İnsanı en mükemmel
şekilde yaratan Allah (Tîn, 95/4), ona yüklediği sorumluluklar yanında haklar
da vermiştir. Bu hakların en önemlisi ve diğer bütün hakların kaynağı olan hak
ise, yaşama hakkıdır[1]. İslâm’da
yaşama hakkına dayalı olan diğer insan hakları da önemle vurgulanmıştır.
Bunlar; mülkiyet, dokunulmazlık, şahsî hürriyet, ifade, inanç ve ibadet
hürriyeti, iktisadî güvenlik, yerleşme, seyahat etme, evlenme, boşanma gibi
haklardır[2].
Din ve vicdan hürriyeti
insanın sahip olduğu en önemli haklardan birisidir. Bu anlamda insan hakları
için ifade ettiğimiz bütün düşünceler, din ve inanç hürriyeti için de
geçerlidir. Üstelik insanlar diğer hiç
bir alanda olmadığından daha çok din ve inanç hürriyeti konusunda duyarlı
olmuşlar, inançlarını koruma noktasında hiç çekinmeden ölümü dahi göze
almışlardır[3].
Kur‘ân-ı Kerîm’in pek çok
yerinde inanç hürriyetine açıkça vurgu yapılmıştır:
“Biz O’na (insana) yolu gösterdik. Ya şükredici olur veya nankör” (İnsan, 76/3). “Ey Muhammed, sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verirsin. Onların üzerine zorlayıcı değilsin”
(Gâşiye, 88/21-22). “De ki, Hak (bu
Kur‘ân) Rabb’inizdendir. Artık dileyen
inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf, 18/29). “De ki, Ey insanlar işte Rabb’inizden gerçek
geldi. Artık yola gelen, kendisi için
gelir, sapan da kendisi zararına sapar.
Ben sizin üzerinize vekil değilim” (Yûnus, 10/108)[4].
Yukarıda zikrettiğimiz
âyetler, İslâm’ın inanç hürriyetine bakışını açıkça ortaya koyar. İslâm’ı kabul veya red noktasında hiç kimse
baskı altında değildir. Karar tamamıyla
ferde aittir. Çünkü inanç gönüllü bir kabul meselesidir, bu konuda hiç bir
zorlama söz konusu olamaz. Eğer kişi, aklıyla imanın hakikatine ikna olursa onu
kabul edecek, değilse reddedecektir.
Ayrıca insanı herhangi bir inancı kabule zorlamak hiçbir fayda da
vermez. Çünkü inanmak kişinin kalbiyle ilgili bir konudur ve eğer kişi,
doğruluğuna inanmamışsa baskı ve zorlama -miktarı ne olursa olsun- kendisine
dayatılan inancı ona kabul ettiremeyecektir. Buna rağmen intikam alınma ve
cezalandırma korkusuyla bir kimse herhangi bir inancı-sırf hayatını kurtarmak
için- kabul etmiş görünse bile, o gerçek bir inanan olmaz. Üstelik böyle bir
kimse zorlama durumundan kurtulur kurtulmaz, ilk fırsatta kabul etmiş göründüğü
inancı reddedecek, eski dinine dönecektir. Ayrıca bir inanç zorla kabul
ettirilmeye çalışılırsa, o zaman insanın sorumluluğunun, seçme hürriyetinin,
ilahi adaletin, ceza ve mükâfatın, dünyanın bir imtihan yeri olmasının da
anlamı kalmayacak, hesap gününden söz etmek, ahiretten, cennet ve cehennemden
bahsetmek mümkün olmayacaktır[5].
İslâm’da inanç
hürriyetinin Kur‘ân âyetlerinden sonraki ikinci delillerini Hz. Peygamber’in
(sav) uygulamalarında bulmamız mümkündür. Allah Rasûlü (sav) Allah’tan aldığı
emir gereği, İslâm’ı insanlara tebliğ ettikten sonra, onları vicdanlarıyla baş
başa bırakmış, iman edenleri din kardeşi olarak kabul etmiş, İslâm’ı kabul
etmeyip eski inançları üzerinde kalmak isteyenlere karşı herhangi bir menfi
tavır takınmamış, onların inançlarına sadece saygı göstermiştir. Hz. Peygamber,
herşeyden önce gayr-i müslimlere kendi inançlarını koruma izni vermiştir. Hz.
Peygamber’in (sav), Mekke’den Medine’ye hicretinden sonra tanzim ettiği Medine
Sözleşmesi’nin 25. maddesi özellikle bu konuya hasredilmiştir[6].
Allah Rasûlü’nün (sav)
gayr-i müslimlere tanıdığı din ve vicdan hürriyeti konusunda en açıklayıcı
bilgiler, onun Necran hıristiyanlarıyla ilgili uygulamalarında yer alır. Hz.
Peygamber (sav), Medine’ye gelen Necran heyetini İslâm’a davet ettiğinde, onlar
çağrıyı kabul etmemişler, bununla birlikte cizye ve harac ödemeleri şartıyla
bir anlaşma imzalamışlardır. Anlaşmanın
konumuzla ilgili bölümü şöyledir:
“Onların mallarına, canlarına, ailelerine, mabetlerine ve az
olsun çok olsun onların mülkiyetinde bulunan her şeye şamil olmak üzere,
Allah’ın himayesi ve Rasûllüllah Muhammed’in zimmeti Necranlılar ve onların
tabileri üzerine haktır. Hiç bir
piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiç bir papaz kendi vazifesini
gördüğü kilisenin dışına, hiç bir rahip, içinde yaşadığı manastırın dışında
başka bir yere alınıp gönderilmeyecektir...”[7].
Hz. Peygamber’in (sav),
müslümanların idaresi altında yaşayan gayr-i müslimlere sağladığı inanç
hürriyetinin önemli bir başka belgesi de, onun, Yemen valisi Muaz b. Cebel’e
gönderdiği talimatnamesidir: “... İçinizden her kim Allah’ın birliğini ve
Muhammed’in (sav) onun kulu ve peygamberi olduğunu kabul eder ve tam bir
teslimiyetle İslâm’ a girerse, o kişi müslümanların tüm haklarını elde etmiş ve
onların sorumluluklarını yüklenmiş olur. Kim de cizye vermek sûretiyle eski
dini üzerinde kalmak isterse, o kendi dini üzerine bırakılır. Bu halde o kimse
Allah’ın, onun peygamberinin ve müminlerin koruması altındadır; öldürülmez,
esir edilmez, kendisine gücünü aşan sorumluluk yüklenmez ve dinini terketmesi
için kendisine bir baskı yapılmaz”[8].
[1] Savcı, Bahri, “Yaşama Hakkı”, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, (haz. İoanna
Kuçuradi), Ankara 1982, s. 57-58
[2] Bolay, Süleyman Hayri, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Yeni Türkiye, sy. 21, Ankara
1998, s. 123
[5] Canikli, İlyas, Kur‘ân’da ve
Hz. Peygamber’in Öğretilerinde İnanç ve İnandığını Yaşama Hürriyeti, Yeni
Türkiye sy. 22, Ankara 1998, s.769
[6] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyasiyye,
Beyrut 1985, s. 61; İslâm Peygamberi,
I-II (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1990, I, 196, 208
0 yorum:
Yorum Gönder