Dr. Necdet Subaşı
Akademiye yönelik ilgilerimi her
geçen gün biraz daha körelten bir ortamda fakülteyi vakti saatinde
tamamlayabilmenin hesabını yapıyordum. Okul bir şekilde bitecekti ama burada
kalmamı gerektirecek hiçbir motivasyona da sahip değildim. Kalsam ne olacak diye
soruyordum kendime. Elimden kim tutacaktı bu hengâmede? Yola çıkarken kim beni
de terkisine alacaktı?
Benden ne köy olur, ne kasaba diye
düşünüyordum! Doğru olabilir miydi bu? Herkes aynı fikirdeydi sanki, öyle
hissediyordum. Bana kalsa bunların hiçbirini önemsemeyecektim ama çok gençtim,
evdekilerin beklentilerini karşılayacak bir cevabın peşindeydim.
Fakültedeki siyasi eğilimler
içindeki taksimata göre bize yakın olanlar da vardı, bizden uzak olanlar da.
Bizimkilerin dünyasındaki yerim fena sayılmazdı. Kendine özgü bir haylazlığım
vardı. Belki laftan da anlamazdım. Çokbilmiş ama dertli biriydim belki. Kafa
yorduğum şeyler sabi sübyanın saflığında bir ayardaydı ama orasından burasından
bizimkilerle kesişen yanları da vardı. Öbürleri için ise ben bir şekilde def
edilmesi gereken bir fenomendim. İlgilerim, yaslandığım değerlerimle biraz
“kökü dışarıda” ya da ne bileyim işte belki de kökü çok fazla içerilerde bir
yerde kaybolmuş gibiydim. Okuyup yazdıklarımla ne bizimkilere ne de diğerlerine
bir ümit vermekten uzaktım. Beni bu hâle kim getirmişti? Benden hiç de
“ileride” sayılamayacak arkadaşlarım bile girdikleri sınavlarda her zaman
yüksek puan almayı başarıyorlardı. En sevdiğim dersten düşük not alma rekorunu
kimseye kaptıramayışım nasıl açıklanabilirdi? Tembel miydim? Hayır. Peki neler
oluyordu? Sonunda aradığım cevabı bulmuştum: Hocam ya beni sevmiyor takıyordu,
ya da beni anlamıyor takmıyordu.
Sosyolojiye bayılıyordum. Etrafta
olup bitenlerin bir açıklaması vardı, bundan emindim. Belki orada olup bitenleri
kavramam için yeni birtakım okumalara ihtiyacım vardı. Erzurum gibi ıssız bir
yerde herkesin keyifle tüketmeye azmettiği hayatı bir tarafa iteklemiş, oturmuş
sabah akşam okuyordum. Psikoloji de sosyolojiden geri kalmıyordu benim için.
Aslında ikisine de garip sayılabilecek düzeyde bir tutkum vardı. Sonradan bu
alanların duayenleri olduğunu öğrendiğim isimlerin çoğunu daha bu dersleri
almadan çoktan okumuştum. Biri benim için birine bir şey sorsa, o da herhâlde
hiç düşünmeden “O mu? O hep okur” derdi hiç başka bir şey eklemeden.
Freud da tanıdıktı Jung da. Erich
Fromm’un kitaplarını okumaya başladığımda mesela zihnimde tamı tamına
şekillenmiş bir faşizm kavramı bile yoktu. Anlamadığım şeyler çoktu ama gün
geçtikçe birbiri üstüne yığılan bu metinlerden İnsan Denen Meçhul açıktan
sırıtmaya başlamıştı. Sadık Kılıç hoca benimle yakından ilgilenirdi. Bana
verdiği her bir kitapta benim artık bir çizik dahi atmama fırsat vermeyecek
derecede karalanmış sayfalar vardı. Mesela Sevgi ve Şiddetin Kaynağı belli ki defalarca
okunmuş, âdeta hatmedilmişti ve kitabın kenarlarına düşülmüş bir sürü not da
bana onu mutlaka anlamam gerektiği hususunda garip telkinler içeriyordu.
İlgilerim başka pek çok arkadaşımla
kıyaslanmayacak kadar çok ve derindi. Ancak okul ortamında muhatap olduğumuz
hocalar için benim gibilerin hiç mi hiç değeri yoktu. O günlerde olup bitenleri
genellikle onların pedagojik yetersizliklerine yorardım. Bu kanaatim ilerde de
pek değişmedi gerçi ama sanırım kendi aralarındaki kutuplaşmışlıkları, arada
bizim gibilerin heder olmasına yol açıyordu. Yine de aradan yıllar geçtikten
sonra bütün bu ayrışmaları, kopuşmaları, zıtlık ve gerilimleri olumlu anlamda
değerlendirme gücüne eriştiğimi düşünüyorum. Her biri başka mecralardan gelmiş
bu insanlar, tabi oldukları hakikat iddialarına sıkı teslimiyetle ayakta
durmaya çalışmışlardı; bağlı bulundukları değerler onlardan sadece bu
teslimiyeti istiyordu. Başka ne yapabilirlerdi?
Kimseyi abartacak değildim. Ne
yapacaksam kendi başıma yapacaktım. Arada uğradığım, kendilerinden beslendiğim
hocalar az değildi. Şöyle topluca bir baktığımda okulun tamamına yayılabilecek
süreç içinde ilgilerim artıp eksilse, veya bazılarında daha da yoğunlaşsa da
derse giren hocalarının dışında arada kapılarını tıklayıp muhabbetlerine dâhil
olduğum hocaların sayısı hiç de fazla değildi. Sevdiklerim vardı, uzaktan el
ettiklerim de... Fakat hepsinin kapısını rahatlıkla tıklatabilecek bir aşka da
şevke de sahip değildim. Ayrıca değme kimsede olmayacak kadar çok sayıda
ağabeylerim vardı. Onların okuduklarını takip ediyor, onlara öykündüğüm ölçüde
ben de kendi yolumu tutturmaya çalışıyordum.
Bir yıl sonra okul bitiyordu. Koca
İlahiyat gözümde büyüttüğüm kadar değilmiş. Önümde sadece bir tez kalmıştı. Onu
da süresi içinde tamamladım mı bütün zamanlarını bir diploma sahibi olup işe
atılmak için tüketenlerden hiç de geri kalmayacak, onlarla birlikte hayata
karışacaktım. Kendi yönelimlerimle anonim hedefler arasındaki farkı büyüten tek
şey okumalarımdı. Arkadaşlar bir yolunu bulmuş, tez konularını belirlemiş,
hatta ben daha işe koyulmadan onlar çalışmalarını neredeyse danışmanlarına
teslim eder hâle gelmişlerdi. Kimi eski bir tezi alıp onu yeniden üretiyor,
kimi kütüphanede pelür kâğıtlarla yazılmış birkaç tezi birleştirerek onlardan
sözüm ona yeni bir metin devşiriyordu.
Kiminle çalışabilirdim? Bu önemli
bir sorundu benim için. Hem dert ettiğim bir konu var mıydı? Daha ilk başta tez
denen şeyin onu yöneten kim olursa olsun öncelikle bir dertle ancak ortaya
konabileceğini öğrenmiştim. Biraz abarttığım doğruydu ama işe nasıl başlarsam
arkası da öyle sürecekti. Dinin sosyolojisinde de psikolojisinde de ilgili
hocalardan tez yapacak cesaretim yoktu, olanlarını da sanki çar çur etmiştim.
Puanlarım zaten tutmuyordu ama ne yalan söyleyeyim, onlardan herhangi biriyle
tez yaparsam, bu lisans düzeyinde de olsa kendimi hızara sokmuş gibi olacaktım.
Kendimi seviyor muydum? Evet. Bugüne kadar bir şekilde emekle çıkılmış
hasbelkader bir “su basmanı”m vardı. Her şeyin yerli yerine oturtulması
lazımdı. Bir inşaat gibiydim sanki, temelleri yeni atılmış taze bir inşaat.
Etrafımda sonradan çıkarılacak kalıp tahtaları vardı görüyordum. Tam da bu
noktada esas karkasın tamamlanması için iyi bir rehbere ihtiyacım vardı. Sonra
da kapatmak vardı boşlukları, pencereleri, kapıları takmak vardı, açmak ve
kapatmak...
Benim şimdi anlatacaklarım üzerine
başka bir şey yazılmış mıdır bilmiyorum. Övgülerle dolu pek çok yazıdan
haberdarım ama bence birilerinin kalkıp İhsan Hoca’yı bütün boyutlarıyla kaleme
alması gerekir. Benim için İhsan Süreyya Sırma derslerde sahiden nefes almayı
başardığım birkaç rahat adamdan biriydi. Tezi ondan almaya karar vermiştim.
Yusuf Ziya Kavakçı çok hoştu ama ona sokulmak zordu. Dersleri gırgır şamataydı.
Fıkıh gibi derinlik isteyen bir alanı öylesine şenlikli bir dille işlerdi ki
biz bu vesileyle nerden girer nerden çıkardık, şimdi hatırlayanlar eminim gülüp
kırılacaklardır. Hocanın imalarını yakalamakla sürek avına çıkmak arasında
hiçbir fark yoktu. Onca bilmişliğime, bir o kadar da üzerime yapışmış
bilgiçliğime rağmen anlattıklarının çoğuna Fransız kalırdım. Ona karşılık
Şerafettin Gölcük muhteşem bir insandı. Başka bir şey söyleyip sözü yormak
istemem, tek başına nezaketi bile benim gibilerin zihninde iyi insan olmanın
önüne çıkabilecek muhtemel çeperleri daha o saatte kırıp atmaya yeter
düzeydeydi. Hadis dersimizi aldığımız İbrahim Canan, Allah rahmet eylesin, bizim
zamanımızda kendiyle kaim iddialarını kanıtlamak için kılı kırk yaran
savunularıyla zihnimizde hafif eğlenceli ama çok çalışkan bir figür olarak
kalmıştı. Onunla tartışmalarım hoştu, şimdi zaman zaman hatırladıklarım oluyor,
kendisine karşı haksızlık yaptığımı düşündüğüm münakaşalardan onun kin tutmadan
ayrılmış olmasını hâlâ saygıdeğer bir olgunluk olarak hatırlıyorum. Ancak benim
zihni dünyamda şu ya da bu şekilde besleyici hatta belirleyici roller
üstlenmekten uzaktı. Kodlanmış hocalar hakkında herkes gibi ben de mesafeli
olmayı seçerdim. Şimdi bile hiç de hoş bulmadığım bu kodlanmaların bizim gibi
yolun başındaki öğrencilerin gelişme süreçlerine ne denli ölümcül etkiler yaptığını
anlatmak isterim. Ruhi Özcan daha biz okulu bitirmeden Allah’ın rahmetine
kavuşmuştu. Sıkı bir adamdı. İstisnai bir dindar olduğu sıklıkla söylenirdi.
Ender de olsa birkaç kez dersimize gelmiş, biz de onun başka sınıflardaki
derslerine arada sırada dinleyici olarak katılmıştık. 12 Eylül 1980 darbesini
müteakiben ortalıkta ayakta kalmayı başarmakta zorluk çeken herkes için onun
dersleri ve sohbetleri ekstra vitamin hapı gibi geliyordu. Fazla ciddiydi, her
an ölebilme ihtimali olan birinin hazırlığını andıran bir duruşu vardı.
Tezimi İhsan Süreyya Sırma’dan
almıştım. Şimdi o günü de o saati de çok iyi hatırlıyorum. Randevu almış
kapısını tıklatmıştım. Akademik mükellefiyetler içinde olmaksızın yazdığı her
şeyi okumuştum. Onun bize yansıttığı pedagojisine diyecek yoktu. O zamanki
yazdıklarında ben hep Muhammed Hamidullah ve Malik Bin Nebi’deki derinliği
görürdüm. O günkü dünyamda hoca sayesinde bu isimlere ulaşmak benim için zor
değildi. Onun tarihçiliği ayrı bir konuydu ama siyer alanındaki yetkinliği hiç bir
şekilde tartışma kabul etmezdi.
Bir yıl önce dersimize girmiş, bütün
sınıfı, ağzına kadar dolmuş amfiyi hayran bırakacak sunumlarıyla bende de
saygıdeğer bir izlenim bırakmıştı. Her derse kitap tanıtımlarıyla başlar,
konuya ne zaman geçtiğimizi dahası sürenin ne zaman dolduğunu bir türlü
anlamazdık. Benim gibi kritikçi tipler bile onun ders anlatışındaki aşka
hayranlıklarını gizleyemezlerdi. Siyerin tüm kaynakları elimizin altındaydı.
Ben o hevesle Hamidullah’ın kült eseri İslam Peygamberi’ni okumuş, hatta hızımı
alamamış onun bütün eserlerini hiç ara vermeden bir çırpıda bitirmiştim. Hz.
Peygamber’in hayatı bütün kök paradigmamın içinde yuvalandığı esas zemindi.
Karar vermiştim. O dönem üzerine çalışacaktım. Hocadan daha iyisini bulamazdım.
O beni tanıyordu, kahrımı çekerdi, ben de ondan kim bilir neler öğrenirdim.
O günler genel durum açısından
bakıldığında olağanüstü özellikler taşıyordu. 12 Eylül’ün kimde ne zaman ortaya
çıkacağı belli olmayan travmaları artık sırasıyla hepimize bulaşmaya başlamıştı.
Asr-ı Saadet kolay okumalara pekâlâ tabi tutulabiliyor, azıcık acı çeken
kendini Ammar bin Yasir ya da Habeşli Bilal’le eşleştirmekte hiçbir zorluk
çekmiyordu. İndirgemeciliğin bini bir paraydı. Çoğunu ileride ortaya
çıkarabileceği felaketleri fark etmeden heyecanla izliyor, bugün başımıza her
ne geldiyse geçmişte de aynen yaşanmış olduğu gerçeğinden hareketle durumumuzu
kutsallaştırmakta hiçbir beis görmüyorduk.
Toshihiko İzutsu’yu yeni yeni
okumaya, Lisânü’l-Arab’ı, Mu’cemu’l-Müfehres’i, Müfredât’ı kullanmayı yeni yeni
öğrenmeye başlamıştık. Tamam, ben tarih çalışacaktım ancak bu çalışmanın benim
sosyoloji okumalarıma fırsat veren bir problem üzerinde olması gerekiyordu.
Hoca sağolsun, bu konuda gereken bütün kolaylıkları sağlamaya açık duruşuyla
bana fazlasıyla yüksek sayılabilecek sorumluluklar yüklüyordu. Hocanın o gün
bana görünen akademik çıtasına erişmek tabii ki mümkün değildi ama ona mahcup
olmayacak bir şey pekâlâ yapabilirdim.
Tezimi 1983’ün Martında almıştım.
Önümde tamı tamamına bir yılım vardı. Fitne kavramını çalışacaktım. Yapacağım
şey belliydi. Kavramın etimolojisiyle yetinmeksizin semantiğine odaklanacak ve
Hz. Peygamber’in Mekke döneminde doğrudan Kur’an’da kendine yer bulan bu
kavramdan hareketle yeni oluşan bir toplumun genetiğini kavramaya çalışacaktım.
Çok iddialıydım çünkü konuyu da ilerleme aşamalarını da çok sevmiştim. Bana
gösterilen yol hiç de fena değildi. Yapacağım tek şey ilgilerimi disipline
etmek, sıkı bir okuma yapmak, şimdiye kadar devirdiğim kitapların birbirinden
bağımsız iddialarını bir tarafa bırakıp adam akıllı bir çalışma için kollarımı
sıvamaktı. Daktilom da vardı, onu üzerine yerleştirebileceğim bir masam da.
Erzurum’da evde kalıyorduk.
Fahrettin Abi’yle kaç yıldır beraberdik. Ev arkadaşlarımın hepsi kitaba yakın
insanlardı. Dertlerimiz aynıydı. Birimizin okuduğunu öbürümüz yutar sonra da
kendi aramızda oturup sabahlardık. Ne güzel günlerdi.
“Hz. Peygamber Döneminde Fitne
Hareketleri” başlıklı lisans tezimi Mekke dönemiyle sınırlı tutmuştum. Akşam
okuldan çıkar çıkmaz Erzurum soğuğunda eve geç vakit dönmeyi göze alacak bir
şekilde soluğu üniversite kütüphanesinde alıyor, kara kaplı kitaplar arasında
gerçek zamandan koparak Asr-ı Saadetin o hoş dünyasında dolaşmaya başlıyordum.
Kütüphanelerle olan bağım yeniden kurulmuştu. Ödünç aldığım kitaplarla evde,
alıp götüremediğim kitaplarla da burada yola devam ediyordum. Kavakçı Hoca’nın
İslam Araştırmalarında Usûl adlı çalışması o zaman benim gibiler için emsalsiz
bir yol göstericiydi. Şehirde Erzincankapı’da bir yerde kendime bir sürü kart
kestirmiş, aldığım notları onlara kaydetmeye başlamıştım. Çok heyecan verici
bir hikâyeye dâhil olmuş, kendimi ayrıcalıklı hisseden bir ruh hâlinde neredeyse yemeden içmeden kesilir
bir hâle gelmiştim. İbn İshak, İbn Hişam, Taberi gibi temel kaynaklar o döneme
ilişkin doğru yanlış ne varsa Allah kendilerinden razı olsun derleyip
toparlamışlardı. Şimdi tezin bibliyografyasına bakarken o gün orada sahip
olduğum enerjiye bugün burada ne diye sahip değilim diye hayıflanıp duruyorum.
Asr-ı Saadet üzerine çalışırken uğranması gereken yüzlerce eser vardı ama
öncelik tabii ki Kur’an ve hadis kitaplarıydı. Taramayla işe başlamak ucuz ve
kolaycı bir tercihti. Benim içeriğine nüfuz ederek gerçekleştirdiğim ilk meal
okuması bu döneme aittir. Süleyman Ateş ve Hüseyin Atay’a ait mealleri eş
zamanlı olarak aynı gerekçeyle okumuş, onlardan bir sürü not almıştım. O gün bu
vesileyle okuduğum meallere şimdi aradan yirmi küsur yıl geçtikten sonra dönüp
baktığımda hem kendimi hem o mübarek kitapları ne kadar da çok hırpaladığımı
görmüş hem sevinmiş hem de tuhaf olmuştum.
Buhari’den başlayıp Müslim’den devam
eden sonra Kütüb-i Sitte’nin diğer kaynaklarıyla ilerleyen bir okuma yoğunluğu
benim kişisel dünyamda ancak avami bilgilerle eşleştirilebilecek malumatlarımın
ne denli yanlış, eksik ve kayıt dışı olduğunu göstermeye yetmişti. Ben bir
deryaya dalmıştım. “Kitabü’l-Fiten” bahisleri fitnenin bin bir türünü ortaya
koyuyor, Kıyamet’in ha koptu ha kopacak türden ele alınan popüler biçimlerine
resmen sınır çekiyordu. Ben çok mutluydum. İleride akademide kalmaya yönelik
bir emelim yoktu. Ben istesem de kimse “buyur!” demeyecekti. Ama işte burada
lisansı tamamlamak için bir çalışma yükümlülüğüm vardı ve ben de bu vesileyle,
“kendi yolunu kendisi doğrultmaya çalışan bir yolcu” hesabı oturmuş çalışmanın
keyfini çıkarıyordum.
Benim için evle kütüphane arasındaki
gidiş gelişlerle tamamlanmış koca bir yılın hemen her günü ve gecesi aynı
sıcaklık ve coşku içinde hatırlanmaktadır. Tezi tamamlayıp hocaya takdim
ettiğimde onun gözlerindeki mutluluğu unutabilir miydim? Daha neler vardı. Hoca
masasının gözünden iyi ve güzel işler için kullandığını ima ettiği bir
dolmakalemi çıkarmış, şöyle beş nüsha olarak önüne konmuş tezlere teker teker
imza atıyordu. Fitnenin ne menem bir şey olduğunu öğrenmiş, çalışmanın kuru ve
zevksiz örneklerinde vakit kaybetmek yerine saygıdeğer bir mihmandarın
eşliğinde her dakikası benim için bir hayli değerli bir eser ortaya
çıkarmıştık.
Yıllar sonra öğrencilerimle ilk
yaptığım çalışmalar üzerine bir bahis açıldığında lisans tezime olağanüstü
değer atfederek ondan sık sık söz etmemin nedeni bendeki aşkı ve içimdeki
heyecanı bloke etmeden bana hoş bir süreç yaşatan hocamın varlığıydı. Ne güzel
günlerdi, ne güzel yolculuklardı bizimkisi.
Not: Dr. Necdet Subaşı'nın Lisans Tezi için tıklayın.
0 yorum:
Yorum Gönder