GİRİŞ
İslam daveti Rasulullah’ın hayatında, peygamberliğinden vefatına kadar,
bazı devreler geçirmiştir. Ancak bizi ilgilendiren yönüyle ilk iki devresini
ele alacağız.
1- Gizli davet: üç yıl devam etmiştir.
2- Açıktan davet (
Alenî davet) : Savaş olmadan
yalnızca dil ile açıktan yapılan bu davet hicrete kadar devam etmiştir.[1]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in nübüvvetini üçüncü yılından itibaren alenî
(açıktan) olarak yaptığı davet Mekke döneminde 10 yıl devam etmiştir.[2]
“Sizler ve ibadet ettiğiniz şeyler
hep cehennem odunu olup, oraya mutlaka gireceksiniz. Eğer taptıklarınız gerçek
mabut olsalardı cehenneme girmezlerdi. Hepiniz orada kalacaksınız.” mealindeki
ayetlerin nazil olması İslam davetinin Mekkeliler arasında kabul görmesi ve her
gruptan insan tarafından benimsenmesi, başlangıçta İslam’a ilgisiz kalan Mekke
aristokrasisinin huzurunu bozdu ve tepki göstermelerine neden oldu. Özellikle
Hz. Muhammed (s.a.s)’in davetini açıktan yapması, Kureyş’in inanç esaslarına ve
yaşayışlarına karşı çıkması Mekke aristokrasisini İslam’a ve Müslümanlara
düşmanlıkta bulunmasına yol açtı. Hz. Muhammed (s.a.s)’in her yerde insanlara
Allah’a ortak koşmaktan ve putlara ibadet etmekten sakınmalarını söylemesi,
Kureyş’i atalar dininden uzaklaştırmaya çalışması ve İslam öğretisini telkin
etmesi, Mekkelileri “Muhammed, Mabutlarımıza hakaret ediyor, tanrılarımızı
kötülüyor, atalarımızın dinine karşı çıkıyor, yaşayışımıza müdahale ediyor…”
diye konuşmaya ve İslam’a karşı cephe almaya sevk etti.[3]
Bundan sonra Kureyş’in düşmanlığı açık bir durum almaya başladı. Zira
Rasulullah (s.a.s) sadece ahlakın düzeltilmesi ve nefislerin temizlenmesinden
bahsetseydi, onun daveti maruz kaldığı derecede düşmanlık ve mukavemetle
karşılaşmayacaktı. Lakin açıkça Allah’ın birliğine davet etmesi, Allah’ın
birliğine yaptığı daveti her yerde sürdürmesi ve onların putlarının boş,
aşağılık şeyler olduğunu bildirmesi Kureyş üzerinde dedeleri ve babalarından
miras olarak aldıkları putlara tapmanın sonunun geldiği endişesini ortaya
çıkardı. Bu yeni dine yardım etmenin, Arap kavminin atalarından miras aldıkları
din ve millî ibadetlerin çiğnenerek ortadan kaldırılması ve mukaddes Kâbe’nin
koruyucusu olmak sebebiyle kazandıkları servetin yok olması manasına geldiğini
anladılar.[4] Bu
yüzden Kureyş, düşmanlığını gittikçe şiddetlendirdi. Rasulullah’a karşı çıkmak,
onun davetini engellemek ve dinlerinden döndürmek için ona inananlara eziyet
etmek hususlarında birleştiler. Fakat bu tedbirlerin hepsi ancak Müslümanların
imanının artmasına vesile oldu.
Allah’ın emrini açıkça ortaya koyup da kavmine açıktan davette bulunup
onları, tanrılarına sövmeyi[5] ve
(eski) dinlerini ayıplamaya çağırınca gerek ona, gerekse davetine icabet eden
ashabına karşı müşriklerin eza ve cefaları şiddetlendi. Hem ona hem de
Müslümanlara türlü türlü işkencelerde bulundular.
Nitekim Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Sana söylenenler, senden önceki
peygamberlere de söylenmişti”,[6]
“İşte böyle cin ve insan
şeytanlarını her peygambere düşman yaptık”,[7]
“onlardan öncekilere her hangi bir
peygamber gelince mutlaka ‘sihirbazdır’ veya ‘delidir’ derlerdi. Öncekiler
sonrakilere böyle mi vasiyet etiler? Hayır! Bunlar azgın bir millettir”.[8]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in 13 yıllık Mekke dönemi’ndeki davetine müşrikler
daima karşı çıkmış, davetini engellemiş, Rasulullah’a ve ashabına dayanılmaz
eza ve cefada bulunmuşlardı. Eza ve cefada bulunmayanlar ise en azından İslam’ı
kabul etmekten kaçınmışlar, onun tebliğine icabet etmemişlerdir. Acaba kendi
kavimlerinden ve üstelik en çok doğruluklarına inandıkları birisinin
peygamberliğini ve İslam’ı tebliği karşısında niçin inkâr ve muhalefet
zaruretini duymuşlardır?[9]
Bütün bunlardan sonra müşriklerin Hz. Muhammed (s.a.s)’e karşı
gelmelerinin sebeplerini maddeler halinde sıralayıp açıklamaya çalışacağız.
I - TUTUCULUK
Mekkeli müşrikler inanç itibariyle putperest idiler. Arabistan’da hâkim
olan putperestliğin merkezi de Mekke’ydi. Çünkü Hz. İbrahim (a.s.)’den itibaren
vahdaniyetin temsilcisi ve alameti olan Mekke bünyesinde barındırdığı putlarla
dolu Kâbe ile putperest Arapların ziyaret yeri olmuştu. Dolayısıyla putperest
liderleri de buradaydı. Müspet ilim ve düşünceden uzak, koyu bir taassup
içerisinde bulunan Mekke halkı ecdadının dininden ve yaşayışından başka bir yol
takip etmiyor ve yenilik istemiyordu. Onlar ecdat yadigârı olarak telakki
ettikleri putperest inançlarının zarar görmesine karşı idiler.[10]
Atalarını taklit ederek gerek ibadet ve gerekse yaşama tarzlarında
onların yolundan gitmek Araplar arasında vazgeçilmez bir esastı. Bu sebeple
atalarının dinlerini terk edip yeni dine girmeyi kabul etmiyorlardı. Olanca cahillik
ve taassup içerisinde “atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yol bize yeter!” diye karşı koyuyorlardı. Allah (c.c.)
: “ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru
yolda olmayan kimseler idiyseler…”[11] buyurarak onlara
cevap vermektedir.
Hz. Muhammed (s.a.s), tebliğe başladığı ilk günden itibaren müşrikleri,
tek olan Allah’a davet edip, putların güçsüzlüğünü ortaya koyunca ona karşı
geldiler. Hâlbuki aklî muhakemelerini zorlayıp putperestliğin tesiri
olmaksızın, hür irade ile Hz. Muhammed (s.a.s)’in tebliğine kulak verselerdi,
kendi elleriyle yaptıkları putların güçsüzlüğünü, birçok ilahın mümkün
olamayacağını idrak edebilirlerdi. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s)’in amcası Ebû
Leheb, ecdadının inançlarından dolayı cehennemde olacağına inanmadığı için Hz.
Muhammed (s.a.s)’e karşı çıkmıştır.[12]
Kültürsüz milletler, babalarından ve atalarından kendilerine miras kalan
adet ve ananelerine muhalif bir hareket karşısında kaldıkları zaman, onların
ilk işleri bu harekete karşı mukavemet olur. Bu mukavemet sözle kalmayıp
eziyete, kan dökülmesine sebebiyet verir.
Arabistan asırlardan beri putperestliğe dalmıştı. Hz. İbrahim’in eseri
olan Kâbe, bir tevhit abidesi iken 360 putun mahşeri olmuştu. Bütün hayır ve
şerrin kaynağı sayılan Hubel bu putların başında idi. Hubel, yağmurları yağdıran,
nesilleri meydana getiren, savaşlarda zaferi temin eden puttu. Araplar ya
ulûhiyeti tanımıyor yahut onu arınmış bir varlık olarak saymıyorlardı.[13]
Mekkeli müşriklerin, Kâbe’de bulunan putlar dışında da birçok putları
vardı. Her bir iş için farklı bir put edinmişlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s)’in tüm
bu putlara karşı çıkıp bir tek Allah’a davet edince, ona karşı çıkarak
tepkilerini ortaya koydular. Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “ Aralarından kendilerine bir uyarıcının
gelmesine şaştılar da, o inkârcılar ‘bu pek yalancı bir büyücüdür. Tanrıları
tek bir tanrı mı yaptı? Bu, gerçekten şaşılacak bir şeydir’ dediler. Onlardan
ileri gelenler yürüyün! Tanrılarınız konusunda direnin (sizden) istenen budur.
Son dinde de bunu işitmedik. Bu ancak bir uydurmadır.”[14]
Mekkeli müşrikler atalarının dinine mutaassıbane bağlılıkları sebebiyle
Hz. Muhammed (s.a.s)’in davetine çok sert bir karşılıkla karşılık
verdiler. Hatta İslam’ı batıl olarak
nitelendirme gayretkeşliğine dahi yöneldiler, güneşi balçıkla sıvamaya
kakıştılar. Kur’an-ı Kerim’de bu hususta pek çok ayet vardır.
“onlara Allah’ın indirdiğine uyun!
Denilince hayır atalarımızı uyar bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir
şey akl edemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?”[15]
“ Onlara gelin Allah’ın indirdiği
kitaba ve peygamber uyun! Denildiğinde ‘atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol
bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olamayan
kimseler idiyseler?”[16]
Yukarıdaki ayetlerden inkârcıların adet ve ananelerini terk etmemekte ne
kadar ısrarlı davrandıkları anlaşılıyor. Hz. Muhammed (s.a.s) onların
putlarını, atalarının geleneklerini, putperestlik adetlerini kötülemeye
başladı. Fakat bu çok zor bir görevdi. Nasıl böyle bir şey olabilirdi? Adeta
kıyametler koptu. Bazıları gerçeği gördülerse de Mekke’nin ileri gelenleri
karşı koymaya devam etti.
Ku’an’da mücadeleleri anlatılan peygamberlerin getirdikleri mesajı
toplumlarına kabul ettirememelerinin başlıca nedenlerinde biri toplumun azgın
ve şımarık önderlerinin bu peygambere değer atfetmesi, cahil ve edilgen
kitlelerin ise atalarından devraldıkları veya toplum yöneticilerinin ürettiği
temelsiz görüşlere dayanarak peygamberi ve getirdiğini ezbere değerlendirmesi
veya değer biçmesidir. Peygamberler onları getirdikleri mesajı kabule
çağırdıklarında, onlar hep atalarını neyin üzerinde bulmuşlarsa ona
uyacaklarını söylemişlerdir. Atalarının yanılabileceğini hiç hatıra
getirmemişlerdir.[17]
Kısacası İslam’ın karşılaştığı en büyük engellerden biri Arapların eski
inanç ve ananelerine körü körüne bağlanmaları olmuştur. Sanki onlar atalarından
gelen şeylere zincirle bağlanır gibi bağlanmışlardı. Araplar maldan, mülkten,
anadan-babadan, evlattan, eşten, dosttan kısacası her şeyden ayrılabilirlerdi.
Ama atalarının din ve ananelerine bağlılıktan ayrılmak onlara zor gelirdi.
Aralarındaki anlayış böyleydi ve bu durum onların İslam’a girmelerine engel
oluyordu.
Bu durum her yerde aynıdır. Yeni bir düşünce daima eski ile mücadele
etmek zorunda kalmıştır. Özellikle Araplarda eskiye bağlılık her milletten daha
fazla idi. Şairleri, hatipleri hep bundan bahseder, atalarıyla övünürlerdi.
Atalarına bu tür bağlılık onlar için gurur ve onur meselesiydi. Bu sebeple
İslam’a girmekle gururlarını ve atalarına olan bağlılıklarını kaybetme
korkusuna düşüyorlardı. Gerçek insanlık şahsiyetini elde edebileceklerinin
farkında değillerdi.[18]
Eğer kişi üretici-yaratıcı, eleştirel bir bilgilenme donanımına sahip
olup da iradesini eğitebilmiş ve yüksek değerlerin eğitimini
(görülmesi-duyulması) çocuk yaşta iken edinebilmiş ise, vicdanı daima keskin
olacaktır. Fakat üretici-yaratıcı olmayan, taklit yoluyla, ezbere
değerlendirmelerle bilgi aktlarını felç etmiş birisi, iradesini de eğitmemiş
ise, sürekli bio-psişik, bio-fizyolojik arzularının kontrolsüz güdümünde
ahlakî-dinî alanda daima katı, kara kalpli veya vicdansız (kalpsiz)
olabilecektir. Kur’an-ı Kerim’in deyimiyle bu, hevaya uymadır. Yani küfürdür.
(Hakikatin örtülmesi, reddedilmesi ve nankörlük) bu ise ahlaksızlığın
kendisidir.[19]
Sonuç itibariyle şunu diyebiliriz: Asr-ı saadetteki mücadele (biri batıl
da olsa) iki ayrı inancın mücadelesi gibi görünse de aslında müşriklerin bir
inanç kaygılarının olmadığını görmekteyiz. Nitekim bir gün Ebû Leheb Rasulüllah
(s.a.s)’a sordu:
— Ben iman edersem bana ne var?
— Bütün Müslümanlara ne varsa sanan
da o var.
— Beni başkalarıyla eşit tutan din
olmaz olsun![20]
Müşrik Mekke toplumunun öncülerinden Ebû Leheb’in derdi, burada da
görüldüğü gibi dinin (şirkin) korunması değil İslam’ın getirdiği yeni düzen
karşısında imtiyazlı olmak için açıkça pazarlık yapıyor. Ulûhiyete bu kadar
karşı çıkmalarının ana nedeni de budur. Biliyorlar ki, ‘Rabb’ bir, ‘İlah’ bir
Olursa imtiyazları ellerinden alınır. Karşı çıkışları hep bu yüzdendir.
Müşriklerin elebaşı Ebû Cehil de buna benzer bir mantık içinde. Bir gün Hz. Ali
ile karşılaşmalarında ‘amcanın oğlu doğru
söylüyor’ dedikten sonra iki kabile arasındaki rekabeti uzun uzadıya
anlatıyor, ‘‘Şimdi de Haşimoğulları’ndan
biri tutmuş Peygamber olduğunu iddia ediyor; biz nereden bulalım peygamberi?’’
diyordu.[21] Burada da Ebû Cehil’in
bir din kaygısının olmadığını, asabiyet derdinde olduğunu görmekteyiz. Yani
yine ortalarda din gayreti yoktu.
Müşriklerin bir inancı (dini) savunmak gibi bir endişeyle hareket
etmedikleri ortadaydı. Mevcut konumlarının değişeceğinden, sömürülerini
kaybetmekten, saltanatlarının yok olacağından, asabiyetlerine gölge
düşeceğinden korkuyorlardı.
‘‘onlar bir kötülük yaptıkları
zaman ‘babalarımızı bu yolda bulduk, (o halde) Allah da bize böyle emretti.’
derler. ‘Allah kötülüğü emretmez’ de. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi
söylüyorsunuz?’’[22]
‘‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz
şey bize yeter derler.’’[23]
Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere eğer ataları başka bir şey üzerinde
olsalardı ona tabi olacaklardı. Burada da yine inancın ön planda olmadığı
görülmektedir. Demek istediğimiz, müşriklerin –her ne kadar atalarının
inançlarını öne sürseler de- kaygısı (ilerde bu konuya genişçe yer vereceğiz)
asabiyet ve saltanatlarını kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalmaktadır.
II - KABİLECİLİK
Kabilecilik Araplar arasında o kadar yerleşmiştir ki, kabile arasındaki
rekabet ve çekişme İslam dönemine bile taşmıştır. Nübüvvetin 7. yılından
Haşimoğullarına karşı müşriklerin uyguladığı boykota Müslüman-Müşrik bütün
Haşimoğulları birlikte direnmiştir.
Mahzumoğulları’nın Müslümanlara karşı gelişleri, Haşimoğulları gibi
içlerinden bir peygamber çıkaramayışlarındandır. Ebû Talib’in ölümünden sonra
Ebû Leheb’in Hz. Muhammed (s.a.s)’i himayesine almasının nedeni kabilecilikten
dolayıdır. Mekke fethinden sonra Huneyn gazvesi’nde Safvan b. Ümeyye’nin şöyle
demesi bir kabileciliğin eseridir.
“Allah’a yemin olsun ki, Hevazin Kabilesi’nden birine tabi olmaktansa, Kureyş
Kabilesi’nden birine tabi olmam daha iyidir”
Cahiliye dönemi kabileciliği o dereceye ulaşmıştır ki her hangi bir
mübarezede bile ölen ile öldüren arasında asabiyet ve nesep mukayesesi yapılır,
eğer denklik yoksa o zaman ölenin arkasından daha çok ağlanırdı. Evlilikte de
kendini gösteren asabiyet tarafların nesepte ve asabiyette denkliği esasına dayanırdı.
Ayrıca baba veya veli kızına, kabilesinin adet ve şerefini arttırmasını,
muaşeret kaidelerine uyarak gittiği yerde kabilenin itibarını arttırmasını
öğütlerdi.[24]
A-) Kabileler Arasında Üstünlük Yarışı:
Kabileler arasındaki üstünlük yarışı İslam’a karşı mukavemetin
sebeplerinden biri olmuştu. Kureyş, peygamberlikle hükümdarlık veya nübüvvet
ile saltanat arasındaki farkı anlayamadı.
Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)’in dinine inanmanın onun ve Abdulmuttalib
Oğulları’nın reisliğini kabul etmek anlamına geldiğini zannetmişlerdi. O
dönemde Arap kabileleri arasındaki reislik ve hükümranlık için sert mücadeleler
oluyordu. Kureyş’in, dizginleri Hz. Muhammed (s.a.s)’e ve Abdulmuttalib
Oğulları’na teslim etmesi ve muhtelif kabilelerin reisliği ellerinden
çıkarmaları mümkün değildi.[25]
Hz. Muhammed (s.a.s)’in İslam’ı tebliğine Kureyş’in muhalefet etmesinde
kabilecilik rolü özellikle büyük önem taşır. İslam’ın Mekke’de ki başlıca
muhalifleri olan Mahzum ve Ümeyyeoğulları’ndan çıkmıştır. Kabile rekabetinin
İslam’ı kabul etmemekte önemli bir etken olduğuna Mahzumoğulları’ndan Ebû
Cehil’in şu sözleri açık bir örnektir: “Biz
Abdulmenaf boyuyla şeref hususunda anlaşmazlığa düştük. Onlar halka yemek
yedirdiler, biz de yedirdik; onlar yaya kalmış kimselere binek verdiler, biz de
verdik; onlar halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Sonunda aynı dereceye
ulaşıp kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna geldiğimizde onlar: “işte
bizden, semadan kendisine vahiy gelen bir peygamber çıktı” dediler. Biz buna ne
zaman ulaşacağız? Allah’a ant olsun ki ona asla inanmayız.”[26]
B-) Ben-û Haşim’e Karşı Rekabet:
Hz. Muhammed (s.a.s), Kureyş kabilesi’nin ve Haşimoğullarının
seçkinlerindendir. Haşim b. Abdulmenaf’ın çalışkanlığı Kureyş Kabilesi’ne
sağladığı ticari imtiyaz, sikaye ve rifaye görevlerindeki gayreti ve
dürüstlüğü, oğlu Abdulmuttalib’in Zemzem kuyusunu bulmasıyla başlayan şöhreti,
idareciliği esnasında yaptığı gayretleri, kabilesine karşı şefkati, kabilesini
diğer kabilelere karşı temsil gücü, Haşimoğulları’nın şan, şöhret ve itibarının
yükselmesine vesile oldu.[27]
Ben-û Haşim’e karşı rekabet ilk olarak Abdulmuttalib’in vefatı üzerine
Ümeyye ailesinin Mekke reisliğini elde etmesiyle başladı. Abdulmuttalib’in
oğullarından Ebû Talib’in zengin olmayışı, Ebû Leheb’in ahlaksız oluşu
reisliğin Ümeyyeoğulları tarafından temsiline sebep olmuştu. Ficar harbinde
kureyş’in kumandanı Ebû Süfyan’ın babası Harb b. Ümeyye idi. Mahzumoğulları ile
Haşimoğulları arasında eskiden beri devam ede gelen bir rekabet vardı.
Mahzumoğulları derlerdi ki: Onlar
cömertlik gösterirlerse, biz de gösteririz. Taki onlardan aşağıya kalmayalım.
Fakat Haşimoğulları’ndan biri peygamberlik iddiasında bulunuyor. Vallahi biz
onların peygamberlerine inanmayız.” Diğer kabilelerin ise Haşimoğulları’na
karşı düşmanlığı değişik şekillerde ortaya çıkmaktadır. Fakat hepsinin
birleştikleri nokta Haşimoğulları’na reisliği kaptırmamak ve onların yapacağı
olumlu bir faaliyeti engellemek ve özellikle de çalışmakla elde edilemeyen
peygamberlik görevine ve onun getirdiği prensiplere karşı koymak ve davetin
yaygınlaşmasına mani olmaktı.[28]
Anlaşılan o ki Abdulmuttalib’in ölümünden sonra Haşimoğulları’nın
reisliğini sürdürecek bir varisin olmaması, bir nevi meydanın boş kalması diğer
kabileleri, özellikle de Ümeyyeoğulları’nı Mekke reisliği için harekete
geçirdi. Ümeyyeoğulları reisliği ele geçirdikten sonra tekrardan
Haşimoğulları’na kaptırması düşünülemezdi. Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.s)’in
peygamberliğini kabul etmek, yeniden reisliği onlara devretmek anlamına geldiği
için ısrarla reddetmişlerdir.
C-) Kabileler Arasındaki İç Savaşlar:
İslam’ın yayılmasına en büyük engellerden biri Cahiliye Araplarında yüz
yıllardan beri süre gelen iç savaşlar, kan davaları ve aile husumetleridir.
Daha önce de anlatıldığı gibi cahiliye Arapları çocuklarına daima hasımlarına
karşı düşmanlık duygularını aşılardı. Bunun İslam’a zararı ise şöyle oldu;
örneğin bir ailenin fertleri samimiyetle Müslüman olunca onunla kan davası
bulunan diğer aileler sırf onlar Müslüman oldu diye İslamiyet’e cephe aldılar.[29]
Bilindiği gibi Kureyş’in iki büyük kabilesi Haşimîler ile Emevîler
(ümeyyeoğulları) idi. Ve bunların arasındaki husumet, kıskançlık ve rekabet bir
türlü dinmiyordu. Hz. Muhammed
(s.a.s)’in peygamberliğine daha baştan itiraza girmişlerdi. Diyorlardı ki: “peygamber neden bizden değil de
Haşimoğulları’ndan çıkmıştır, neden Ümeyyelilere verilmemiştir?” peygamberlik
müessesesinin zenginlikle, şan ve şöhretle bir alakasının olmadığı hala
anlayamamışlardı. Ya da anlamak işlerine gelmiyordu.
D-) Kabileler Arasındaki Siyasi Güçlükler:
Hz. Peygamber (s.a.s)’in karşılaştığı engellerden arasında bir de siyasi
güçlükler vardı. Kureyş bir türlü, Müslümanlar önünde baş eğmek istemiyor ve
bütün siyasi gücüyle Müslümanların karşısına dikiliyordu.
Mekke’nin ileri gelen ailelerinden olan Benû Ümeyye, peygamberin
Haşimiler’den çıkmasını baştan itibaren hazmedememiş ve elinde bulundurduğu
siyasi gücü İslamiyet’in aleyhine seferber etmişti. Mekke’nin fethine kadar
Müslümanlara karşı yürütülen savaşların hemen hemen hazırlayıcıları ve
önderleri Benû Ümeyye idi.[30]
Bir ara bir zat Ebû Cehil’e: “Muhammed’in
İslam davetinden size ne?” diye sormuştu da Ebû Cehil şu cevabı vermişti:
— Muhammed’in ailesi şan-şeref hususunda bizden ileri olduklarını iddia
ediyorlardı. Biz onlarda aşağı
değildik. Onlar ziyafet veriyorlarsa, biz de veriyorduk; onlar kan parası
veriyorlarsa, biz de veriyorduk; onlar para dağıtıyorlarsa, biz de
dağıtıyorduk. Fakat günün birinde tuhaf bir şey oldu. Bir de baktık ki onlar:
“Bizim ailemizden birine Allah’tan peygamberlik geldi, kendisine vay iniyor”
demeye başladılar. Biz artık buna tahammül edemeyiz. Yemin ederim ki,
Muhammed’e inanmayacağız.[31] Ebû Cehil
Ensar’dan birinin elinde ölürken: “Beni
keşke tarla ırgatlarından biri öldürseydi” demekten kendini alamamıştır.[32]
Sonuç olarak her ne kadar Mekke
halkını tek bir babanın soyundan gelme insanlar oluşturuyor idiyse de, zamanla
ortaya çıkan çeşitli kabileler arsındaki kıskançlık ve çekememezlik eksik
olmazdı. Mekke’de kan bağı çok güçlüydü. Hz. Peygamber (s.a.s)’in
Haşimoğulları’ndan olması nedeniyle, onlarla çekişen diğer kabile üyeleri
imansızlıkta diretiyorlardı. Öyle ki: “Kinane’nin
yalancısı, Mudar’ın doğrusundan hayırlıdır” [33] diyerek Hz.
Peygamber (s.a.s)’e inanmayanlar da olmuştur.
Şunu da belirtelim ki Mekke’deki
kabilecilik anlayışı her ne kadar Hz. Peygamber (s.a.s)’in davetine menfi yönde
etki etmişse de, Hz. Peygamber (s.a.s)’i diğer kabilelere karşı himaye etme ve
destek olma açısından olumlu yönde de etki etmiştir. Rasulullah (s.a.s) de bunu
çok iyi bir şekilde değerlendirmiştir.
[1] M. Said Ramazan El-Bûtî, Fıkhu’s-sire, trz., s. 95.
[2] M. Ali Kapar, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İst.,
1987, s. 113.
[3] Sabri Hizmetli, İlk Dönem İslam Tarihi, Ank., 2001, s.
220.
[4] Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Trc. Heyet, I/108.
[5] Allah Resulü (s.a.s)
söven-sayan, kötü ve edepsiz söz söyleyen bir zat değildi. Yalnızca müşriklerin
tanrılarını, ancak Allah’a layık olan sıfatlarla nitelemelerinin doğru
olmadığını, onların inandıkları tanrılarda böyle sıfatlar bulunmadığını söyler
ve onların tanrılarını Allah’ın da aşağıda aktardığımız ayetlerle nitelerdi: (
İbn Kayyım El-Cevziyye, Zadul –Mead, İst.,
1989, III/30.)
I-
“Allah’tan
başka kendilerine dua ettiğiniz şeyler de sizler gibi kuldur.”
II-
“ondan gayrı
ancak dişilere dua ediyorlar. Onlar ancak azgın şeytana dua ediyorlar.”
III-
“O’ndan gayrı
dua ettiğiniz varlıklar ne size yardım etmeye güç yetirebilirler ne de
kendilerine yardım edebilirler.”
IV-
Allah’ı
bırakıp putlara tapanlar sadece zanna uymaktadırlar. Onlar yalnızca tahminde
bulunuyorlar.” (Yunus: 66) İşte bu
ayetlerde de görüldüğü gibi Allah, putperestlerin inandıkları tanrıların
kusurlarını sergilemektedir.
[6] Fussilet: 43.
[7] En’am: 112.
[8] Zâriyat: 52-53.
[9] Kapar, s. 113.
[10] Kapar, s. 114.
[11] Maide: 104.
[12] Kapar, s. 114.
[13] Ömer Rıza Doğrul, Büyk İslam Tarihi- Asr-ı Saadet-, İst.,
1989, I/159.
[14] Sa’d: 4–6.
[15] Bakara: 170.
[16] Mide: 104.
[17] İlhami Güler, İman-Ahlak ilişkisi, Ankara, 2003, s.
168.
[18] Seyyid Süleyman Nedvî, Büyük İslam Tarihi, çev. Ali Günceli,
IV/295-297.
[19] Güler, Sabit din Dinamik Şeriat, Ankara 2002,
s.60.
[20] M.Asım Köksal, İslam Tarihi, Trz. IV/49
[21] Doğrul, I/161. Hizmetli,
s.221.
[22] A’raf: 28
[23] Maide: 104
[24] Kapar, s.83.
[25] Doğuştan Günümüze İslam
Tarihi, Heyet, İst., 1993, I/209.
[26] Doğrul, I/161. Hizmetli,
s.221.
[27] Kapar, 114.
[28] Doğrul, I/161. Kapar,
s.115. Hizmetli, s. 221.
[29] Nedvî, IV/302.
[30] Nedvi, IV/305
[31] İbn-i Hişam, siret, Çev. Hasan Ege, İst. 1994, I/102
[32] Nedvi, IV/305
[33] Ali Ünal, Mekke Rasullerin Yolu, İst. 1985, s.163
Dogru bilgi
YanıtlaSil