Edip Akyol
III- EKONOMİK KAYGI
Mekke şehri; İlahi mabet olan
Kâbe’si ile Arap ülkesinin biricik dini merkezi olup her yıl oraya Hac
mevsiminde Hac için, diğer zamanlarda da Umre için her taraftan akın akın
gelinirdi.[1]
Bunun için Kâbe’yi açmak,
kapamak, korumak demek olan Hicabe, hacıların su ihtiyacını karşılamak demek
olan Sikaye, hacılara yemek yedirmek demek olan Rifade gibi dinî hizmetlerin
yanı sıra, Darun-Nedve diye anılan idare meclisi ile sancaktarlık demek olan
Lîva, başkumandanlık demek olan Kiyâde gibi askeri hizmetler de, İhdas ve
kabilelerin ulularına tevcih edilmiş bulunuyordu. Babadan evladına geçen bu
hizmetler kendilerine, hem büyük nüfuz hem de büyük çıkarlar sağlamaktaydı.[2]
Kâbe nedeniyle dinî bir
merkez durumunda olan Mekke’ye Hac veya Umre için gelen insanlar aynı zamanda
ticarî faaliyete katılmaktaydılar. Çünkü hemen Hac öncesi Mekke civarında
kurulan panayırlar kabileler arasında alışverişi Hac zamanına kadar
hızlandırıyordu. Mekke’ye kabilelerin gelişi Kâbe’deki putların ziyareti
içindi. Şayet putperestlik, bilhassa Mekke’de değerini yitirip tümüyle kalkacak
olursa, Mekke ve halkı ticari yönden değerini ve canlılığını kaybetmiş
olacaktı. Bu yüzden Mekkeliler putperestliği müdafaa durumuna düşmüş ve Hz.
Muhammed (s.a.s)’in tebliğine karşı çıkmışlardı.[3]
Kâbe’ye
hizmet edenlerin karşı koymaları da bu ekonomik sebebe dayanıyordu. Bunlar da
putlara hizmet edip onları ziyaret edenlere bakmak suretiyle elde etmekte
oldukları servet ve nüfuzlarını kaybedeceklerdi. Mekke halkı da genellikle aynı
şekilde düşünüyor ve eğer putlar terk edilirse, Mekke’yi ziyarete gelenlerin de
tükeneceğini zannediyorlardı.
Araplar
arasında put ticareti de yaygındı. Lât, Menat, Uzza ve Hubel putları şeklinde
put imal edenler vardı. Bunlar yaptıkları putları Kâbe’yi ziyarete gelenlere satıyorlardı.[4]
Hâlbuki İslam dini putlara tapmayı, onların yapılmasını ve satılmasını haram
kılıyordu. Bu nedenle Put ticareti yapan bu kimseler, İslam’ı put ticaretini
kökünden kazıyan bir unsur olarak görüyordu. Bu sebeple çıkarları yüzünden
İslam’a cephe aldılar. Yani Mekkeli müşriklerin dini kaygılarından ziyade,
bütün gelişmelerin ekonomik kaygılardan dolayı meydana geldiğidir.
Gerek
müşriklerin liderleri, gerek Kâbe hizmeti yapanlar ve gerekse Mekke halkı,
kendilerinin dinî ve ticarî durumlarını sarsabilecek her yeni harekete şiddetle
karşı koymayı çıkarlarının bir gereği olarak saymaktaydılar. Burada tevhid
dinine ilişkin değerlerin ticarî değerlere dönüştüğünü, ticaretin gittikçe
dinin yerini almaya başladığını görüyoruz. Dini değerleri yeniden aslî
konumlarına getirmek isteyen peygamberlerin görevinin de bu bakımdan son derece
güç olduğunu söyleyebiliriz.
Hz.
Muhammed (s.a.s)’e düşmanca davrananlar arasında Ebû Cehil, oğlu İkrime, Amr b.
Hadramî, Ebû Süfyan, Ümeyye b. Halef büyük kervanlara sahip birer tüccar
idiler. Ayrıca lüks içinde ve çılgınca sürdürdükleri bu hayat İslam’ı kabul
etmeleri halinde son bulmuş olacaktı. Hâlbuki böyle bir hayat onlar için alışılmış,
bırakılması çok zor bir davranış modeliydi. İşte bu düşünceden hareketle ticarî
saltanatlarına son verilmemesi için Hz. Muhammed (s.a.s)’e karşı çıkıyorlardı.[5]
Çünkü bu liderler ve özellikle zengin olanlar, idarecilik nüfuzları sayesinde
çok çıkar sağlıyordu.
Cahiliye
Araplarına göre Hac, yalnızca dinî bir esas değildi. Ayrıca çok önemli ticarî
bir uğraştı. Dolayısıyla Hac mevsiminde ticaret işleri ile ibadet işleri
birbirine girmişti.
Bütün
tarihî tanık ve kanıtlar, Kureyş’in ve genel olarak Arap yarımadası
sakinlerinin yaşayışlarında dine fazla önem vermediklerini gösteriyor. Arap
yarımadasında Yahudilik ile Hristyanlık’ın bazı merkezlerinin bulunmasına, puta
tapıcılığın ve Sabiilik’in (hermetik
asıllı haniflik) yayılmasına rağmen, dinî inanç cahiliyye Araplarının
yaşayışında önemli bir yere sahip değildi. Gerçekten dikkati çeken şey, Arap Yarımadası’nda
en büyük dinî merkez olan Mekke’de “din
adamları” yoktu. Çok garip biçimde Mekke ile veya İslami davet ile ilgili
haberlerde din adamlarının anıldığını görmüyoruz. Hz. Muhammed (s.a.s)’in
karşıtlarının din adamları olduklarına dair hiçbir kanıt da yoktur. İster
Kâbe’yle, isterse Lât, Menat, Uzza zülhalasa ve öteki Arap tanrılarıyla ilgili
olsun, perdedarlık (Sidane) yalnızca kapının açılıp-kapanmasına, mekânın maddi
korumasına özgü bir hizmetti. Bu dini bir makam değildi. Ayrıca din işlerinde
bir ihtisaslaşmayı da gerektirmiyordu.[6]
Öte
yandan, genel olarak Araplar Allah’a inanırlardı. Kur’an‘ın şu ayetleri buna
tanıklık ediyor: “ Deki: Biliyorsanız
söyleyin. Yer ve onda bulunanlar kimindir? ‘Allah’ındır’ diyecekler. Deki:
öyleyse ders almaz mısınız? Deki: Yedi göğün de Rabbi, Yüce arşın da Rabbi
kimdir? ‘Allah’tır’ diyecekler. Deki: Öyleyse, O’na karşı gelmekten sakınmaz
mısınız? [7] Araplar müşriktiler,
yani Allah’ın yanı sıra aracı edindikleri daha küçük tanrılara da
inanıyorlardı: “ Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da
vermeyen putlara taparlar. Derler ki: Bunlar, Allah’ın katında bizim
şefaatçilerimizdir.”[8] “….Allah’ı bırakıp da
putlardan dostlar edinenler derler ki: Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar
diye kulluk ediyoruz.”[9]
Ne
var ki Kureyş’ten “Müşrikler” Allah’a inanıyorlar ve tanrılarını ona aracı
ediniyorlarsa da, içlerinden makam ve mali nüfuz sahibi olan bazıları, zındık
ve dehri (Ateist) idi. Ümeyyeoğulları’nın lideri Ebû Süfyan b. Harb, yine Ümeyyeoğulları’ndan ve
Hz. Peygamber (s.a.s)’e en çok eziyet verenlerden Ukbe b. Mu’ayt, Ubey b. Halef
el-Cumahi, Nadr b. Halis b. Kelde, el-Haccac es-Süheyman’ın iki oğlu Münebbih
ve Nebih, Asi b. Vail es-Sehmi, Velid b. Muğire el-Mahzumi bunlardandı. Hepsi
de Muhammedî davetin büyük düşmanlarındandı.” Zındıklığı Hire Hıristiyanlarından
öğrenmişlerdi. (Zındık: Evrenin ebediliğini benimseyen kişi demektir. )[10]
Böylece,
tanrılarına saldırdığı iddiasıyla direnen Muhammedî davetin karşıtlarının
başında bu “dinsizler”in bulunması, tanrılarını savunmalarının dinî sebeplerle
değil, bu tanrılar sayesinde elde edilen kazanç ve çıkarları yüzünden olduğunu
gösterir. Bu çıkar ve kazançlardan, Mekke’nin Hac gelirleri ve onunla
bağlantılı mahallî ve milletler arası ticaretten başkası değildir.
Kureyş,
yalnızca Araplar açısından değil, milletler arası açıdan da Mekke’nin ekonomik
önemini kavrıyordu. Muhammedî davet ortaya çıktığında, Habeş kralının Yemen
valisi Ebrehe’nin Mekke’ye saldırı hatırası Kureyş’in hafızasında capcanlı bir
anı olarak duruyordu. Hz. Muhammed (s.a.s)’in doğduğu yıl meydana gelmişti. Bu “Fil yılı” (M. 570) olarak bilinir. Saldırı aslında milletler arası ticareti
Yemenlilerin eline, dolayısıyla Bizans müttefiki Habeşistan’a taşımak suretiyle
Yemen ile Suriye arasındaki milletler arası ticaretteki Mekke hâkimiyetinden
kurtulma amacı gütmekle birlikte, bu hedefin gerçekleşmesi bir dinî merkez
olarak da Mekke’yi yok etmeyi gerektiriyordu. İşte bu yüzden Ebrehe’nin
saldırısı, Kâbe’yi yıkmayı ve Arap haccını kaldırıp, Yemen’de yaptırdığı mabet
olan “Klis”e hac yaptırmayı da
hedefliyordu. Arap hafızası, bu olayın ayrıntılarını canlı tutmuştur. Kureyş’in
sosyal-dinî ve siyasî muhayyilesi buna büyük bir zenginlik de katmıştı.
Mekke’nin
o sıradaki milletler arası ticaretteki önemini gösteren biricik olay,
Ebrehe’nin saldırısı değildir. Ayrıca göründüğü kadarıyla, ticarî önemi eskiden
beri komşu devletlerin, özellikle Bizans’ın dikkatini oraya yöneltmiştir.[11]
Kureyş,
milletler arası ticarî bir merkez olarak Mekke’nin bu ileri derecedeki önemini
korumasını sağlayan milletler arası şartlardan habersiz değildi.
Mekke’nin
önemi ve orada ekonominin dinle bağlantısının bilincinde olan Kureş’in, her
yeni çağrıdan çekinmesi ve onda, özellikle Sasanî, Bizans, Hire, Yemen ve Habeş
kralları gibi rakipler çok sayıda iken, ekonomik çıkarlarına el koymak isteyen
“dış bir el” bulunduğunu düşünüyordu. Bu aynı zamanda, bazı Müslümanların
Habeşistan’a hicreti karşısında Kureyş’in hemen tepki göstermesini de açıklar.[12]
Sonuç
itibariyle, hem Kureyş liderliğinin hem de Mekke zenginlerinin Allah evinin
Mekke’de olması ve onun bakımının ve buradaki düzen işleyişinin bunlara ait
olması nedeniyle ellerinde bulundurdukları,
Mekke’nin taşıdığı, merkezde bulunuş ayrıcalığı ve bu ayrıcalık ile
sağlama alınmış bulunan kültüre büyük maddi çıkarlar konusundaki endişeleridir.
Ayrıca Mekke halkının kişisel çıkar konularını bir tarafa bırakırsak İslam’a
karşı koyma sebepleri onun siyasî ve ekonomik sonuçlarından korkmalarıdır.
IV- MEKKE ARİSTOKRATLARININ ÇIKAR VE
SAYGINLIK ENDİŞESİ
Mekkeli Müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)’e karşı
koymalarının en önemli sebeplerinden biri de, Arap toplumu içerisindeki önemli konumları
idi. Çünkü bu liderler ve özellikle zengin olanlar, idarecilik nüfuzları
sayesinde çok çıkar sağlarlardı. Ayrıca Kâbe’nin (Allah evinin) Mekke’de olması
ve buranın idareciliğini ellerinde bulundurmaları, onlara bir ayrıcalık
sağlamasıyla birlikte ekonomik çıkar da sağlıyordu.
Mekkeli
Müslümanlar çoğunlukla ya orta veya alt tabakaya ait insanlardandı. İlk
Müslümanlar arasında zengin ve soylu insanların varlığını görmekteyiz. Ama Hz.
Ömer Müslüman olmadan önce de bu şahıslar, ibadetlerini açıktan yapma gücünü
kendilerinde bulamamışlardı. Bu açıdan kendilerinin ekonomik veya kabile
üstünlükleri, onlara Mekke toplumunda gerçek anlamda bir güç verememiştir.
Onlar Müslüman oldukları takdirde sıkıntılara girebileceklerini biliyorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.s)’e ilk uyanlar, ellerindeki mevcut zenginliğin ve gücün
kendilerinden gitmesi pahasına İslam’ı kabul edip etmeme engeli ile karşılaşmışlardı.
Bu engeli – ya ona güvendikleri için ya da zaten sosyal statü itibariyle düşük
oldukları için – aşanlar ona uyabildiler. Engeli aşamayanlar ise Hz. Peygamber
(s.a.s)’e cephe aldılar. Onlardan, Mekkeli liderlerin bu reddedişlerindeki
gerekçeleri, gelen yeni din ile kendi otoritelerini kaybetme korkusu idi.
Ayrıca bunun kendi ekonomik güçlerini de zayıflatacağına inanıyorlardı.[13]
Mekke
halkının Hz. Peygamber (s.a.s)’e bakışı, ekonominin kaynağı olan Kâbe’nin bu
durumunu yitirmesine sebep olarak, otoriteyi zayıflatacak ve asabiye geleneğini
ortadan kaldıracak bir kişi tarzındadır. Bu sebeple özellikle asabiye geleneğinden
istifade eden Kâbe’nin gelirlerinden pay alan ve otoriteyi elinde bulunduran
üst sınıfla, hayatlarının devamı tamamen bu üst sınıfa bağlı bulunan alt sınıf
Hz. Peygamber (s.a.s)’e şiddetle karşı gelmişlerdi.[14]
İslam’ın
savunduğu düşünce ve getirdiği sosyal, ekonomik, siyasi, idari ve ticari
hayatla ilgili ilkeler de Kureyş’in şiddetle yeni dine mukavemet etmesinin
unsurlarını teşkil etti. Zira İslam, şirk ve putperestliği reddediyor, bunların
yerine Tevhid inancını getiriyordu. Kabileciliği, ırk ve renk üstünlüğünü
kaldırıyor, takvayı yegane üstünlük ölçüsü yapıyordu. Köleliği ortadan
kaldırıcı tedbirler getiriyor, doğal hakları itibariyle efendisi ile köleyi,
kadınla erkeği eşit tutuyordu. Mafyacılığı, tefeciliği, hırsızlığı, kan
davasını, fuhuş ve adam öldürmeyi yasaklıyor, bunların yerine hak ve adalet
esasına dayanan, toplumsal barışı sağlayan bir hayat anlayışı getiriyordu.
Öldükten sonra dirilme ve dünya işlerinden hesaba çekilme anlayışı getiriyor ve
sömürücülüğü reddediyordu.[15]
İslam
dini, insanların öldükten sonra, tekrar dirileceklerini ve hesaba
çekileceklerini, iyilik yapanlara mükâfatları, kötülük yapanlara da cezalarının
verileceğini bildirmiştir. Allah bu konuda şöyle buyuruyor: “Kapıları çalacak olan o dehşetli hadise” “o
kızgın bir ateştir.”[16]
“kıyamet çığlığı geldiği zaman” “O
gün, herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır.”[17]
Kureyş,
insanın öldükten sonra tekrar dirileceğini söyleyen, dünyada yapılan işlerden
hesaba çekileceğini bildiren, kötülük işleyenlerin Cehennem’e, iyilik işleyenlerin
de Cennet’e gidecekleri kanununu getiren, elinden kudret ve kuvvetinin alınıp
yaptıklarından adaletle hesaba çekileceğini söyleyen bu dini kabul etmeye
yanaşmamıştı. Hayatları zayıfları ezmek, fakirleri sömürmek, hırsızlıkla kazanç
sağlamak olan Kureyş aristokrasisi bu tablodan korkmuştu. Böyle bir hesap
gününde yargılanmanın kendi aleyhlerinde olacağının bilincine vardıkları için
ısrarla karşı çıkmışlardı.
Kureyş,
Hz. Peygamber (s.a.s)’e alınacak tavırları, ilk planda onun getirdiği dine değil,
bu din ile Hz. Peygamber (s.a.s)’in toplumun neresinde bulunacağı sorusuna
verdikleri cevaplar ve bunun doğuracağı sonuçlar belirlemiştir. Açıkçası Hz.
Peygamber (s.a.s)’in söylediklerinin ne derece doğru olduğu konusundan daha
ziyade, bu söylenenlerin kendilerini ne derece etkileyebileceği konusu hep ön
plana çıkmıştır. Her şeye rağmen bu tavırların sebebi Hz. Peygamber (s.a.s)’e
güvenle yakından alakalıdır. İnkâr edenlerin güvensizliği ise sırf Hz.
Peygamber (s.a.s) hakkında ferdi ve entelektüel yargı sonucu olmayıp, araya
ekonomik ve siyasi başka faktörler girmektedir[18]
Sa’d
suresinde, Rasulüllah (s.a.s)’ın Kureyşli kabile reislerine İslamî daveti
anlatırken orada bulunanların çeşitli itirazlarda bulundukları, bunlardan
birinin şu olduğu belirtilmiştir: “Bu
sözler başka bir maksat için söyleniyor.”
Yani Hz. Peygamber (s.a.s) kuvvet ve iktidar sahibi olmak istiyor. Bize
din ve ahlak dersi veriyor, ama güttüğü hedef başkadır. Kendisi bize hâkim
olmak ve dilediğini yaptırmak istiyor.
Bunun
sadece bir iftira ve boş bir iddia olduğu apaçık ortadadır. Müşrikler sadece
kötü niyet ve düşünceleri yüzünden, Hz. Peygamber (s.a.s)’in, hak dini vaaz ve
tebliğ etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim’de bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da
Allah’ın hangi kulu ve resulü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı
ithamla karşılaştığı kaydedilmiştir. Meselâ, Firavun’un sarayındakiler Hz. Musa
ile Harun (a.s.)’un hakka davetine şu karşılığı vermişlerdir:
“ Onlar, siz ikiniz bizi atalarımızı
üzerinde bulduğumuz ‘yol’dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye
mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacaklar değiliz ” dediler.[19]
“Bu, ancak sizin gibi bir insandır.
Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor”[20]
Hak ve adalet düşmanlarının eski ve
bilinen bir taktiği vardır. Bunlar, Allah’ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve
milleti ıslaha çalışmışsa, ona derhal “iktidar
hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını vurmuşlardır. Aynı suçlamaya Hz. Musa ve
Hz. Harun (a.s.) da maruz kalmıştı. Firavun ve yandaşları, Hz. Musa ile Hz.
Harun (a.s.)’un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret sahibi olmak
istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. İsa (a.s.)’ya da atılmıştı ve
kendisinin Yahudiler’in lideri ve kralı olmak istediği söylenmişti. Kureyşli
kabile reisleri de Hz. Peygamberin (a.s.)’in iktidara talip olduğunu
düşünmüşlerdi. Nitekim bunlar bazen Hz. Peygamber (s.a.s) ile pazarlığa oturmuş
ve “ eğer sen gerçekten iktidara
talipsen, ‘muhalefeti’ bırakıp iktidar kanadına gelmelisin ki biz seni
hükümdarımız yapalım” teklifinde bulunmuşlardı.[21]
Şirkin
elebaşları Tevhit’in kendi rabliklerine son vereceğini biliyorlardı. Allah’tan
başka ilah yoktur, Rab yoktur, Melik yoktur inancının kurdukları düzenleri
yıkacağının ve tatlı hayatlarına nokta koyacağının bilincindeydiler.
Bilmedikleri, kendilerini tevhide çağıran resullerin amacının kendileri gibi
yeryüzünde rableşmek değil, kendileri de dâhil olmak üzere tüm insanları bir
tek Rabb’in huzurunda boyun eğdirmek olduğuydu. Sanıyorlardı ki, resuller
kendilerini tahtlarından alaşağı ettikten sonra boşalan tahtlarına gelip
oturacaklar ve tüm mal ve mülklerine sahip olacaklardır. Bu korkularında da yer
yer haksız değillerdi. Tevhit’i tebliğ eden resuller, yeryüzündeki tevhit
nizamının öncüleri ve tüm insanlar için “imam” olacaklardı. Kuşkusuz; insanları
kul edinmeye alışmış olan firavunlar resullerin imamlığını kabul edemezlerdi.[22]
Diğer
önemli bir olay ise, Arapların Kâbe’yi genellikle çıplak tavaf etmeleriydi.
Hatta bu konuda Arap kadınları daha da hayâsızdılar. Kendilerine göre bir dini
vecibe idi ve bundan sevap alırlardı.[23] Ayrıca burada dikkati çeken
durum, Kureyşlilerin kendilerini diğer kabilelerden üstün sayarak “hums” âdetini ihdas etmelerdir.
Buna
göre humslar, hac için Mekke’ye gelen kabilelerin ihramda bulundukları sırada
çökelek, kızarmış ve yanmış her hangi bir şey yememelerini, ihramda
bulundukları müddetçe yünden yapılmış çadırlara girmemelerini, ancak deriden
yapılmış çadırlarda korunmalarını isterlerdi. Hatta daha da ileri giderek “hac
ve umre maksadıyla” mukaddes bölgenin dışından gelenler, bu bölgeden mukaddes
bölgeye getirdikleri yemekleri yememelerini ve tavaflarını ancak humuslardan
aldıkları elbiselerle yapmaları gerektiğini söylerlerdi. Bu elbiseler elde
edilmediği zaman, Kâbe’nin çıplak tavaf edilmesini emrederlerdi.
Ancak
tavaf eden kadın veya erkek böyle yapmaktan çekinirse, kendi bölgesinden
getirdiği elbiseyle tavaf eder, fakat tavaftan sonra onları atar ve hiçbir
zaman onlardan faydalanamaz ve ebediyen kimse ona dokunamazdı. Araplar bu
elbiseye “Lekâ” adını vermişlerdi.
Kureyşliler bütün bu uygulamaları Araplara kabul ettirmişlerdi.[24]
Allah
(c.c.) onların bu şekilde tavaflarını yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “ Ey Âdemoğulları, her mescit huzurunda
ziynetinizi alın(giyin). Yiyin, için, israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri
sevmez. De ki: onlar dünya hayatında iman edenler içindir…”[25]
Müşriklerin bu adetlerinde de menfaat peşinde olduklarını görmekteyiz.
Çünkü yapmış oldukları bu uygulama, bir yandan kendilerine ekonomik çıkar
sağlarken (hums âdeti), bir yandan cinselliği ön plana çıkarıyordu (Kâbe’yi
çıplak bir şekilde tavaf ettirmek). Bu da müşrikler arasında ahlaksızlığı, çirkefliği
ve cinsel ilişkiyi ortaya çıkarıyor ve insanları buna sevk ediyordu.
Hâlbuki
Hz. Muhammed (s.a.s), tavaf konusunda yeni uygulamalar getirerek, yapmış
oldukları ahlaksızlığı, sömürüyü yasaklıyordu.
Sonuç
itibariyle, Hz. Peygamber, müşrikleri, tek olan, kendisinden başkasına ibadet
edilemeyen, adaletli ve sonsuz merhamet sahibi olan Allah’a davet edince onlar
neye uğradıklarını şaşırmış ve tek çareyi Resulullah’a karşı koymakta
bulmuşlardır.
Şirkin
elebaşları tevhidin kendi rabliklerine son vereceğini bilerek, bunu kolayca
kabul edecekleri düşünülemezdi. Rasulüllah onları hak ve adalete çağırdığında,
diğer kavimlerin yaptığı gibi “iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını
vurmuşlardı. Hâlbuki kendilerinden başka zeki ve üstün kimsenin olmadığını
düşünen şirkin elebaşları hiç liderlik ve hükümdarlık isteyen bir kimsenin,
kendisine gerek güzellikle gerekse tehdit karışımı müzakereler sonunda;
zenginlik, liderlik, şöhret kısaca her şeyi vermeyi taahhüt edenlere karşı, “ Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime
verseler yüne de bu davamdan vazgeçmem” cevabını vererek reddetmesi
düşünülebilir mi? şirkin elebaşları,
taassuptan uzak, akl-ı selim ile Hz. Peygamber (s.a.s)’i dinlemiş olsalardı,
Rasulullah’ın onların mevki ve makamlarında gözü olmadığını göreceklerdi.
[1]
Bakara: 158, Al-î İmran: 96, Hacc: 27.
[2]
Köksal, III/48.
[3]
Kapar, s.118.
[4]
Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, I/210.
[5]
Kapar, s.118.
[6]
Muhammed Abîd El-Cabirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, Çev. Vecdi Akyüz, İst., 2001,
s.128-129.
[7]
Mü’minün:84-87
[8]
Yunus: 18
[9]
Zümer: 3
[10]
Cabirî, 129
[11]
Cabirî, s.130–134.
[12]
Cabirî, s.135–136.
[13]
İbrahim Görener, İslami Araştırmalar,
Hz Peygamber ve Sosyal Gerçeklik,
cilt 15, Sayı 4, 2002, s.517
[14]
Görener, s.521
[15]
Hizmetli, s.221
[16]
Karia: 1–11
[17]
Abese: 33–37
[18]
Görener, s.515
[19]
Yunus, 78
[20]
Mü’minun, 24
[21]
S. Ebu’l-E’lâ el-Mevdudî, Tarih Boyunca
Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Çev. Ahmet Asrar İst.1992,II/407
[22]
Ünal, s.158-159.
[23]
İbn Hişam I/265. Mevdudi, I/269.
[24]
İbn Hişam, I/269.
[25]
Araf, 31–32.
0 yorum:
Yorum Gönder