2 Temmuz 2017 Pazar

İslam Tarihi: Yarım Kalan Bir İlgiyle Çoğalan Vesileler


Dr. Necdet Subaşı
Akademiye yönelik ilgilerimi her geçen gün biraz daha körelten bir ortamda fakülteyi vakti saatinde tamamlayabilmenin hesabını yapıyordum. Okul bir şekilde bitecekti ama burada kalmamı gerektirecek hiçbir motivasyona da sahip değildim. Kalsam ne olacak diye soruyordum kendime. Elimden kim tutacaktı bu hengâmede? Yola çıkarken kim beni de terkisine alacaktı?

Benden ne köy olur, ne kasaba diye düşünüyordum! Doğru olabilir miydi bu? Herkes aynı fikirdeydi sanki, öyle hissediyordum. Bana kalsa bunların hiçbirini önemsemeyecektim ama çok gençtim, evdekilerin beklentilerini karşılayacak bir cevabın peşindeydim.
Fakültedeki siyasi eğilimler içindeki taksimata göre bize yakın olanlar da vardı, bizden uzak olanlar da. Bizimkilerin dünyasındaki yerim fena sayılmazdı. Kendine özgü bir haylazlığım vardı. Belki laftan da anlamazdım. Çokbilmiş ama dertli biriydim belki. Kafa yorduğum şeyler sabi sübyanın saflığında bir ayardaydı ama orasından burasından bizimkilerle kesişen yanları da vardı. Öbürleri için ise ben bir şekilde def edilmesi gereken bir fenomendim. İlgilerim, yaslandığım değerlerimle biraz “kökü dışarıda” ya da ne bileyim işte belki de kökü çok fazla içerilerde bir yerde kaybolmuş gibiydim. Okuyup yazdıklarımla ne bizimkilere ne de diğerlerine bir ümit vermekten uzaktım. Beni bu hâle kim getirmişti? Benden hiç de “ileride” sayılamayacak arkadaşlarım bile girdikleri sınavlarda her zaman yüksek puan almayı başarıyorlardı. En sevdiğim dersten düşük not alma rekorunu kimseye kaptıramayışım nasıl açıklanabilirdi? Tembel miydim? Hayır. Peki neler oluyordu? Sonunda aradığım cevabı bulmuştum: Hocam ya beni sevmiyor takıyordu, ya da beni anlamıyor takmıyordu.
Sosyolojiye bayılıyordum. Etrafta olup bitenlerin bir açıklaması vardı, bundan emindim. Belki orada olup bitenleri kavramam için yeni birtakım okumalara ihtiyacım vardı. Erzurum gibi ıssız bir yerde herkesin keyifle tüketmeye azmettiği hayatı bir tarafa iteklemiş, oturmuş sabah akşam okuyordum. Psikoloji de sosyolojiden geri kalmıyordu benim için. Aslında ikisine de garip sayılabilecek düzeyde bir tutkum vardı. Sonradan bu alanların duayenleri olduğunu öğrendiğim isimlerin çoğunu daha bu dersleri almadan çoktan okumuştum. Biri benim için birine bir şey sorsa, o da herhâlde hiç düşünmeden “O mu? O hep okur” derdi hiç başka bir şey eklemeden.
Freud da tanıdıktı Jung da. Erich Fromm’un kitaplarını okumaya başladığımda mesela zihnimde tamı tamına şekillenmiş bir faşizm kavramı bile yoktu. Anlamadığım şeyler çoktu ama gün geçtikçe birbiri üstüne yığılan bu metinlerden İnsan Denen Meçhul açıktan sırıtmaya başlamıştı. Sadık Kılıç hoca benimle yakından ilgilenirdi. Bana verdiği her bir kitapta benim artık bir çizik dahi atmama fırsat vermeyecek derecede karalanmış sayfalar vardı. Mesela Sevgi ve Şiddetin Kaynağı belli ki defalarca okunmuş, âdeta hatmedilmişti ve kitabın kenarlarına düşülmüş bir sürü not da bana onu mutlaka anlamam gerektiği hususunda garip telkinler içeriyordu.
İlgilerim başka pek çok arkadaşımla kıyaslanmayacak kadar çok ve derindi. Ancak okul ortamında muhatap olduğumuz hocalar için benim gibilerin hiç mi hiç değeri yoktu. O günlerde olup bitenleri genellikle onların pedagojik yetersizliklerine yorardım. Bu kanaatim ilerde de pek değişmedi gerçi ama sanırım kendi aralarındaki kutuplaşmışlıkları, arada bizim gibilerin heder olmasına yol açıyordu. Yine de aradan yıllar geçtikten sonra bütün bu ayrışmaları, kopuşmaları, zıtlık ve gerilimleri olumlu anlamda değerlendirme gücüne eriştiğimi düşünüyorum. Her biri başka mecralardan gelmiş bu insanlar, tabi oldukları hakikat iddialarına sıkı teslimiyetle ayakta durmaya çalışmışlardı; bağlı bulundukları değerler onlardan sadece bu teslimiyeti istiyordu. Başka ne yapabilirlerdi?
Kimseyi abartacak değildim. Ne yapacaksam kendi başıma yapacaktım. Arada uğradığım, kendilerinden beslendiğim hocalar az değildi. Şöyle topluca bir baktığımda okulun tamamına yayılabilecek süreç içinde ilgilerim artıp eksilse, veya bazılarında daha da yoğunlaşsa da derse giren hocalarının dışında arada kapılarını tıklayıp muhabbetlerine dâhil olduğum hocaların sayısı hiç de fazla değildi. Sevdiklerim vardı, uzaktan el ettiklerim de... Fakat hepsinin kapısını rahatlıkla tıklatabilecek bir aşka da şevke de sahip değildim. Ayrıca değme kimsede olmayacak kadar çok sayıda ağabeylerim vardı. Onların okuduklarını takip ediyor, onlara öykündüğüm ölçüde ben de kendi yolumu tutturmaya çalışıyordum.
Bir yıl sonra okul bitiyordu. Koca İlahiyat gözümde büyüttüğüm kadar değilmiş. Önümde sadece bir tez kalmıştı. Onu da süresi içinde tamamladım mı bütün zamanlarını bir diploma sahibi olup işe atılmak için tüketenlerden hiç de geri kalmayacak, onlarla birlikte hayata karışacaktım. Kendi yönelimlerimle anonim hedefler arasındaki farkı büyüten tek şey okumalarımdı. Arkadaşlar bir yolunu bulmuş, tez konularını belirlemiş, hatta ben daha işe koyulmadan onlar çalışmalarını neredeyse danışmanlarına teslim eder hâle gelmişlerdi. Kimi eski bir tezi alıp onu yeniden üretiyor, kimi kütüphanede pelür kâğıtlarla yazılmış birkaç tezi birleştirerek onlardan sözüm ona yeni bir metin devşiriyordu.
Kiminle çalışabilirdim? Bu önemli bir sorundu benim için. Hem dert ettiğim bir konu var mıydı? Daha ilk başta tez denen şeyin onu yöneten kim olursa olsun öncelikle bir dertle ancak ortaya konabileceğini öğrenmiştim. Biraz abarttığım doğruydu ama işe nasıl başlarsam arkası da öyle sürecekti. Dinin sosyolojisinde de psikolojisinde de ilgili hocalardan tez yapacak cesaretim yoktu, olanlarını da sanki çar çur etmiştim. Puanlarım zaten tutmuyordu ama ne yalan söyleyeyim, onlardan herhangi biriyle tez yaparsam, bu lisans düzeyinde de olsa kendimi hızara sokmuş gibi olacaktım. Kendimi seviyor muydum? Evet. Bugüne kadar bir şekilde emekle çıkılmış hasbelkader bir “su basmanı”m vardı. Her şeyin yerli yerine oturtulması lazımdı. Bir inşaat gibiydim sanki, temelleri yeni atılmış taze bir inşaat. Etrafımda sonradan çıkarılacak kalıp tahtaları vardı görüyordum. Tam da bu noktada esas karkasın tamamlanması için iyi bir rehbere ihtiyacım vardı. Sonra da kapatmak vardı boşlukları, pencereleri, kapıları takmak vardı, açmak ve kapatmak...
Benim şimdi anlatacaklarım üzerine başka bir şey yazılmış mıdır bilmiyorum. Övgülerle dolu pek çok yazıdan haberdarım ama bence birilerinin kalkıp İhsan Hoca’yı bütün boyutlarıyla kaleme alması gerekir. Benim için İhsan Süreyya Sırma derslerde sahiden nefes almayı başardığım birkaç rahat adamdan biriydi. Tezi ondan almaya karar vermiştim. Yusuf Ziya Kavakçı çok hoştu ama ona sokulmak zordu. Dersleri gırgır şamataydı. Fıkıh gibi derinlik isteyen bir alanı öylesine şenlikli bir dille işlerdi ki biz bu vesileyle nerden girer nerden çıkardık, şimdi hatırlayanlar eminim gülüp kırılacaklardır. Hocanın imalarını yakalamakla sürek avına çıkmak arasında hiçbir fark yoktu. Onca bilmişliğime, bir o kadar da üzerime yapışmış bilgiçliğime rağmen anlattıklarının çoğuna Fransız kalırdım. Ona karşılık Şerafettin Gölcük muhteşem bir insandı. Başka bir şey söyleyip sözü yormak istemem, tek başına nezaketi bile benim gibilerin zihninde iyi insan olmanın önüne çıkabilecek muhtemel çeperleri daha o saatte kırıp atmaya yeter düzeydeydi. Hadis dersimizi aldığımız İbrahim Canan, Allah rahmet eylesin, bizim zamanımızda kendiyle kaim iddialarını kanıtlamak için kılı kırk yaran savunularıyla zihnimizde hafif eğlenceli ama çok çalışkan bir figür olarak kalmıştı. Onunla tartışmalarım hoştu, şimdi zaman zaman hatırladıklarım oluyor, kendisine karşı haksızlık yaptığımı düşündüğüm münakaşalardan onun kin tutmadan ayrılmış olmasını hâlâ saygıdeğer bir olgunluk olarak hatırlıyorum. Ancak benim zihni dünyamda şu ya da bu şekilde besleyici hatta belirleyici roller üstlenmekten uzaktı. Kodlanmış hocalar hakkında herkes gibi ben de mesafeli olmayı seçerdim. Şimdi bile hiç de hoş bulmadığım bu kodlanmaların bizim gibi yolun başındaki öğrencilerin gelişme süreçlerine ne denli ölümcül etkiler yaptığını anlatmak isterim. Ruhi Özcan daha biz okulu bitirmeden Allah’ın rahmetine kavuşmuştu. Sıkı bir adamdı. İstisnai bir dindar olduğu sıklıkla söylenirdi. Ender de olsa birkaç kez dersimize gelmiş, biz de onun başka sınıflardaki derslerine arada sırada dinleyici olarak katılmıştık. 12 Eylül 1980 darbesini müteakiben ortalıkta ayakta kalmayı başarmakta zorluk çeken herkes için onun dersleri ve sohbetleri ekstra vitamin hapı gibi geliyordu. Fazla ciddiydi, her an ölebilme ihtimali olan birinin hazırlığını andıran bir duruşu vardı.
Tezimi İhsan Süreyya Sırma’dan almıştım. Şimdi o günü de o saati de çok iyi hatırlıyorum. Randevu almış kapısını tıklatmıştım. Akademik mükellefiyetler içinde olmaksızın yazdığı her şeyi okumuştum. Onun bize yansıttığı pedagojisine diyecek yoktu. O zamanki yazdıklarında ben hep Muhammed Hamidullah ve Malik Bin Nebi’deki derinliği görürdüm. O günkü dünyamda hoca sayesinde bu isimlere ulaşmak benim için zor değildi. Onun tarihçiliği ayrı bir konuydu ama siyer alanındaki yetkinliği hiç bir şekilde tartışma kabul etmezdi.
Bir yıl önce dersimize girmiş, bütün sınıfı, ağzına kadar dolmuş amfiyi hayran bırakacak sunumlarıyla bende de saygıdeğer bir izlenim bırakmıştı. Her derse kitap tanıtımlarıyla başlar, konuya ne zaman geçtiğimizi dahası sürenin ne zaman dolduğunu bir türlü anlamazdık. Benim gibi kritikçi tipler bile onun ders anlatışındaki aşka hayranlıklarını gizleyemezlerdi. Siyerin tüm kaynakları elimizin altındaydı. Ben o hevesle Hamidullah’ın kült eseri İslam Peygamberi’ni okumuş, hatta hızımı alamamış onun bütün eserlerini hiç ara vermeden bir çırpıda bitirmiştim. Hz. Peygamber’in hayatı bütün kök paradigmamın içinde yuvalandığı esas zemindi. Karar vermiştim. O dönem üzerine çalışacaktım. Hocadan daha iyisini bulamazdım. O beni tanıyordu, kahrımı çekerdi, ben de ondan kim bilir neler öğrenirdim.
O günler genel durum açısından bakıldığında olağanüstü özellikler taşıyordu. 12 Eylül’ün kimde ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan travmaları artık sırasıyla hepimize bulaşmaya başlamıştı. Asr-ı Saadet kolay okumalara pekâlâ tabi tutulabiliyor, azıcık acı çeken kendini Ammar bin Yasir ya da Habeşli Bilal’le eşleştirmekte hiçbir zorluk çekmiyordu. İndirgemeciliğin bini bir paraydı. Çoğunu ileride ortaya çıkarabileceği felaketleri fark etmeden heyecanla izliyor, bugün başımıza her ne geldiyse geçmişte de aynen yaşanmış olduğu gerçeğinden hareketle durumumuzu kutsallaştırmakta hiçbir beis görmüyorduk.
Toshihiko İzutsu’yu yeni yeni okumaya, Lisânü’l-Arab’ı, Mu’cemu’l-Müfehres’i, Müfredât’ı kullanmayı yeni yeni öğrenmeye başlamıştık. Tamam, ben tarih çalışacaktım ancak bu çalışmanın benim sosyoloji okumalarıma fırsat veren bir problem üzerinde olması gerekiyordu. Hoca sağolsun, bu konuda gereken bütün kolaylıkları sağlamaya açık duruşuyla bana fazlasıyla yüksek sayılabilecek sorumluluklar yüklüyordu. Hocanın o gün bana görünen akademik çıtasına erişmek tabii ki mümkün değildi ama ona mahcup olmayacak bir şey pekâlâ yapabilirdim.
Tezimi 1983’ün Martında almıştım. Önümde tamı tamamına bir yılım vardı. Fitne kavramını çalışacaktım. Yapacağım şey belliydi. Kavramın etimolojisiyle yetinmeksizin semantiğine odaklanacak ve Hz. Peygamber’in Mekke döneminde doğrudan Kur’an’da kendine yer bulan bu kavramdan hareketle yeni oluşan bir toplumun genetiğini kavramaya çalışacaktım. Çok iddialıydım çünkü konuyu da ilerleme aşamalarını da çok sevmiştim. Bana gösterilen yol hiç de fena değildi. Yapacağım tek şey ilgilerimi disipline etmek, sıkı bir okuma yapmak, şimdiye kadar devirdiğim kitapların birbirinden bağımsız iddialarını bir tarafa bırakıp adam akıllı bir çalışma için kollarımı sıvamaktı. Daktilom da vardı, onu üzerine yerleştirebileceğim bir masam da.
Erzurum’da evde kalıyorduk. Fahrettin Abi’yle kaç yıldır beraberdik. Ev arkadaşlarımın hepsi kitaba yakın insanlardı. Dertlerimiz aynıydı. Birimizin okuduğunu öbürümüz yutar sonra da kendi aramızda oturup sabahlardık. Ne güzel günlerdi.
“Hz. Peygamber Döneminde Fitne Hareketleri” başlıklı lisans tezimi Mekke dönemiyle sınırlı tutmuştum. Akşam okuldan çıkar çıkmaz Erzurum soğuğunda eve geç vakit dönmeyi göze alacak bir şekilde soluğu üniversite kütüphanesinde alıyor, kara kaplı kitaplar arasında gerçek zamandan koparak Asr-ı Saadetin o hoş dünyasında dolaşmaya başlıyordum. Kütüphanelerle olan bağım yeniden kurulmuştu. Ödünç aldığım kitaplarla evde, alıp götüremediğim kitaplarla da burada yola devam ediyordum. Kavakçı Hoca’nın İslam Araştırmalarında Usûl adlı çalışması o zaman benim gibiler için emsalsiz bir yol göstericiydi. Şehirde Erzincankapı’da bir yerde kendime bir sürü kart kestirmiş, aldığım notları onlara kaydetmeye başlamıştım. Çok heyecan verici bir hikâyeye dâhil olmuş, kendimi ayrıcalıklı hisseden bir ruh     hâlinde neredeyse yemeden içmeden kesilir bir hâle gelmiştim. İbn İshak, İbn Hişam, Taberi gibi temel kaynaklar o döneme ilişkin doğru yanlış ne varsa Allah kendilerinden razı olsun derleyip toparlamışlardı. Şimdi tezin bibliyografyasına bakarken o gün orada sahip olduğum enerjiye bugün burada ne diye sahip değilim diye hayıflanıp duruyorum. Asr-ı Saadet üzerine çalışırken uğranması gereken yüzlerce eser vardı ama öncelik tabii ki Kur’an ve hadis kitaplarıydı. Taramayla işe başlamak ucuz ve kolaycı bir tercihti. Benim içeriğine nüfuz ederek gerçekleştirdiğim ilk meal okuması bu döneme aittir. Süleyman Ateş ve Hüseyin Atay’a ait mealleri eş zamanlı olarak aynı gerekçeyle okumuş, onlardan bir sürü not almıştım. O gün bu vesileyle okuduğum meallere şimdi aradan yirmi küsur yıl geçtikten sonra dönüp baktığımda hem kendimi hem o mübarek kitapları ne kadar da çok hırpaladığımı görmüş hem sevinmiş hem de tuhaf olmuştum.
Buhari’den başlayıp Müslim’den devam eden sonra Kütüb-i Sitte’nin diğer kaynaklarıyla ilerleyen bir okuma yoğunluğu benim kişisel dünyamda ancak avami bilgilerle eşleştirilebilecek malumatlarımın ne denli yanlış, eksik ve kayıt dışı olduğunu göstermeye yetmişti. Ben bir deryaya dalmıştım. “Kitabü’l-Fiten” bahisleri fitnenin bin bir türünü ortaya koyuyor, Kıyamet’in ha koptu ha kopacak türden ele alınan popüler biçimlerine resmen sınır çekiyordu. Ben çok mutluydum. İleride akademide kalmaya yönelik bir emelim yoktu. Ben istesem de kimse “buyur!” demeyecekti. Ama işte burada lisansı tamamlamak için bir çalışma yükümlülüğüm vardı ve ben de bu vesileyle, “kendi yolunu kendisi doğrultmaya çalışan bir yolcu” hesabı oturmuş çalışmanın keyfini çıkarıyordum.
Benim için evle kütüphane arasındaki gidiş gelişlerle tamamlanmış koca bir yılın hemen her günü ve gecesi aynı sıcaklık ve coşku içinde hatırlanmaktadır. Tezi tamamlayıp hocaya takdim ettiğimde onun gözlerindeki mutluluğu unutabilir miydim? Daha neler vardı. Hoca masasının gözünden iyi ve güzel işler için kullandığını ima ettiği bir dolmakalemi çıkarmış, şöyle beş nüsha olarak önüne konmuş tezlere teker teker imza atıyordu. Fitnenin ne menem bir şey olduğunu öğrenmiş, çalışmanın kuru ve zevksiz örneklerinde vakit kaybetmek yerine saygıdeğer bir mihmandarın eşliğinde her dakikası benim için bir hayli değerli bir eser ortaya çıkarmıştık.
Yıllar sonra öğrencilerimle ilk yaptığım çalışmalar üzerine bir bahis açıldığında lisans tezime olağanüstü değer atfederek ondan sık sık söz etmemin nedeni bendeki aşkı ve içimdeki heyecanı bloke etmeden bana hoş bir süreç yaşatan hocamın varlığıydı. Ne güzel günlerdi, ne güzel yolculuklardı bizimkisi.
Not: Dr. Necdet Subaşı'nın Lisans Tezi için tıklayın.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar