasulullah’ın hayatında, peygamberliğinden vefatına kadar, bazı devreler geçirmiştir. Ancak bizi ilgilendiren yönüyle ilk iki devresini ele alacağız.
   1-    Gizli davet: üç yıl devam etmiştir.
  2-    Açıktan davet ( Alenî davet) : Savaş olmadan yalnızca dil ile açıktan yapılan bu davet hicrete kadar devam etmiştir.[1]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in nübüvvetini üçüncü yılından itibaren alenî (açıktan) olarak yaptığı davet Mekke döneminde 10 yıl devam etmiştir.[2]

“Sizler ve ibadet ettiğiniz şeyler hep cehennem odunu olup, oraya mutlaka gireceksiniz. Eğer taptıklarınız gerçek mabut olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepiniz orada kalacaksınız.” mealindeki ayetlerin nazil olması İslam davetinin Mekkeliler arasında kabul görmesi ve her gruptan insan tarafından benimsenmesi, başlangıçta İslam’a ilgisiz kalan Mekke aristokrasisinin huzurunu bozdu ve tepki göstermelerine neden oldu. Özellikle Hz. Muhammed (s.a.s)’in davetini açıktan yapması, Kureyş’in inanç esaslarına ve yaşayışlarına karşı çıkması Mekke aristokrasisini İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta bulunmasına yol açtı. Hz. Muhammed (s.a.s)’in her yerde insanlara Allah’a ortak koşmaktan ve putlara ibadet etmekten sakınmalarını söylemesi, Kureyş’i atalar dininden uzaklaştırmaya çalışması ve İslam öğretisini telkin etmesi, Mekkelileri “Muhammed, Mabutlarımıza hakaret ediyor, tanrılarımızı kötülüyor, atalarımızın dinine karşı çıkıyor, yaşayışımıza müdahale ediyor…” diye konuşmaya ve İslam’a karşı cephe almaya sevk etti.[3]
Bundan sonra Kureyş’in düşmanlığı açık bir durum almaya başladı. Zira Rasulullah (s.a.s) sadece ahlakın düzeltilmesi ve nefislerin temizlenmesinden bahsetseydi, onun daveti maruz kaldığı derecede düşmanlık ve mukavemetle karşılaşmayacaktı. Lakin açıkça Allah’ın birliğine davet etmesi, Allah’ın birliğine yaptığı daveti her yerde sürdürmesi ve onların putlarının boş, aşağılık şeyler olduğunu bildirmesi Kureyş üzerinde dedeleri ve babalarından miras olarak aldıkları putlara tapmanın sonunun geldiği endişesini ortaya çıkardı. Bu yeni dine yardım etmenin, Arap kavminin atalarından miras aldıkları din ve millî ibadetlerin çiğnenerek ortadan kaldırılması ve mukaddes Kâbe’nin koruyucusu olmak sebebiyle kazandıkları servetin yok olması manasına geldiğini anladılar.[4] Bu yüzden Kureyş, düşmanlığını gittikçe şiddetlendirdi. Rasulullah’a karşı çıkmak, onun davetini engellemek ve dinlerinden döndürmek için ona inananlara eziyet etmek hususlarında birleştiler. Fakat bu tedbirlerin hepsi ancak Müslümanların imanının artmasına vesile oldu.
Allah’ın emrini açıkça ortaya koyup da kavmine açıktan davette bulunup onları, tanrılarına sövmeyi[5] ve (eski) dinlerini ayıplamaya çağırınca gerek ona, gerekse davetine icabet eden ashabına karşı müşriklerin eza ve cefaları şiddetlendi. Hem ona hem de Müslümanlara türlü türlü işkencelerde bulundular.
Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere de söylenmişti”,[6]

“İşte böyle cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık”,[7]
“onlardan öncekilere her hangi bir peygamber gelince mutlaka ‘sihirbazdır’ veya ‘delidir’ derlerdi. Öncekiler sonrakilere böyle mi vasiyet etiler? Hayır! Bunlar azgın bir millettir”.[8]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in 13 yıllık Mekke dönemi’ndeki davetine müşrikler daima karşı çıkmış, davetini engellemiş, Rasulullah’a ve ashabına dayanılmaz eza ve cefada bulunmuşlardı. Eza ve cefada bulunmayanlar ise en azından İslam’ı kabul etmekten kaçınmışlar, onun tebliğine icabet etmemişlerdir. Acaba kendi kavimlerinden ve üstelik en çok doğruluklarına inandıkları birisinin peygamberliğini ve İslam’ı tebliği karşısında niçin inkâr ve muhalefet zaruretini duymuşlardır?[9]
Bütün bunlardan sonra müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s)’e karşı gelmelerinin sebeplerini maddeler halinde sıralayıp açıklamaya çalışacağız.

I - TUTUCULUK
Mekkeli müşrikler inanç itibariyle putperest idiler. Arabistan’da hâkim olan putperestliğin merkezi de Mekke’ydi. Çünkü Hz. İbrahim (a.s.)’den itibaren vahdaniyetin temsilcisi ve alameti olan Mekke bünyesinde barındırdığı putlarla dolu Kâbe ile putperest Arapların ziyaret yeri olmuştu. Dolayısıyla putperest liderleri de buradaydı. Müspet ilim ve düşünceden uzak, koyu bir taassup içerisinde bulunan Mekke halkı ecdadının dininden ve yaşayışından başka bir yol takip etmiyor ve yenilik istemiyordu. Onlar ecdat yadigârı olarak telakki ettikleri putperest inançlarının zarar görmesine karşı idiler.[10]
Atalarını taklit ederek gerek ibadet ve gerekse yaşama tarzlarında onların yolundan gitmek Araplar arasında vazgeçilmez bir esastı. Bu sebeple atalarının dinlerini terk edip yeni dine girmeyi kabul etmiyorlardı. Olanca cahillik ve taassup içerisinde “atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter!” diye karşı koyuyorlardı. Allah (c.c.) : “ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler…”[11] buyurarak onlara cevap vermektedir.
Hz. Muhammed (s.a.s), tebliğe başladığı ilk günden itibaren müşrikleri, tek olan Allah’a davet edip, putların güçsüzlüğünü ortaya koyunca ona karşı geldiler. Hâlbuki aklî muhakemelerini zorlayıp putperestliğin tesiri olmaksızın, hür irade ile Hz. Muhammed (s.a.s)’in tebliğine kulak verselerdi, kendi elleriyle yaptıkları putların güçsüzlüğünü, birçok ilahın mümkün olamayacağını idrak edebilirlerdi. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s)’in amcası Ebû Leheb, ecdadının inançlarından dolayı cehennemde olacağına inanmadığı için Hz. Muhammed (s.a.s)’e karşı çıkmıştır.[12]
Kültürsüz milletler, babalarından ve atalarından kendilerine miras kalan adet ve ananelerine muhalif bir hareket karşısında kaldıkları zaman, onların ilk işleri bu harekete karşı mukavemet olur. Bu mukavemet sözle kalmayıp eziyete, kan dökülmesine sebebiyet verir.
Arabistan asırlardan beri putperestliğe dalmıştı. Hz. İbrahim’in eseri olan Kâbe, bir tevhit abidesi iken 360 putun mahşeri olmuştu. Bütün hayır ve şerrin kaynağı sayılan Hubel bu putların başında idi. Hubel, yağmurları yağdıran, nesilleri meydana getiren, savaşlarda zaferi temin eden puttu. Araplar ya ulûhiyeti tanımıyor yahut onu arınmış bir varlık olarak saymıyorlardı.[13]
Mekkeli müşriklerin, Kâbe’de bulunan putlar dışında da birçok putları vardı. Her bir iş için farklı bir put edinmişlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s)’in tüm bu putlara karşı çıkıp bir tek Allah’a davet edince, ona karşı çıkarak tepkilerini ortaya koydular. Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “ Aralarından kendilerine bir uyarıcının gelmesine şaştılar da, o inkârcılar ‘bu pek yalancı bir büyücüdür. Tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Bu, gerçekten şaşılacak bir şeydir’ dediler. Onlardan ileri gelenler yürüyün! Tanrılarınız konusunda direnin (sizden) istenen budur. Son dinde de bunu işitmedik. Bu ancak bir uydurmadır.”[14]
Mekkeli müşrikler atalarının dinine mutaassıbane bağlılıkları sebebiyle Hz. Muhammed (s.a.s)’in davetine çok sert bir karşılıkla karşılık verdiler.  Hatta İslam’ı batıl olarak nitelendirme gayretkeşliğine dahi yöneldiler, güneşi balçıkla sıvamaya kakıştılar. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta pek çok ayet vardır.
“onlara Allah’ın indirdiğine uyun! Denilince hayır atalarımızı uyar bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şey akl edemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?”[15]
“ Onlara gelin Allah’ın indirdiği kitaba ve peygamber uyun! Denildiğinde ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olamayan kimseler idiyseler?”[16]
Yukarıdaki ayetlerden inkârcıların adet ve ananelerini terk etmemekte ne kadar ısrarlı davrandıkları anlaşılıyor. Hz. Muhammed (s.a.s) onların putlarını, atalarının geleneklerini, putperestlik adetlerini kötülemeye başladı. Fakat bu çok zor bir görevdi. Nasıl böyle bir şey olabilirdi? Adeta kıyametler koptu. Bazıları gerçeği gördülerse de Mekke’nin ileri gelenleri karşı koymaya devam etti.
Ku’an’da mücadeleleri anlatılan peygamberlerin getirdikleri mesajı toplumlarına kabul ettirememelerinin başlıca nedenlerinde biri toplumun azgın ve şımarık önderlerinin bu peygambere değer atfetmesi, cahil ve edilgen kitlelerin ise atalarından devraldıkları veya toplum yöneticilerinin ürettiği temelsiz görüşlere dayanarak peygamberi ve getirdiğini ezbere değerlendirmesi veya değer biçmesidir. Peygamberler onları getirdikleri mesajı kabule çağırdıklarında, onlar hep atalarını neyin üzerinde bulmuşlarsa ona uyacaklarını söylemişlerdir. Atalarının yanılabileceğini hiç hatıra getirmemişlerdir.[17]
Kısacası İslam’ın karşılaştığı en büyük engellerden biri Arapların eski inanç ve ananelerine körü körüne bağlanmaları olmuştur. Sanki onlar atalarından gelen şeylere zincirle bağlanır gibi bağlanmışlardı. Araplar maldan, mülkten, anadan-babadan, evlattan, eşten, dosttan kısacası her şeyden ayrılabilirlerdi. Ama atalarının din ve ananelerine bağlılıktan ayrılmak onlara zor gelirdi. Aralarındaki anlayış böyleydi ve bu durum onların İslam’a girmelerine engel oluyordu.
Bu durum her yerde aynıdır. Yeni bir düşünce daima eski ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Özellikle Araplarda eskiye bağlılık her milletten daha fazla idi. Şairleri, hatipleri hep bundan bahseder, atalarıyla övünürlerdi. Atalarına bu tür bağlılık onlar için gurur ve onur meselesiydi. Bu sebeple İslam’a girmekle gururlarını ve atalarına olan bağlılıklarını kaybetme korkusuna düşüyorlardı. Gerçek insanlık şahsiyetini elde edebileceklerinin farkında değillerdi.[18]
Eğer kişi üretici-yaratıcı, eleştirel bir bilgilenme donanımına sahip olup da iradesini eğitebilmiş ve yüksek değerlerin eğitimini (görülmesi-duyulması) çocuk yaşta iken edinebilmiş ise, vicdanı daima keskin olacaktır. Fakat üretici-yaratıcı olmayan, taklit yoluyla, ezbere değerlendirmelerle bilgi aktlarını felç etmiş birisi, iradesini de eğitmemiş ise, sürekli bio-psişik, bio-fizyolojik arzularının kontrolsüz güdümünde ahlakî-dinî alanda daima katı, kara kalpli veya vicdansız (kalpsiz) olabilecektir. Kur’an-ı Kerim’in deyimiyle bu, hevaya uymadır. Yani küfürdür. (Hakikatin örtülmesi, reddedilmesi ve nankörlük) bu ise ahlaksızlığın kendisidir.[19]
Sonuç itibariyle şunu diyebiliriz: Asr-ı saadetteki mücadele (biri batıl da olsa) iki ayrı inancın mücadelesi gibi görünse de aslında müşriklerin bir inanç kaygılarının olmadığını görmekteyiz. Nitekim bir gün Ebû Leheb Rasulüllah (s.a.s)’a sordu:
— Ben iman edersem bana ne var?
— Bütün Müslümanlara ne varsa sanan da o var.
— Beni başkalarıyla eşit tutan din olmaz olsun![20]
Müşrik Mekke toplumunun öncülerinden Ebû Leheb’in derdi, burada da görüldüğü gibi dinin (şirkin) korunması değil İslam’ın getirdiği yeni düzen karşısında imtiyazlı olmak için açıkça pazarlık yapıyor. Ulûhiyete bu kadar karşı çıkmalarının ana nedeni de budur. Biliyorlar ki, ‘Rabb’ bir, ‘İlah’ bir Olursa imtiyazları ellerinden alınır. Karşı çıkışları hep bu yüzdendir. Müşriklerin elebaşı Ebû Cehil de buna benzer bir mantık içinde. Bir gün Hz. Ali ile karşılaşmalarında ‘amcanın oğlu doğru söylüyor’ dedikten sonra iki kabile arasındaki rekabeti uzun uzadıya anlatıyor, ‘‘Şimdi de Haşimoğulları’ndan biri tutmuş Peygamber olduğunu iddia ediyor; biz nereden bulalım peygamberi?’’ diyordu.[21] Burada da Ebû Cehil’in bir din kaygısının olmadığını, asabiyet derdinde olduğunu görmekteyiz. Yani yine ortalarda din gayreti yoktu.
Müşriklerin bir inancı (dini) savunmak gibi bir endişeyle hareket etmedikleri ortadaydı. Mevcut konumlarının değişeceğinden, sömürülerini kaybetmekten, saltanatlarının yok olacağından, asabiyetlerine gölge düşeceğinden korkuyorlardı.
‘‘onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, (o halde) Allah da bize böyle emretti.’ derler. ‘Allah kötülüğü emretmez’ de. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?’’[22]
‘‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter derler.’’[23]
Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere eğer ataları başka bir şey üzerinde olsalardı ona tabi olacaklardı. Burada da yine inancın ön planda olmadığı görülmektedir. Demek istediğimiz, müşriklerin –her ne kadar atalarının inançlarını öne sürseler de- kaygısı (ilerde bu konuya genişçe yer vereceğiz) asabiyet ve saltanatlarını kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalmaktadır.

II - KABİLECİLİK
Kabilecilik Araplar arasında o kadar yerleşmiştir ki, kabile arasındaki rekabet ve çekişme İslam dönemine bile taşmıştır. Nübüvvetin 7. yılından Haşimoğullarına karşı müşriklerin uyguladığı boykota Müslüman-Müşrik bütün Haşimoğulları birlikte direnmiştir.
Mahzumoğulları’nın Müslümanlara karşı gelişleri, Haşimoğulları gibi içlerinden bir peygamber çıkaramayışlarındandır. Ebû Talib’in ölümünden sonra Ebû Leheb’in Hz. Muhammed (s.a.s)’i himayesine almasının nedeni kabilecilikten dolayıdır. Mekke fethinden sonra Huneyn gazvesi’nde Safvan b. Ümeyye’nin şöyle demesi bir kabileciliğin eseridir. “Allah’a yemin olsun ki, Hevazin Kabilesi’nden birine tabi olmaktansa, Kureyş Kabilesi’nden birine tabi olmam daha iyidir”
Cahiliye dönemi kabileciliği o dereceye ulaşmıştır ki her hangi bir mübarezede bile ölen ile öldüren arasında asabiyet ve nesep mukayesesi yapılır, eğer denklik yoksa o zaman ölenin arkasından daha çok ağlanırdı. Evlilikte de kendini gösteren asabiyet tarafların nesepte ve asabiyette denkliği esasına dayanırdı. Ayrıca baba veya veli kızına, kabilesinin adet ve şerefini arttırmasını, muaşeret kaidelerine uyarak gittiği yerde kabilenin itibarını arttırmasını öğütlerdi.[24]

A-) Kabileler Arasında Üstünlük Yarışı:

Kabileler arasındaki üstünlük yarışı İslam’a karşı mukavemetin sebeplerinden biri olmuştu. Kureyş, peygamberlikle hükümdarlık veya nübüvvet ile saltanat arasındaki farkı anlayamadı.  Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)’in dinine inanmanın onun ve Abdulmuttalib Oğulları’nın reisliğini kabul etmek anlamına geldiğini zannetmişlerdi. O dönemde Arap kabileleri arasındaki reislik ve hükümranlık için sert mücadeleler oluyordu. Kureyş’in, dizginleri Hz. Muhammed (s.a.s)’e ve Abdulmuttalib Oğulları’na teslim etmesi ve muhtelif kabilelerin reisliği ellerinden çıkarmaları mümkün değildi.[25]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in İslam’ı tebliğine Kureyş’in muhalefet etmesinde kabilecilik rolü özellikle büyük önem taşır. İslam’ın Mekke’de ki başlıca muhalifleri olan Mahzum ve Ümeyyeoğulları’ndan çıkmıştır. Kabile rekabetinin İslam’ı kabul etmemekte önemli bir etken olduğuna Mahzumoğulları’ndan Ebû Cehil’in şu sözleri açık bir örnektir: “Biz Abdulmenaf boyuyla şeref hususunda anlaşmazlığa düştük. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik; onlar yaya kalmış kimselere binek verdiler, biz de verdik; onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Sonunda aynı dereceye ulaşıp kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde onlar: “işte bizden, semadan kendisine vahiy gelen bir peygamber çıktı” dediler. Biz buna ne zaman ulaşacağız? Allah’a ant olsun ki ona asla inanmayız.”[26]

B-) Ben-û Haşim’e Karşı Rekabet:
Hz. Muhammed (s.a.s), Kureyş kabilesi’nin ve Haşimoğullarının seçkinlerindendir. Haşim b. Abdulmenaf’ın çalışkanlığı Kureyş Kabilesi’ne sağladığı ticari imtiyaz, sikaye ve rifaye görevlerindeki gayreti ve dürüstlüğü, oğlu Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu bulmasıyla başlayan şöhreti, idareciliği esnasında yaptığı gayretleri, kabilesine karşı şefkati, kabilesini diğer kabilelere karşı temsil gücü, Haşimoğulları’nın şan, şöhret ve itibarının yükselmesine vesile oldu.[27]
Ben-û Haşim’e karşı rekabet ilk olarak Abdulmuttalib’in vefatı üzerine Ümeyye ailesinin Mekke reisliğini elde etmesiyle başladı. Abdulmuttalib’in oğullarından Ebû Talib’in zengin olmayışı, Ebû Leheb’in ahlaksız oluşu reisliğin Ümeyyeoğulları tarafından temsiline sebep olmuştu. Ficar harbinde kureyş’in kumandanı Ebû Süfyan’ın babası Harb b. Ümeyye idi. Mahzumoğulları ile Haşimoğulları arasında eskiden beri devam ede gelen bir rekabet vardı. Mahzumoğulları derlerdi ki: Onlar cömertlik gösterirlerse, biz de gösteririz. Taki onlardan aşağıya kalmayalım. Fakat Haşimoğulları’ndan biri peygamberlik iddiasında bulunuyor. Vallahi biz onların peygamberlerine inanmayız.” Diğer kabilelerin ise Haşimoğulları’na karşı düşmanlığı değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır. Fakat hepsinin birleştikleri nokta Haşimoğulları’na reisliği kaptırmamak ve onların yapacağı olumlu bir faaliyeti engellemek ve özellikle de çalışmakla elde edilemeyen peygamberlik görevine ve onun getirdiği prensiplere karşı koymak ve davetin yaygınlaşmasına mani olmaktı.[28]
Anlaşılan o ki Abdulmuttalib’in ölümünden sonra Haşimoğulları’nın reisliğini sürdürecek bir varisin olmaması, bir nevi meydanın boş kalması diğer kabileleri, özellikle de Ümeyyeoğulları’nı Mekke reisliği için harekete geçirdi. Ümeyyeoğulları reisliği ele geçirdikten sonra tekrardan Haşimoğulları’na kaptırması düşünülemezdi. Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğini kabul etmek, yeniden reisliği onlara devretmek anlamına geldiği için ısrarla reddetmişlerdir.

C-) Kabileler Arasındaki İç Savaşlar:
İslam’ın yayılmasına en büyük engellerden biri Cahiliye Araplarında yüz yıllardan beri süre gelen iç savaşlar, kan davaları ve aile husumetleridir. Daha önce de anlatıldığı gibi cahiliye Arapları çocuklarına daima hasımlarına karşı düşmanlık duygularını aşılardı. Bunun İslam’a zararı ise şöyle oldu; örneğin bir ailenin fertleri samimiyetle Müslüman olunca onunla kan davası bulunan diğer aileler sırf onlar Müslüman oldu diye İslamiyet’e cephe aldılar.[29]
Bilindiği gibi Kureyş’in iki büyük kabilesi Haşimîler ile Emevîler (ümeyyeoğulları) idi. Ve bunların arasındaki husumet, kıskançlık ve rekabet bir türlü dinmiyordu.  Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliğine daha baştan itiraza girmişlerdi. Diyorlardı ki: “peygamber neden bizden değil de Haşimoğulları’ndan çıkmıştır, neden Ümeyyelilere verilmemiştir?” peygamberlik müessesesinin zenginlikle, şan ve şöhretle bir alakasının olmadığı hala anlayamamışlardı. Ya da anlamak işlerine gelmiyordu.



D-) Kabileler Arasındaki Siyasi Güçlükler:
Hz. Peygamber (s.a.s)’in karşılaştığı engellerden arasında bir de siyasi güçlükler vardı. Kureyş bir türlü, Müslümanlar önünde baş eğmek istemiyor ve bütün siyasi gücüyle Müslümanların karşısına dikiliyordu.
Mekke’nin ileri gelen ailelerinden olan Benû Ümeyye, peygamberin Haşimiler’den çıkmasını baştan itibaren hazmedememiş ve elinde bulundurduğu siyasi gücü İslamiyet’in aleyhine seferber etmişti. Mekke’nin fethine kadar Müslümanlara karşı yürütülen savaşların hemen hemen hazırlayıcıları ve önderleri Benû Ümeyye idi.[30]
Bir ara bir zat Ebû Cehil’e: “Muhammed’in İslam davetinden size ne?” diye sormuştu da Ebû Cehil şu cevabı vermişti:
            — Muhammed’in ailesi şan-şeref hususunda bizden ileri olduklarını iddia ediyorlardı.     Biz onlarda aşağı değildik. Onlar ziyafet veriyorlarsa, biz de veriyorduk; onlar kan parası veriyorlarsa, biz de veriyorduk; onlar para dağıtıyorlarsa, biz de dağıtıyorduk. Fakat günün birinde tuhaf bir şey oldu. Bir de baktık ki onlar: “Bizim ailemizden birine Allah’tan peygamberlik geldi, kendisine vay iniyor” demeye başladılar. Biz artık buna tahammül edemeyiz. Yemin ederim ki, Muhammed’e inanmayacağız.[31] Ebû Cehil Ensar’dan birinin elinde ölürken: “Beni keşke tarla ırgatlarından biri öldürseydi” demekten kendini alamamıştır.[32]
            Sonuç olarak her ne kadar Mekke halkını tek bir babanın soyundan gelme insanlar oluşturuyor idiyse de, zamanla ortaya çıkan çeşitli kabileler arsındaki kıskançlık ve çekememezlik eksik olmazdı. Mekke’de kan bağı çok güçlüydü. Hz. Peygamber (s.a.s)’in Haşimoğulları’ndan olması nedeniyle, onlarla çekişen diğer kabile üyeleri imansızlıkta diretiyorlardı. Öyle ki: “Kinane’nin yalancısı, Mudar’ın doğrusundan hayırlıdır” [33] diyerek Hz. Peygamber (s.a.s)’e inanmayanlar da olmuştur.
            Şunu da belirtelim ki Mekke’deki kabilecilik anlayışı her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.s)’in davetine menfi yönde etki etmişse de, Hz. Peygamber (s.a.s)’i diğer kabilelere karşı himaye etme ve destek olma açısından olumlu yönde de etki etmiştir. Rasulullah (s.a.s) de bunu çok iyi bir şekilde değerlendirmiştir.







[1] M. Said Ramazan El-Bûtî, Fıkhu’s-sire, trz., s. 95.
[2] M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İst., 1987, s. 113.
[3] Sabri Hizmetli, İlk Dönem İslam Tarihi, Ank., 2001, s. 220.
[4] Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Trc. Heyet, I/108.
[5] Allah Resulü (s.a.s) söven-sayan, kötü ve edepsiz söz söyleyen bir zat değildi. Yalnızca müşriklerin tanrılarını, ancak Allah’a layık olan sıfatlarla nitelemelerinin doğru olmadığını, onların inandıkları tanrılarda böyle sıfatlar bulunmadığını söyler ve onların tanrılarını Allah’ın da aşağıda aktardığımız ayetlerle nitelerdi: ( İbn Kayyım El-Cevziyye, Zadul –Mead, İst., 1989, III/30.)
I-               “Allah’tan başka kendilerine dua ettiğiniz şeyler de sizler gibi kuldur.”
II-              “ondan gayrı ancak dişilere dua ediyorlar. Onlar ancak azgın şeytana dua ediyorlar.”
III-            “O’ndan gayrı dua ettiğiniz varlıklar ne size yardım etmeye güç yetirebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler.”
IV-            Allah’ı bırakıp putlara tapanlar sadece zanna uymaktadırlar. Onlar yalnızca tahminde bulunuyorlar.” (Yunus: 66)  İşte bu ayetlerde de görüldüğü gibi Allah, putperestlerin inandıkları tanrıların kusurlarını sergilemektedir.
[6] Fussilet: 43.
[7] En’am: 112.
[8] Zâriyat: 52-53.
[9] Kapar, s. 113.
[10] Kapar, s. 114.
[11] Maide: 104.
[12] Kapar, s. 114.
[13] Ömer Rıza Doğrul, Büyk İslam Tarihi- Asr-ı Saadet-, İst., 1989, I/159.
[14] Sa’d: 4–6.
[15] Bakara: 170.
[16] Mide: 104.
[17] İlhami Güler, İman-Ahlak ilişkisi, Ankara, 2003, s. 168.
[18] Seyyid Süleyman Nedvî, Büyük İslam Tarihi, çev. Ali Günceli, IV/295-297.
[19] Güler, Sabit din Dinamik Şeriat, Ankara 2002, s.60.
[20] M.Asım Köksal, İslam Tarihi, Trz. IV/49
[21] Doğrul, I/161. Hizmetli, s.221.
[22] A’raf: 28
[23] Maide: 104
[24] Kapar, s.83.
[25] Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Heyet, İst., 1993, I/209.
[26] Doğrul, I/161. Hizmetli, s.221.
[27] Kapar, 114.
[28] Doğrul, I/161. Kapar, s.115. Hizmetli, s. 221.
[29] Nedvî, IV/302.
[30] Nedvi, IV/305
[31] İbn-i Hişam, siret, Çev. Hasan Ege, İst. 1994, I/102
[32] Nedvi, IV/305
[33] Ali Ünal, Mekke Rasullerin Yolu, İst. 1985, s.163

1 yorum:

Yazarlar