15 Temmuz 2017 Cumartesi

Ebu’l-Beşer el-Ebyazî Yazdı: İnanç ve Hürriyet

                                     
 İnsanı en mükemmel şekilde yaratan Allah (Tîn, 95/4), ona yüklediği sorumluluklar yanında haklar da vermiştir. Bu hakların en önemlisi ve diğer bütün hakların kaynağı olan hak ise, yaşama hakkıdır[1]. İslâm’da yaşama hakkına dayalı olan diğer insan hakları da önemle vurgulanmıştır. Bunlar; mülkiyet, dokunulmazlık, şahsî hürriyet, ifade, inanç ve ibadet hürriyeti, iktisadî güvenlik, yerleşme, seyahat etme, evlenme, boşanma gibi haklardır[2].

Din ve vicdan hürriyeti insanın sahip olduğu en önemli haklardan birisidir. Bu anlamda insan hakları için ifade ettiğimiz bütün düşünceler, din ve inanç hürriyeti için de geçerlidir.  Üstelik insanlar diğer hiç bir alanda olmadığından daha çok din ve inanç hürriyeti konusunda duyarlı olmuşlar, inançlarını koruma noktasında hiç çekinmeden ölümü dahi göze almışlardır[3]. 
Kur‘ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde inanç hürriyetine açıkça vurgu yapılmıştır:
“Biz O’na (insana) yolu gösterdik.  Ya şükredici olur veya nankör” (İnsan, 76/3). “Ey Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin.  Onların üzerine zorlayıcı değilsin” (Gâşiye, 88/21-22). “De ki, Hak (bu Kur‘ân) Rabb’inizdendir.  Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29).   “De ki, Ey insanlar işte Rabb’inizden gerçek geldi.  Artık yola gelen, kendisi için gelir, sapan da kendisi zararına sapar.  Ben sizin üzerinize vekil değilim” (Yûnus, 10/108)[4].
Yukarıda zikrettiğimiz âyetler, İslâm’ın inanç hürriyetine bakışını açıkça ortaya koyar.  İslâm’ı kabul veya red noktasında hiç kimse baskı altında değildir.  Karar tamamıyla ferde aittir. Çünkü inanç gönüllü bir kabul meselesidir, bu konuda hiç bir zorlama söz konusu olamaz. Eğer kişi, aklıyla imanın hakikatine ikna olursa onu kabul edecek, değilse reddedecektir.  Ayrıca insanı herhangi bir inancı kabule zorlamak hiçbir fayda da vermez. Çünkü inanmak kişinin kalbiyle ilgili bir konudur ve eğer kişi, doğruluğuna inanmamışsa baskı ve zorlama -miktarı ne olursa olsun- kendisine dayatılan inancı ona kabul ettiremeyecektir. Buna rağmen intikam alınma ve cezalandırma korkusuyla bir kimse herhangi bir inancı-sırf hayatını kurtarmak için- kabul etmiş görünse bile, o gerçek bir inanan olmaz. Üstelik böyle bir kimse zorlama durumundan kurtulur kurtulmaz, ilk fırsatta kabul etmiş göründüğü inancı reddedecek, eski dinine dönecektir. Ayrıca bir inanç zorla kabul ettirilmeye çalışılırsa, o zaman insanın sorumluluğunun, seçme hürriyetinin, ilahi adaletin, ceza ve mükâfatın, dünyanın bir imtihan yeri olmasının da anlamı kalmayacak, hesap gününden söz etmek, ahiretten, cennet ve cehennemden bahsetmek mümkün olmayacaktır[5].
İslâm’da inanç hürriyetinin Kur‘ân âyetlerinden sonraki ikinci delillerini Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarında bulmamız mümkündür. Allah Rasûlü (sav) Allah’tan aldığı emir gereği, İslâm’ı insanlara tebliğ ettikten sonra, onları vicdanlarıyla baş başa bırakmış, iman edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’ı kabul etmeyip eski inançları üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir menfi tavır takınmamış, onların inançlarına sadece saygı göstermiştir. Hz. Peygamber, herşeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma izni vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra tanzim ettiği Medine Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu konuya hasredilmiştir[6].
Allah Rasûlü’nün (sav) gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda en açıklayıcı bilgiler, onun Necran hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında yer alır. Hz. Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet ettiğinde, onlar çağrıyı kabul etmemişler, bununla birlikte cizye ve harac ödemeleri şartıyla bir anlaşma imzalamışlardır.  Anlaşmanın konumuzla ilgili bölümü şöyledir:
“Onların mallarına, canlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere, Allah’ın himayesi ve Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların tabileri üzerine haktır.  Hiç bir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiç bir rahip, içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”[7].
Hz. Peygamber’in (sav), müslümanların idaresi altında yaşayan gayr-i müslimlere sağladığı inanç hürriyetinin önemli bir başka belgesi de, onun, Yemen valisi Muaz b. Cebel’e gönderdiği talimatnamesidir:  “... İçinizden her kim Allah’ın birliğini ve Muhammed’in (sav) onun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir teslimiyetle İslâm’ a girerse, o kişi müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve onların sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek sûretiyle eski dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse Allah’ın, onun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez, esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terketmesi için kendisine bir baskı yapılmaz”[8].





[1]    Savcı, Bahri, “Yaşama Hakkı”, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, (haz. İoanna Kuçuradi), Ankara 1982, s. 57-58
[2]    Bolay, Süleyman Hayri, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara 1998, s. 123
[3]    Ersoy, s. 749
[4]    bk. En’âm, 6/107, Nahl, 16/125, Yûnus, 10/99, Ahzâb, 33/45-46, Şûrâ, 42/48
[5]    Canikli, İlyas, Kur‘ân’da ve Hz. Peygamber’in Öğretilerinde İnanç ve İnandığını Yaşama Hürriyeti, Yeni Türkiye sy. 22, Ankara 1998, s.769
[6]    Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasiyye, Beyrut 1985, s. 61; İslâm Peygamberi, I-II (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
[7]    Hamidullah, el-Vesâik, s. 176-179
[8]    Hamidullah, el-Vesâik, s. 213

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar