20 Temmuz 2017 Perşembe

Mekkeli Müşriklerin İslamiyete Karşı Çıkmalarında Etkili Olan Faktörler ( II )

         Edip Akyol                  
         III-      EKONOMİK KAYGI

Mekke şehri; İlahi mabet olan Kâbe’si ile Arap ülkesinin biricik dini merkezi olup her yıl oraya Hac mevsiminde Hac için, diğer zamanlarda da Umre için her taraftan akın akın gelinirdi.[1]
Bunun için Kâbe’yi açmak, kapamak, korumak demek olan Hicabe, hacıların su ihtiyacını karşılamak demek olan Sikaye, hacılara yemek yedirmek demek olan Rifade gibi dinî hizmetlerin yanı sıra, Darun-Nedve diye anılan idare meclisi ile sancaktarlık demek olan Lîva, başkumandanlık demek olan Kiyâde gibi askeri hizmetler de, İhdas ve kabilelerin ulularına tevcih edilmiş bulunuyordu. Babadan evladına geçen bu hizmetler kendilerine, hem büyük nüfuz hem de büyük çıkarlar sağlamaktaydı.[2]
Kâbe nedeniyle dinî bir merkez durumunda olan Mekke’ye Hac veya Umre için gelen insanlar aynı zamanda ticarî faaliyete katılmaktaydılar. Çünkü hemen Hac öncesi Mekke civarında kurulan panayırlar kabileler arasında alışverişi Hac zamanına kadar hızlandırıyordu. Mekke’ye kabilelerin gelişi Kâbe’deki putların ziyareti içindi. Şayet putperestlik, bilhassa Mekke’de değerini yitirip tümüyle kalkacak olursa, Mekke ve halkı ticari yönden değerini ve canlılığını kaybetmiş olacaktı. Bu yüzden Mekkeliler putperestliği müdafaa durumuna düşmüş ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in tebliğine karşı çıkmışlardı.[3]
            Kâbe’ye hizmet edenlerin karşı koymaları da bu ekonomik sebebe dayanıyordu. Bunlar da putlara hizmet edip onları ziyaret edenlere bakmak suretiyle elde etmekte oldukları servet ve nüfuzlarını kaybedeceklerdi. Mekke halkı da genellikle aynı şekilde düşünüyor ve eğer putlar terk edilirse, Mekke’yi ziyarete gelenlerin de tükeneceğini zannediyorlardı.
            Araplar arasında put ticareti de yaygındı. Lât, Menat, Uzza ve Hubel putları şeklinde put imal edenler vardı. Bunlar yaptıkları putları Kâbe’yi ziyarete gelenlere satıyorlardı.[4] Hâlbuki İslam dini putlara tapmayı, onların yapılmasını ve satılmasını haram kılıyordu. Bu nedenle Put ticareti yapan bu kimseler, İslam’ı put ticaretini kökünden kazıyan bir unsur olarak görüyordu. Bu sebeple çıkarları yüzünden İslam’a cephe aldılar. Yani Mekkeli müşriklerin dini kaygılarından ziyade, bütün gelişmelerin ekonomik kaygılardan dolayı meydana geldiğidir.
            Gerek müşriklerin liderleri, gerek Kâbe hizmeti yapanlar ve gerekse Mekke halkı, kendilerinin dinî ve ticarî durumlarını sarsabilecek her yeni harekete şiddetle karşı koymayı çıkarlarının bir gereği olarak saymaktaydılar. Burada tevhid dinine ilişkin değerlerin ticarî değerlere dönüştüğünü, ticaretin gittikçe dinin yerini almaya başladığını görüyoruz. Dini değerleri yeniden aslî konumlarına getirmek isteyen peygamberlerin görevinin de bu bakımdan son derece güç olduğunu söyleyebiliriz.
            Hz. Muhammed (s.a.s)’e düşmanca davrananlar arasında Ebû Cehil, oğlu İkrime, Amr b. Hadramî, Ebû Süfyan, Ümeyye b. Halef büyük kervanlara sahip birer tüccar idiler. Ayrıca lüks içinde ve çılgınca sürdürdükleri bu hayat İslam’ı kabul etmeleri halinde son bulmuş olacaktı. Hâlbuki böyle bir hayat onlar için alışılmış, bırakılması çok zor bir davranış modeliydi. İşte bu düşünceden hareketle ticarî saltanatlarına son verilmemesi için Hz. Muhammed (s.a.s)’e karşı çıkıyorlardı.[5] Çünkü bu liderler ve özellikle zengin olanlar, idarecilik nüfuzları sayesinde çok çıkar sağlıyordu.
            Cahiliye Araplarına göre Hac, yalnızca dinî bir esas değildi. Ayrıca çok önemli ticarî bir uğraştı. Dolayısıyla Hac mevsiminde ticaret işleri ile ibadet işleri birbirine girmişti.
            Bütün tarihî tanık ve kanıtlar, Kureyş’in ve genel olarak Arap yarımadası sakinlerinin yaşayışlarında dine fazla önem vermediklerini gösteriyor. Arap yarımadasında Yahudilik ile Hristyanlık’ın bazı merkezlerinin bulunmasına, puta tapıcılığın ve Sabiilik’in (hermetik asıllı haniflik) yayılmasına rağmen, dinî inanç cahiliyye Araplarının yaşayışında önemli bir yere sahip değildi. Gerçekten dikkati çeken şey, Arap Yarımadası’nda en büyük dinî merkez olan Mekke’de “din adamları” yoktu. Çok garip biçimde Mekke ile veya İslami davet ile ilgili haberlerde din adamlarının anıldığını görmüyoruz. Hz. Muhammed (s.a.s)’in karşıtlarının din adamları olduklarına dair hiçbir kanıt da yoktur. İster Kâbe’yle, isterse Lât, Menat, Uzza zülhalasa ve öteki Arap tanrılarıyla ilgili olsun, perdedarlık (Sidane) yalnızca kapının açılıp-kapanmasına, mekânın maddi korumasına özgü bir hizmetti. Bu dini bir makam değildi. Ayrıca din işlerinde bir ihtisaslaşmayı da gerektirmiyordu.[6]
            Öte yandan, genel olarak Araplar Allah’a inanırlardı. Kur’an‘ın şu ayetleri buna tanıklık ediyor: “ Deki: Biliyorsanız söyleyin. Yer ve onda bulunanlar kimindir? ‘Allah’ındır’ diyecekler. Deki: öyleyse ders almaz mısınız? Deki: Yedi göğün de Rabbi, Yüce arşın da Rabbi kimdir? ‘Allah’tır’ diyecekler. Deki: Öyleyse, O’na karşı gelmekten sakınmaz mısınız? [7] Araplar müşriktiler, yani Allah’ın yanı sıra aracı edindikleri daha küçük tanrılara da inanıyorlardı: “ Onlar, Allah’ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da vermeyen putlara taparlar. Derler ki: Bunlar, Allah’ın katında bizim şefaatçilerimizdir.”[8] “….Allah’ı bırakıp da putlardan dostlar edinenler derler ki: Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.”[9]
            Ne var ki Kureyş’ten “Müşrikler” Allah’a inanıyorlar ve tanrılarını ona aracı ediniyorlarsa da, içlerinden makam ve mali nüfuz sahibi olan bazıları, zındık ve dehri (Ateist) idi. Ümeyyeoğulları’nın lideri Ebû  Süfyan b. Harb, yine Ümeyyeoğulları’ndan ve Hz. Peygamber (s.a.s)’e en çok eziyet verenlerden Ukbe b. Mu’ayt, Ubey b. Halef el-Cumahi, Nadr b. Halis b. Kelde, el-Haccac es-Süheyman’ın iki oğlu Münebbih ve Nebih, Asi b. Vail es-Sehmi, Velid b. Muğire el-Mahzumi bunlardandı. Hepsi de Muhammedî davetin büyük düşmanlarındandı.” Zındıklığı Hire Hıristiyanlarından öğrenmişlerdi. (Zındık: Evrenin ebediliğini benimseyen kişi demektir. )[10]
            Böylece, tanrılarına saldırdığı iddiasıyla direnen Muhammedî davetin karşıtlarının başında bu “dinsizler”in bulunması, tanrılarını savunmalarının dinî sebeplerle değil, bu tanrılar sayesinde elde edilen kazanç ve çıkarları yüzünden olduğunu gösterir. Bu çıkar ve kazançlardan, Mekke’nin Hac gelirleri ve onunla bağlantılı mahallî ve milletler arası ticaretten başkası değildir.
            Kureyş, yalnızca Araplar açısından değil, milletler arası açıdan da Mekke’nin ekonomik önemini kavrıyordu. Muhammedî davet ortaya çıktığında, Habeş kralının Yemen valisi Ebrehe’nin Mekke’ye saldırı hatırası Kureyş’in hafızasında capcanlı bir anı olarak duruyordu. Hz. Muhammed (s.a.s)’in doğduğu yıl meydana gelmişti. Bu “Fil yılı” (M. 570) olarak bilinir.  Saldırı aslında milletler arası ticareti Yemenlilerin eline, dolayısıyla Bizans müttefiki Habeşistan’a taşımak suretiyle Yemen ile Suriye arasındaki milletler arası ticaretteki Mekke hâkimiyetinden kurtulma amacı gütmekle birlikte, bu hedefin gerçekleşmesi bir dinî merkez olarak da Mekke’yi yok etmeyi gerektiriyordu. İşte bu yüzden Ebrehe’nin saldırısı, Kâbe’yi yıkmayı ve Arap haccını kaldırıp, Yemen’de yaptırdığı mabet olan “Klis”e hac yaptırmayı da hedefliyordu. Arap hafızası, bu olayın ayrıntılarını canlı tutmuştur. Kureyş’in sosyal-dinî ve siyasî muhayyilesi buna büyük bir zenginlik de katmıştı.
            Mekke’nin o sıradaki milletler arası ticaretteki önemini gösteren biricik olay, Ebrehe’nin saldırısı değildir. Ayrıca göründüğü kadarıyla, ticarî önemi eskiden beri komşu devletlerin, özellikle Bizans’ın dikkatini oraya yöneltmiştir.[11]
            Kureyş, milletler arası ticarî bir merkez olarak Mekke’nin bu ileri derecedeki önemini korumasını sağlayan milletler arası şartlardan habersiz değildi.
            Mekke’nin önemi ve orada ekonominin dinle bağlantısının bilincinde olan Kureş’in, her yeni çağrıdan çekinmesi ve onda, özellikle Sasanî, Bizans, Hire, Yemen ve Habeş kralları gibi rakipler çok sayıda iken, ekonomik çıkarlarına el koymak isteyen “dış bir el” bulunduğunu düşünüyordu. Bu aynı zamanda, bazı Müslümanların Habeşistan’a hicreti karşısında Kureyş’in hemen tepki göstermesini de açıklar.[12]
            Sonuç itibariyle, hem Kureyş liderliğinin hem de Mekke zenginlerinin Allah evinin Mekke’de olması ve onun bakımının ve buradaki düzen işleyişinin bunlara ait olması nedeniyle ellerinde bulundurdukları,  Mekke’nin taşıdığı, merkezde bulunuş ayrıcalığı ve bu ayrıcalık ile sağlama alınmış bulunan kültüre büyük maddi çıkarlar konusundaki endişeleridir. Ayrıca Mekke halkının kişisel çıkar konularını bir tarafa bırakırsak İslam’a karşı koyma sebepleri onun siyasî ve ekonomik sonuçlarından korkmalarıdır.

           
IV-      MEKKE ARİSTOKRATLARININ ÇIKAR VE SAYGINLIK ENDİŞESİ

            Mekkeli Müşriklerin Hz. Peygamber (s.a.s)’e karşı koymalarının en önemli sebeplerinden biri de, Arap toplumu içerisindeki önemli konumları idi. Çünkü bu liderler ve özellikle zengin olanlar, idarecilik nüfuzları sayesinde çok çıkar sağlarlardı. Ayrıca Kâbe’nin (Allah evinin) Mekke’de olması ve buranın idareciliğini ellerinde bulundurmaları, onlara bir ayrıcalık sağlamasıyla birlikte ekonomik çıkar da sağlıyordu.
            Mekkeli Müslümanlar çoğunlukla ya orta veya alt tabakaya ait insanlardandı. İlk Müslümanlar arasında zengin ve soylu insanların varlığını görmekteyiz. Ama Hz. Ömer Müslüman olmadan önce de bu şahıslar, ibadetlerini açıktan yapma gücünü kendilerinde bulamamışlardı. Bu açıdan kendilerinin ekonomik veya kabile üstünlükleri, onlara Mekke toplumunda gerçek anlamda bir güç verememiştir. Onlar Müslüman oldukları takdirde sıkıntılara girebileceklerini biliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s)’e ilk uyanlar, ellerindeki mevcut zenginliğin ve gücün kendilerinden gitmesi pahasına İslam’ı kabul edip etmeme engeli ile karşılaşmışlardı. Bu engeli – ya ona güvendikleri için ya da zaten sosyal statü itibariyle düşük oldukları için – aşanlar ona uyabildiler. Engeli aşamayanlar ise Hz. Peygamber (s.a.s)’e cephe aldılar. Onlardan, Mekkeli liderlerin bu reddedişlerindeki gerekçeleri, gelen yeni din ile kendi otoritelerini kaybetme korkusu idi. Ayrıca bunun kendi ekonomik güçlerini de zayıflatacağına inanıyorlardı.[13]
            Mekke halkının Hz. Peygamber (s.a.s)’e bakışı, ekonominin kaynağı olan Kâbe’nin bu durumunu yitirmesine sebep olarak, otoriteyi zayıflatacak ve asabiye geleneğini ortadan kaldıracak bir kişi tarzındadır. Bu sebeple özellikle asabiye geleneğinden istifade eden Kâbe’nin gelirlerinden pay alan ve otoriteyi elinde bulunduran üst sınıfla, hayatlarının devamı tamamen bu üst sınıfa bağlı bulunan alt sınıf Hz. Peygamber (s.a.s)’e şiddetle karşı gelmişlerdi.[14]
            İslam’ın savunduğu düşünce ve getirdiği sosyal, ekonomik, siyasi, idari ve ticari hayatla ilgili ilkeler de Kureyş’in şiddetle yeni dine mukavemet etmesinin unsurlarını teşkil etti. Zira İslam, şirk ve putperestliği reddediyor, bunların yerine Tevhid inancını getiriyordu. Kabileciliği, ırk ve renk üstünlüğünü kaldırıyor, takvayı yegane üstünlük ölçüsü yapıyordu. Köleliği ortadan kaldırıcı tedbirler getiriyor, doğal hakları itibariyle efendisi ile köleyi, kadınla erkeği eşit tutuyordu. Mafyacılığı, tefeciliği, hırsızlığı, kan davasını, fuhuş ve adam öldürmeyi yasaklıyor, bunların yerine hak ve adalet esasına dayanan, toplumsal barışı sağlayan bir hayat anlayışı getiriyordu. Öldükten sonra dirilme ve dünya işlerinden hesaba çekilme anlayışı getiriyor ve sömürücülüğü reddediyordu.[15]
            İslam dini, insanların öldükten sonra, tekrar dirileceklerini ve hesaba çekileceklerini, iyilik yapanlara mükâfatları, kötülük yapanlara da cezalarının verileceğini bildirmiştir. Allah bu konuda şöyle buyuruyor: “Kapıları çalacak olan o dehşetli hadise” “o kızgın bir ateştir.”[16]
            “kıyamet çığlığı geldiği zaman” “O gün, herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır.”[17]
            Kureyş, insanın öldükten sonra tekrar dirileceğini söyleyen, dünyada yapılan işlerden hesaba çekileceğini bildiren, kötülük işleyenlerin Cehennem’e, iyilik işleyenlerin de Cennet’e gidecekleri kanununu getiren, elinden kudret ve kuvvetinin alınıp yaptıklarından adaletle hesaba çekileceğini söyleyen bu dini kabul etmeye yanaşmamıştı. Hayatları zayıfları ezmek, fakirleri sömürmek, hırsızlıkla kazanç sağlamak olan Kureyş aristokrasisi bu tablodan korkmuştu. Böyle bir hesap gününde yargılanmanın kendi aleyhlerinde olacağının bilincine vardıkları için ısrarla karşı çıkmışlardı.
            Kureyş, Hz. Peygamber (s.a.s)’e alınacak tavırları, ilk planda onun getirdiği dine değil, bu din ile Hz. Peygamber (s.a.s)’in toplumun neresinde bulunacağı sorusuna verdikleri cevaplar ve bunun doğuracağı sonuçlar belirlemiştir. Açıkçası Hz. Peygamber (s.a.s)’in söylediklerinin ne derece doğru olduğu konusundan daha ziyade, bu söylenenlerin kendilerini ne derece etkileyebileceği konusu hep ön plana çıkmıştır. Her şeye rağmen bu tavırların sebebi Hz. Peygamber (s.a.s)’e güvenle yakından alakalıdır. İnkâr edenlerin güvensizliği ise sırf Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında ferdi ve entelektüel yargı sonucu olmayıp, araya ekonomik ve siyasi başka faktörler girmektedir[18]
            Sa’d suresinde, Rasulüllah (s.a.s)’ın Kureyşli kabile reislerine İslamî daveti anlatırken orada bulunanların çeşitli itirazlarda bulundukları, bunlardan birinin şu olduğu belirtilmiştir: “Bu sözler başka bir maksat için söyleniyor.”  Yani Hz. Peygamber (s.a.s) kuvvet ve iktidar sahibi olmak istiyor. Bize din ve ahlak dersi veriyor, ama güttüğü hedef başkadır. Kendisi bize hâkim olmak ve dilediğini yaptırmak istiyor.
            Bunun sadece bir iftira ve boş bir iddia olduğu apaçık ortadadır. Müşrikler sadece kötü niyet ve düşünceleri yüzünden, Hz. Peygamber (s.a.s)’in, hak dini vaaz ve tebliğ etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah’ın hangi kulu ve resulü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla karşılaştığı kaydedilmiştir. Meselâ, Firavun’un sarayındakiler Hz. Musa ile Harun (a.s.)’un hakka davetine şu karşılığı vermişlerdir:
            “ Onlar, siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz ‘yol’dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacaklar değiliz ” dediler.[19]
            “Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor”[20]
Hak ve adalet düşmanlarının eski ve bilinen bir taktiği vardır. Bunlar, Allah’ın hangi kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslaha çalışmışsa, ona derhal “iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını vurmuşlardır. Aynı suçlamaya Hz. Musa ve Hz. Harun (a.s.) da maruz kalmıştı. Firavun ve yandaşları, Hz. Musa ile Hz. Harun (a.s.)’un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. İsa (a.s.)’ya da atılmıştı ve kendisinin Yahudiler’in lideri ve kralı olmak istediği söylenmişti. Kureyşli kabile reisleri de Hz. Peygamberin (a.s.)’in iktidara talip olduğunu düşünmüşlerdi. Nitekim bunlar bazen Hz. Peygamber (s.a.s) ile pazarlığa oturmuş ve “ eğer sen gerçekten iktidara talipsen, ‘muhalefeti’ bırakıp iktidar kanadına gelmelisin ki biz seni hükümdarımız yapalım” teklifinde bulunmuşlardı.[21]
            Şirkin elebaşları Tevhit’in kendi rabliklerine son vereceğini biliyorlardı. Allah’tan başka ilah yoktur, Rab yoktur, Melik yoktur inancının kurdukları düzenleri yıkacağının ve tatlı hayatlarına nokta koyacağının bilincindeydiler. Bilmedikleri, kendilerini tevhide çağıran resullerin amacının kendileri gibi yeryüzünde rableşmek değil, kendileri de dâhil olmak üzere tüm insanları bir tek Rabb’in huzurunda boyun eğdirmek olduğuydu. Sanıyorlardı ki, resuller kendilerini tahtlarından alaşağı ettikten sonra boşalan tahtlarına gelip oturacaklar ve tüm mal ve mülklerine sahip olacaklardır. Bu korkularında da yer yer haksız değillerdi. Tevhit’i tebliğ eden resuller, yeryüzündeki tevhit nizamının öncüleri ve tüm insanlar için “imam” olacaklardı. Kuşkusuz; insanları kul edinmeye alışmış olan firavunlar resullerin imamlığını kabul edemezlerdi.[22]
            Diğer önemli bir olay ise, Arapların Kâbe’yi genellikle çıplak tavaf etmeleriydi. Hatta bu konuda Arap kadınları daha da hayâsızdılar. Kendilerine göre bir dini vecibe idi ve bundan sevap alırlardı.[23] Ayrıca burada dikkati çeken durum, Kureyşlilerin kendilerini diğer kabilelerden üstün sayarak “hums” âdetini ihdas etmelerdir.
            Buna göre humslar, hac için Mekke’ye gelen kabilelerin ihramda bulundukları sırada çökelek, kızarmış ve yanmış her hangi bir şey yememelerini, ihramda bulundukları müddetçe yünden yapılmış çadırlara girmemelerini, ancak deriden yapılmış çadırlarda korunmalarını isterlerdi. Hatta daha da ileri giderek “hac ve umre maksadıyla” mukaddes bölgenin dışından gelenler, bu bölgeden mukaddes bölgeye getirdikleri yemekleri yememelerini ve tavaflarını ancak humuslardan aldıkları elbiselerle yapmaları gerektiğini söylerlerdi. Bu elbiseler elde edilmediği zaman, Kâbe’nin çıplak tavaf edilmesini emrederlerdi.
            Ancak tavaf eden kadın veya erkek böyle yapmaktan çekinirse, kendi bölgesinden getirdiği elbiseyle tavaf eder, fakat tavaftan sonra onları atar ve hiçbir zaman onlardan faydalanamaz ve ebediyen kimse ona dokunamazdı. Araplar bu elbiseye “Lekâ” adını vermişlerdi. Kureyşliler bütün bu uygulamaları Araplara kabul ettirmişlerdi.[24]
            Allah (c.c.) onların bu şekilde tavaflarını yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “ Ey Âdemoğulları, her mescit huzurunda ziynetinizi alın(giyin). Yiyin, için, israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: onlar dünya hayatında iman edenler içindir…”[25]
            Müşriklerin bu adetlerinde de menfaat peşinde olduklarını görmekteyiz. Çünkü yapmış oldukları bu uygulama, bir yandan kendilerine ekonomik çıkar sağlarken (hums âdeti), bir yandan cinselliği ön plana çıkarıyordu (Kâbe’yi çıplak bir şekilde tavaf ettirmek). Bu da müşrikler arasında ahlaksızlığı, çirkefliği ve cinsel ilişkiyi ortaya çıkarıyor ve insanları buna sevk ediyordu.
            Hâlbuki Hz. Muhammed (s.a.s), tavaf konusunda yeni uygulamalar getirerek, yapmış oldukları ahlaksızlığı, sömürüyü yasaklıyordu.
            Sonuç itibariyle, Hz. Peygamber, müşrikleri, tek olan, kendisinden başkasına ibadet edilemeyen, adaletli ve sonsuz merhamet sahibi olan Allah’a davet edince onlar neye uğradıklarını şaşırmış ve tek çareyi Resulullah’a karşı koymakta bulmuşlardır.
            Şirkin elebaşları tevhidin kendi rabliklerine son vereceğini bilerek, bunu kolayca kabul edecekleri düşünülemezdi. Rasulüllah onları hak ve adalete çağırdığında, diğer kavimlerin yaptığı gibi “iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük” damgasını vurmuşlardı. Hâlbuki kendilerinden başka zeki ve üstün kimsenin olmadığını düşünen şirkin elebaşları hiç liderlik ve hükümdarlık isteyen bir kimsenin, kendisine gerek güzellikle gerekse tehdit karışımı müzakereler sonunda; zenginlik, liderlik, şöhret kısaca her şeyi vermeyi taahhüt edenlere karşı, “ Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler yüne de bu davamdan vazgeçmem” cevabını vererek reddetmesi düşünülebilir mi?  şirkin elebaşları, taassuptan uzak, akl-ı selim ile Hz. Peygamber (s.a.s)’i dinlemiş olsalardı, Rasulullah’ın onların mevki ve makamlarında gözü olmadığını göreceklerdi.





[1] Bakara: 158, Al-î İmran: 96, Hacc: 27.
[2] Köksal, III/48.
[3] Kapar, s.118.
[4] Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, I/210.
[5] Kapar, s.118.
[6] Muhammed Abîd El-Cabirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, Çev. Vecdi Akyüz, İst., 2001, s.128-129.
[7] Mü’minün:84-87
[8] Yunus: 18
[9] Zümer: 3
[10] Cabirî, 129
[11] Cabirî, s.130–134.
[12] Cabirî, s.135–136.
[13] İbrahim Görener, İslami Araştırmalar, Hz Peygamber ve Sosyal Gerçeklik, cilt 15, Sayı 4, 2002, s.517
[14] Görener, s.521
[15] Hizmetli, s.221
[16] Karia: 1–11
[17] Abese: 33–37
[18] Görener, s.515
[19] Yunus, 78
[20] Mü’minun, 24
[21] S. Ebu’l-E’lâ el-Mevdudî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Çev. Ahmet Asrar İst.1992,II/407
[22] Ünal, s.158-159.
[23] İbn Hişam I/265. Mevdudi, I/269.
[24] İbn Hişam, I/269.
[25] Araf, 31–32.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar