6 Temmuz 2017 Perşembe

Prof. Dr. Şefaettin Severcan'la Röportaj

Prof. Dr. Şefaettin Severcan
E.R.Ü. İlahiyat Fakültesi
İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
06.07.2017 KAYSERİ

1.     Bize kısaca ailenizden, memleketinizden ve çocukluğunuzdan bahseder misiniz?

Şefaettin Severcan, 10 Ekim 1956 yılında Kayseri’de dünyaya gözlerini açtı. Babası, 1933 doğumlu Mehmet Bey’in; annesi 1938 doğumlu Behiye Hanım’ın ilk çocuklarıydı. Bebek Severcan’a sevaplı ad diye Şefaettin adını verdiler. Küçük Şefaettin, genç yaşta kocasını kaybederek dul kalan babaannesi Lütfiye Hanım, daha on sekizinde anne olmuş Behiye Hanım ve yirmi üç yaşında, babasız büyümüş, bir genç babayla birlikte iki katlı bir evde hayata başlar.
Babaanne Lütfiye Hanım, hiçbir zaman hayatı seyretmeyen, ona hükmeden, mütedeyyin, temizlik konusunda çok titiz, geleneklerine bağlı, otoriter ve aynı zamanda da evlatlarına çok düşkün tam bir Osmanlı hanımıdır. Anne Behiye Hanım, ilkokul yerine mahalle muallimleri Yahya Efendiye gönderilerek Kur’an-ı Kerim öğrenmekle yetindirilmiş, mahallenin edep numunesi ve en güzel kızıdır. Mütedeyyin bir Anadolu kızı örneğidir. Baba Mehmet Bey, İsmet İnönü’nün “milli şeflik” yıllarında, sosyal ve ekonomik açıdan ülkenin en buhranlı ve zor günlerini yaşadığı, dindarlar başta olmak üzere halkın baskı altında tutulduğu yoksulluk günlerinin atmosferinde, önünde ağabeyleri ve otoriter bir annesi olmasına rağmen baba otoritesizliğinin özgürlüğü içinde büyümüş, ilkokul mezunu zeki bir Anadolu delikanlısıdır. Babasına ismini verdikleri dedesi Mehmet Bey köyün birinci derece eşrafından olup oldukça varlıklıdır. Onun vefatından sonra aile onun bıraktığı serveti cömertçe zaman zaman da saçıp savurarak tüketmeye başlar. 1932 yılından 1960’lı yılların başına kadar bu miras aileye destek olur ve kimseye muhtaç etmeden getirir.
O yıllarda ilkokula başlama yaşı olan 7’ye gelen Şefaettin Argıncık İlkokulu’nda eğitimine başlar. Üçüncü sınıfın yaz tatili,  Argıncık Cami-i Kebir camii imamı merhum Hacı Mehmet Karaca’nın öğrencisi olur. O yaz tatilinde öğrendiği namazlıklarını ve Kur’an’ı daha sonraki yaz tatillerinde pişirir. Beşinci sınıfın sonlarına geldiğinde İsmet Bey,  sık sık babası Mehmet Bey’e gelerek, “oğlun okur onu mutlaka okutmalısın, ancak cami imamının etkisiyle İmam-Hatip Okulu’na gideceğim diyor, ne olacak oraya gidip, ölü mü yıkayacak, onu “düz ortaokula” göndermelisin” diye telkinlerde bulunur. İsmet Bey’in etkisiyle babası Mehmet Bey’de oğlunu “düz ortaokula” göndermek istemektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim hocası merhum H. Mehmet Karaca’nın Şefaettin üzerindeki telkinleri ve arkadaşlarının İmam-Hatip Okulunda okuyor olmalarının psikolojik yönlendirmesi ağır basar ve babasının muhalefetine rağmen imtihanlara girerek orta ve lise eğitimine Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde başlar. İmam-Hatip Okulu’nun “orta” bölümünde öğrenciliği genellikle vasat bir çizgide seyreder.
Bu sırada birkaç yıldır gözlerindeki “Behçet” hastalığından tedavi görmekte olan babasının durumu ciddileşmeye başlar. Evde sıkıntılı günler birbirine eklenmektedir. Her geçen gün artan sancılar, tedaviye cevap vermeyen ilaçlar ve korkutucu görme kayıpları bütün aileyi bir acı ve çaresizlik sarmalına sarar. Özellikle artık beş çocuğun annesi olan Behiye Hanım, yüreğinde hisseder bütün bu acıları ve çaresizlikleri. Yurt içinde tedavi imkânları bulunamayınca babası yedi yıl sürecek olan Londra seferlerine başlar.   Londra’da uygulanan tedavi kısmen de olsa ümit verecek oranda sonuç verince arka arkasına her yıl yaklaşık iki ayı Londra’da hastanede geçer. Bu seferlerin üçünde gözlerinden ameliyat olur Mehmet Bey. Kalıcı bir iyileşme olmaz ve 1970’li yılların ortalarında gözlerini kaybeder. Tedavi süreci Şefaettin’in sorumluluğunu ve yükünü artırmış, hem evin işlerini hem de ticarî işleri tamamen onun omuzlarına bırakmıştır. Bir taraftan okul, bir taraftan ev işleri ve ticari işler onu pişirir ve hayata hazırlar.
Muhtıralı yıllar, ya da 1970’li yılların ilk yarısı bu meşakkatli ve çalkantılı günlerle geçer. Bu sırada okulunun “lise”li yıllarındadır ve orta kısma nazaran daha başarılıdır Şefaettin. Okuma merakı ile dop doludur. Tarihi romanlar ve o zaman popüler olan fikrî eserler daha severek okuduğu kitaplar olmakla birlikte her yelpazeden kitaplar okur. Kayseri İl Halk Kütüphanesinden aldığı kitaplarla yetinmeyerek kendi kitaplığını oluşturmaya başlar. Babasının tepkilerinden dolayı kitapları eve gizli getirir. Bu dönemde amatör kümede yer alan, Argıncık Spor’da futbol oynar. O yıllarda yaşadığı güzellikler, kurduğu arkadaşlıklar onun için hep ayrı ve özel bir anlam taşırlar.
Liseli yılların sonlarına geldiğinde, ailenin bütün işlerini sırtlamış, çok çeşitli okuyan, fikrî kimliği oluşmaya başlamış, artık ne yaptığını ve ne yapması gerektiğini daha fazla bilen bir görüntü çizmeye başlar Severcan. Okulu ona çok şeyler kazandırmıştır. Beyaz şeritli şapkası, Kayseri halkının İmam-Hatipli öğrenciye koyduğu yasakların ve verdiği değerin etkin yaptırım gücü, bütün arkadaşları gibi onun da gençlik yıllarını kontrol altında tutmuş,  kötü alışkanlıklar edinmelerini, zararlı yollara sapmalarını önlemiştir.
İmam-Hatip yılları boyunca, kimini hocalığı ile, kimini samimiyetiyle, kimini sevgisiyle, kimini de korkusuyla da olsa, merhum Hasan Çıngı, Musa Kavgacı, Mustafa Ünal, Mehmet Yurtlu, Ahmet Kahyaoğlu,  Rükneddin Bey, Mustafa Başaran, Fahri Kılıç, Bekir Baysal,  v.d. hocaları onun zihninde bir şekilde hep var olmuşlardır.
Lise bölümünü başarıyla bitirdikten sonra sıra üniversite eğitimine gelmiştir, hangi üniversitenin hangi fakültesine girebilecektir. Ama onun için bu hangilerin cevabı sadece Kayseri’de olanla sınırlıdır. Çünkü ailenin ona ihtiyacı onu sadece Kayseri’de okumaya mecbur bırakmaktadır. Ve Kayseri’de de 1975-1976’lı yıllarda sadece Yüksek İslam Enstitüsü vardır. Üniversiteye giriş sınavında aldığı puanı birçok fakülteye girebilecek seviyede olduğu halde ve hatta o zaman en gözde fakültelere dahi yeterli olduğu halde, 1976 yılında Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne girer. Hayatını şekillendirecek, geleceğini önemli ölçüde belirleyecek olan bir temel tercihi daha bu şekilde yapmış olur. Artık okuduklarını daha farklı değerlendirmekte, olaylara daha farklı bakmaktadır. Bu farklı bakış açısı Yüksek İslam Enstitü’lü yıllarında hep onunla birlikte olur. Okuma çeşitliliği daha da artar, o zaman popüler olan adıyla, “sol-sağ” ayrımı yapmadan, sosyal, siyasi, ekonomik, dinî, felsefî, ideolojik, sosyolojik, tarihî ne buldu ise okumaya başlar. Fikir dünyası, dünyaya ve hayata bakışı, hayat anlayışı hep yenilenir gider böylece.
Diğer taraftan ev işleri de gayet yolunda gitmektedir. Emlak ve müstakil bahçeli ev yapıp satma işinden iyi para kazanmaktadırlar. Okula kendi arabasıyla gelen iki öğrenciden biridir. Okulda hocaları ona sahip çıkarlar ve hocalarının ev oturmalarına ve fikri sohbetlerine katılır. Okuma ağırlığını temel eserlere yönlendirerek dört yıllık bir program çerçevesinde birçok temel eseri okur. Bu dönemde Kayseri’nin fikir dünyasında sözü dinlenilen birçok kişinin sohbetlerine katılır. Klasik-modern, geleneksel-çağdaş birçok yeni çevre ve fikrî yorumlarla tanışır. Bu sohbetlerde genellikle az konuşur çok dinler. Dolu dolu geçtiğini düşündüğü İlahiyat öğrenciliği yıllarını yeni dostluklar, arkadaşlıklar, düşünceler, ufuklar, idealler ve güzelliklerle 1980 yılı Haziranı’nda noktalar.
Aynı yıl  Hanife ile Osman Fevzi Mutlu’nun yüreği pırıl pırıl küçük kızları Ayşe ile mutlu bir evlilik yaparlar. Hayatının en önemli tercihlerinden birini daha yaptığı o gün takvim yaprakları 1980 Ekim’inin 26’sını göstermektedir. Bir yıl sonra bu defa 27 Ekim 1981’de Furkan ile birinci, bundan üç yıl sonra 16 Kasım 1984’de Mehmet ile de ikinci meyvesini verir bu mutlu evlilikleri.
Yine aynı yıl öğretmenlik tayini çıkar Nizip İmam-Hatip Lisesi’ne. Kayseri’den ayrılma şartları değişmediği için gidemez ve istifa eder öğretmenlikten. Bu sırada, “Meydan  Kitap-Kırtasiye” ile yepyeni bir pencere daha açılır ticarî hayat serüveninde. Bir taraftan da ilimle olan ilişkisini kesmez ve merhum İbrahim Eken Hoca Efendi’nin, Arapça ve Fıkıh; Mustafa Çuhadar Hoca Efendi’nin Arapça ve Tefsir; zaman zaman da Merhum Sadık Hoca Efendi’nin Tefsir derslerine devam eder. Fakülte hocaları ile de dostluğu ve iyi ilişkileri artarak devam eder. 1983 Mart - Haziran’ı arasında İzmir Menemen’de yaptığı kısa dönem askerlik sırasında kendine dönme, geçmişle muhasebe, gelecekle ilgili değerlendirmeler yapma fırsatını bulur. Tefekkürle geçen nice günlerden sonra ilmî çalışmalarla daha iç içe olmasının, mümkünse ekmeğini orada aramasının tabiatına daha uygun olduğunu fark eder. İlmî çalışmaların yüreğinde prangalı mahpus hisler olarak dip diri durduğunu görür. 1984 ve 85’li yıllarda bir taraftan iş, diğer taraftan da yüreğindeki mahpus hisler büyümektedir. Bu ikisi arasında gidip gelirken iş yerini satarak okula dönmeye karar verir.  Bu kararını eşi de paylaşır ve ona bütün gücüyle destek olur. Sonunda yakın çevrenin muhalefetine rağmen iş yerini satarak 1986 yılının Mayıs’ında Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenliğe başlar.
Yıllar önce öğrencileri olduğu hocalarının ve öğrenci arkadaşlarının bir kısmıyla bu defa mesai arkadaşı ve meslektaş olmanın güzelliklerini doyasıya yaşadığı Kayseri İmam Hatip Lisesi’nde iki yıl görev yapar. 1988 yılının Mart ayında İlahiyat Fakültesi’nde açılan imtihanda başarılı olur ve 14.04.1988 tarihinde Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü İslam Tarihi Ana Bilim Dalı’na Araştırma Görevlisi olarak atanır. Artık yüreğindeki mahpus hislerin prangaları açılmıştır…  

2.     Eğitim hayatınız ile ilgili bilgi verir misiniz?

Severcan 14.04.1988’den itibaren hızlı bir çalışma performansı yakalar ve hiç geciktirmeden “Keşfî Mehmet Çelebi’nin Selimnâmesi” adlı tez çalışmasıyla yüksek lisansını tamamlar. Aynı günlerde Prof. Dr. Ahmet Uğur Bey’in danışmanlığında doktora eğitimine başlar. Daha ders döneminde iken İstanbul, Süleymaniye Kütüphanesi’nde taramalar yaparak tez konusunu belirleyen Severcan’ın hızlı çalışma temposu devam eder ve bir taraftan öğretim üyesi gibi derslere girerken diğer taraftan da tezini hazırlar. Planlı ve hedefli çalışma meyvesini verir ve normal vaktinden önce tezini tamamlayarak, “Kemal Paşazâde Tevârih-i Âl-i Osman X. Defter” adlı tez çalışmasıyla 24.01.1992 tarihinde “Doktor” unvanını alır. 27.05.1992 tarihinde de aynı Ana Bilim Dalı’nda Yardımcı Doçentliğe atanır. 15.01.1993 – 15.07.1993 tarihleri arasında alanında bazı araştırmalar yapmak üzere T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi bursu ile İngiltere’ye gider. Leeds Metropolitan Üniversitesi’nde hem dil kurslarına katılır hem de bir takım çalışmalar yapar.  Birmingham Üniversitesi’nde de kısa süreli bir takım incelemelerde bulunur. Daha sonra Londra’da bulunan “School of Oriental and African Staudies”, “British Library” ve “Oriental and İndia Offıce Collections Reguisitions” kütüphanelerinde Osmanlı Tarihi kaynakları üzerinde çalışmalar yapar ve özellikle de el yazması eserleri tarama imkânı bulur.  18 Ekim 1995 tarihinde Doçent olan Severcan Nisan 1996 da aynı ana bilim dalında doçentlik kadrosuna atanır.
Derslerine ve bilimsel çalışmalarına devam ederken, hiç düşünmediği bir zamanda 1997 yılı Ekim’inde Rektör Prof. Dr. Mehmet Şahin’in emir muhtevalı telkini ile Fakültesi’nde dekan yardımcılığı görevine gelir. Artık arka arkasına eklenecek idari görevler dönemi başlamıştır. Onun yapmış olduğu idari görevlerden bazıları, görev sıralamasına göre, şöyledir:

1.     E.Ü. Kayseri ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği.
2.     E.Ü. Araştırma Fonu Uzmanlık Gurubu üyeliği.
3.     E.Ü. İlahiyat Fakültesi Fakülte Kurulu üyeliği.
4.     E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı.
5.     E.Ü. İlahiyat Fakültesi Doçent temsilcisi Yönetim Kurulu üyeliği.
6.     E.Ü. Araştırma Fonu Uzmanlık Gurubu üyeliği.
7.     E.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Başkanlığı.
8.     E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Enstitü Kurulu Üyeliği.
9.     E.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Anabilim Dalı Başkanlığı.
10.  E.Ü. Kayseri ve Yöresi Tarih Araştırmaları Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği.
11.  E.Ü. İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığı.
12.  Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Tarih Felsefe Fakültesi Dekanlığı 2002-2004.
13.  Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekilliği 2004-2005.
14.  Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı 2006-2009.
15.  Erciyes Üniversitesi Soruşturma Üst Kurul Başkanlığı 2006 – 2009.

              
16-21 Nisan 1998 tarihleri arasında T.C. Bonn Büyükelçiliği Sosyal İşler Müşavirliği’nin davetlisi olarak Almanya’nın Köln ve Stuttgart illerinde konferanslar verir. Yurt dışı davetler devam eder ve Paris, Köln, Stuttgart, Amsterdam, Budapeşte ve Zagreb başta olmak üzere pek çok Avrupa şehrinde; Astana, Almatı, Çimkent, Türkistan, Taraz, Bişkek, Oş, Taşkent, Orangabad, Mekke ve Medine gibi gönül coğrafyamızın şehirlerinin bir kısmında lisansüstü dersler, bir kısmında da konferanslar verdi.
1997-1998 ve 1998-1999 öğretim yıllarında Niğde Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nin daveti üzerine bir yıl adı geçen Fakültede derslere girer. Ulusal ve mahalli televizyon ve radyolarda programlar ve konuşmalar yapar. Birçok bilimsel dergide yayın kurulu üyeliği ve hakemlik görevlerini üstlenir. Uluslararası ve ulusal toplantı düzenleme komitesi başkanlığı ve üyeliği, yüksek lisans ve doktora danışmanlıkları gibi bilimsel faaliyetleri yürüten ve yayınlanan kitap, makale ve tebliğleri uluslararası ve ulusal birçok bilimsel kitap ve makaleye referans olan Severcan 16.03.2001 tarihinde Profesör olur.
 Ayrıntılarını Web sitemizde paylaştığımız 10’un üzerinde kitap; 50 civarında ilmî makale, bir o kadar uluslararası ve ulusal tebliği yayınlanmıştır. Kitaplarından 5 tanesi Kazak Türkçesine çevrilmiş, makalelerinden bazıları da İngilizce ve Kazakça yayınlanmıştır. Ayrıca pek çok kitap bölümü yazmıştır. Türk Tarih Kurumu Raportörlüğü, pek çok ilmî derginin bilim kurulu üyeliği ve bazı ansiklopedik eserler için editörlük görevleri yürütmektedir.


3.     Neden İslam Tarihi alanını ve akademisyenliği seçtiğinizi anlatır mısınız?

İlahiyat eğitimim döneminde İslam Tarihine karşı merakla başlayan ve öğrenmenin keyfine dönüşen bir ilgim gelişmişti. Mezuniyet Ön Lisans Tezimi de Hz. Ali dönemiyle ilgili hazırlamıştım. İslam Tarihi’ne böyle bir ilgim olmakla birlikte İlahiyat eğitimi yaptığım dönemde İlahiyat programı, Tefsir-Hadis Bölümü, Fıkıh-Kelam Bölümü ve İslam Dini Esasları Bölümü olmak üzere üç bölüm esaslı idi ve ilk iki yılın not yüksekliği kriteri ile son iki yıl tercih ettiğiniz bölüme göre eğitim yapılırdı. Bu bağlamda bende Tefsir-Hadis bölümünü tercih ederek bu bölümden mezun olmuştum. Tefsir alanını da çok seviyordum ve bu gerekçe ile de akademik hayata Tefsir alanında başlamak istiyordum. İslam Tarihi mi Tefsir mi olsun diye çok değer verdiğim -Allah mekânını cennet eylesin- merhum bir usul bilgesiyle istişare ettim. Bu gün ve orta vadede İslam Tarihi çalışmalarının daha önemli olacağını düşündüğünü dolayısıyla İslam Tarihi alanının daha doğru bir tercih olacağını söyledi. Yine istişarelerine değer verdiğim birkaç gönül dostumun da aynı minval üzere kanaat belirtmeleri üzerine İslam Tarihi alanını tercih ettim.
Akademisyenlik tercihime gelince, daha İmam-Hatip Okulu yıllarımdan itibaren okumaya, öğrenmeye karşı bir arzu gelişmişti. Okumak öyle tatlı geliyordu ki dönem dönem derslerimi bile ihmal ediyordum. Belki de bu sebepten İmam-Hatip’in orta kısmı öğrenciliğim pek parlak değildi. Lise kısmına geldiğimde bir taraftan derslerim daha iyi olmuştu, diğer taraftan da artık hem evin işlerini yürütüyor hem de amatör kümede futbol oynuyordum. Yükseköğretimin ilk yıllarında tesettüre riayet edemediğim için futbolu bırakmış, okulum ve ticaret olmak üzere iki kulvara yoğunlaşmıştım. Her ikisi de oldukça iyi gidiyordu. Yükseköğretimden sonra, yukarıda anlattığımız gibi, ailevi sebeplerle ticareti öncelemek zorunda kalmıştım. İyi para kazanıyorduk. Toptan kırtasiyede ve muhasebe defterlerinde Kayseri’de ön sıralara çıkmıştık. Kitap satışlarımızın geliri küçük kalmıştı ve işin bu boyutunu kâr elde etmekten daha çok müşterilerimize bir hizmet vesilesi olarak yerine getiriyorduk. Artık bir ekiple çalışıyorduk ve işler o kadar iyi idi ki, müşterileri kontrol edebilmek için polisten yardım talep ettiğimiz zamanlar oluyordu. Artık ben işi değil iş beni idare etmeye başlamıştı. Bu durum beni korkuttu. Aslında bu güzel ticarî fotoğraf bana istediğim huzuru da vermiyordu. İçerimde mahpus duygularım vardı. Ekmeğimi eğitimden kazanmak, hep okumak ve yazmak istiyordum. Zaten bu sırada ilmî ortamlardan da uzaklaşmış değildim. İlmî derslere katılıyor, sohbetleri takip ediyor, özel dersler alıyordum. Eşimin de desteği ile -ailemin muhalefetine rağmen- içimde prangalı hisler kalmasın, ömrüm eğitim hizmetinin huzuru ile şekillensin diyerek iş yerini sattım. Kayseri İmam-Hatip Lisesi’nde iki yıla yakın öğretmenlik yaptıktan sonra ERÜ İlahiyat Fakültesinde akademisyenlik serüvenime başladım.


4.     Hocam, doktora yaparken ne tür zorluklarla karşılaştınız?

Doktora yaparken karşı karşıya kaldığım zorlukları şöyle sıralayabilirim:
a. Konu Seçimi: Doktora tez konum benim istediğim gibi sonuçlanmadı. Hocama getirdiğim her konu önerisine, “ben bu konuyu çalıştıramam” cevabını aldım. Sonunda Süleymaniye Kütüphanesine giderek hocamın çalıştıracağı bir konuyu tercih etmek durumunda kaldım. Böyle zoraki tercihli bir başlangıçla birlikte, doktora tezim bittiğinde Avrupa’dan Japonya’ya yurt dışında ve yurt içinde kendi alanında benzer çalışmalar için örnek gösterilen bir çalışma ortaya çıktı.

b. Süre: Tez konumu doktora ders döneminin başında belirlemiştim. O dönemde doktora ders dönemi iki yılı buluyordu. Planlı bir çalışmayla tez döneminin on sekizinci ayında tezi bitirdim. Ancak erken oldu diye tez savunması sınavına bir yıla yakın bekledikten sonra girdim.
c. Asistanlık Anlayışı: O dönemde Üniversitelerin genelinde var olan asistanlık görev alanı anlayışı ve asistanlık algısı benim ilmî ideallerimle, hedeflerimle ve kişiliğimle pek uyuşmadı. Bu sebeple beklentilerinde hayal kırıklığına uğramışlık içinde birkaç defa istifa etmek istedim. Bir defasında istifa dilekçesini de yazıp hocama götürdüm. Ancak kabul etmeyip dilekçemi yırttı. Nihayet doğru olmadığını söylediğim birkaç olaydan sonra bir orta yolda buluşarak bu dönemi bitirdim.


5.     Bize çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

Yayınlanmış çalışmalarımız okuyucularımızla buluştuğu için bu sorunuzu yayınlanacak çalışmalarımla ilgili cevaplamak istiyorum.

a. Siyer Çalışması:

Siyer kitaplarımız Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif vesilelerle çeşitli özelliklerini beyan ettiği, tebliğ mücadelesinden ve hayat çizgisinden önemli pasajlar sunduğu Hz. Muhammed (s.) kimliğine/tasavvuruna ve onun örnek hayatına ters düşen rivayetleri barındırmaktadırlar. Bu anlayışların arka planları ne olursa olsun; rivayet edeni kim olursa ve niyeti ne olursa olsun, bunların en önemli ortak sonuçları,  Hz. Muhammed (s.)’i bir şekilde istismara ve yaşanan hayatın içinden çıkarmaya yönelik etkilere sebep olmaktadır. Hatta onun “en güzel örnekliğinin” içini boşaltmakta dolayısıyla peygamberliğinin varlık sebebi olan “rehberliğini” ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla:
-Hz. Muhammed (s.)’in istismarına hiçbir şekilde razı olmadan;
-Allah’ın ve Peygamber’inin hatırını herkesin hatırından önde tutarak;
-Hz. Muhammed’in gerçek kimliği ile hayatımızda “örnek” ve “rehber” olarak yer almasına katkı sağlayacak;
-Hz. Muhammed (s.)’i, tebliğ mücadelesini ve bütün boyutlarıyla hayatını Kur’an’ın beyanlarına bire bir uygun düşen ve Hadislerle uyum sağlayan bir kimlik ile tanımasına katkı sağlayacağını umduğum bir Siyer yazmaktayım. Mekke dönemini bitirdim. Rabbim lütfederse 2018 yılında tamamını bitireceğimi ümit ediyorum.

b. İslâm Siyaset Tarihinde Din-Devlet-Siyaset Çalışması:

Hz. Muhammed (s.) döneminden başlayarak Abbasîlerin yıkılışına ve Türklerin Müslüman olmalarından başlayarak Osmanlıların Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmesine kadarki tarihi süreçte “Din-Devlet-Siyaset” anlayışları ve ilişkilerini ortaya koymaya çalıştım. Çalışmayı ham olarak tamamladım. Rabbim lütfederse 2019 yılında yayınlamayı ümit ediyorum.

c. İki Sultana Sunulan Siyasetnâme Çalışması:
Necmeddin Dâye’nin “Mirsâdü’l İbâd Mine’l-Mebdei İle’l-Meâd İrşâdü’l-Mûridîn İle’l-Murâd Fî Tercemeti Mirsâd El-İbâd” adlı eserinin içinde bulunan Siyasetnâme bölümünü, Giriş, Günümüz Türkçesiyle, Çeviriyazı ve Tıpkıbasım olarak hazırladım. Son rötuşları yapmaktayım. Yakında Büyüyen Ay Yayınevine göndereceğim.

6.     Hocalarınızın tarihçiliğiniz üzerinde nasıl bir tesiri oldu?

-Herşeyden evvel hem genel anlamda hem de tarih özelinde ilmî düşünceyi, bir meseleye ya da olaya ilmî yaklaşım usulünü hocalarımdan öğrendim.
-Hocalarımın söylediklerinden ve yapıp ettiklerinden, tarihçinin bir olayı naklederken ya da yorumlarken ilmî, dinî ve insanî sorumluluklarını, kınayıcıların kınama endişesine ve her tür ve neviden beklentilerinin zarar göreceği endişesine kurban etmemesi gerektiğini gördüm.
-Yine onların söylediklerinden ve yapıp ettiklerinden, bir tarihçi olarak naklettikleriniz ve anlattıklarınızla otoritesi zedelenecek ve mazhar oldukları iltifatlar ve ikramlar azalacak hatta tehlikeye girecek olanların yaftalarından ve iftiralarından çekinilmemesi, korkulmaması gerektiğini öğrendim.
-Genelde bir bilim insanı özelde bir tarihçi için ilim ahlâkının, sorumluluk bilincinin ne kadar önemli bir özellik ve ne kadar değerli bir meziyet olduğunu gördüm.
-Bir olay değerlendirmesinin ve tenkidinin, gerekçesi ve amacı ne olursa olsun doğruyu bulup yansıtma çabasının dışında her türlü yönlenmeden ve hedeften uzak, âdeta bir peygamber dürüstlüğü içinde yapılmasının ne kadar hayati önemde olduğunu öğrendim.

7.     https://ssl.gstatic.com/ui/v1/icons/mail/images/cleardot.gifSize göre  Türkiye’de İslam Tarihi  çalışmalarının ve İslam tarihçiliğinin geldiği seviye nedir?

Ülkemizde İslam Tarihi  çalışmalarının ve İslam tarihçiliğinin geldiği seviyeyi hiç şüphesiz önemli bulmaktayım. Özellikle İslâm Tarihçileri Derneği’nin organize ve himayesinde bu yıl basımı gerçekleştirilecek olan tamamen yerli ve telif İslâm Tarihi külliyatının bu seviyenin somut bir göstergesi olduğunu söylemeyi en azından bir vefa-şinaslık olarak görmekteyim. Bununla birlikte keyfiyet itibariyle önemli kronik problemlerin hâlâ varlıklarını sürdürdüğünü, hâlâ saltanatlarına devam ettiklerini de görüyorum. Bunların bir kaçını şöyle örnekleyebilirim.
a. Konuya esas olan rivayetin Kur’anî anlatıma uygun olmaması bağlamında Hz. Muhammed (s.)’in cinlenme ve intihar teşebbüsü meselesi:
Pek çok siyer kaynağında ve buna bağlı olarak pek çok çağdaş siyer kitaplarında Hz. Muhammed (s.)’in vahye ilk muhatap olduğunda kalbine ilkâ edilenin vahiy olduğunu anlayamadığı, cinlendiğini sandığı ve hatta bazı kaynaklarda burada bazılarında da vahyin inkıtaında intihara teşebbüs ettiği nakledilir. Bu şöyle anlatılır:
Hz. Muhammed (s.) Hira’da ilk vahyi aldıktan sonra şair veya mecnun olduğunu düşündü. Resûlullah (s.) için, Allah’ın yaratıkları arasında, bir şair[1] ya da bir mecnundan daha kötü kimse yoktu. Onlara kızdığı kadar kimseye kızmazdı. En çok nefret ettiği şey mecnun veya kâhin durumuna düşmekti. Kendi kendine: “Şair veya mecnun mu oldum yoksa? Kureyş beni asla şair veya mecnun olarak konuşmamalı.. Dağın yüksek bir yerine çıkıp oradan kendimi atarak intihar edip öleyim, ancak o zaman rahatlarım” dedi. Sonra bunu birkaç defa denedi ancak her denemesinde ufukta Cebrâil göründü ve: “Ey Muhammed, sen Allah’ın resulüsün ben de Cibril’im” diyerek onun intihar etmesine engel oldu.
Cebrâil ayrılıp gittikten sonra evine gelen Muhammed (s.)’e Hz. Hatice: “ Ey Kâsım’ın babası neredeydin?” diye sordu. Hz. Muhammed (s.): “Ey Hatice! Ben bir takım ışıklar görüyor, sesler duyuyorum! Vallahi, şu putlardan ve kâhinlerden nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem! Ben ya bir kâhin, ya bir şair ya da mecnun olacağım galiba! Bana cinler musallat olacak diye korkuyorum” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Hz. Hatice: “Bundan Allah’a sığınırım Ey Kâsım’ın babası! Benim bildiğim, Allah seni asla böyle bir duruma sokmaz.  Çünkü sen akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; işini görmeye gücü yetmeyenlere yardım edersin; ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın; misafirlerini ağırlarsın;  sen doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlaklısın. Ancak bu halin nedir anlayamadım” dedi. Bunun üzerine Hz. Muhammed başından geçenleri ona anlattı. Anlatılanları dinleyen Hatice:  “Müjdeler olsun ey amcaoğlu! Gönlünü rahat tut, Allah’a yemin ederim senin bu ümmetin peygamberi olacağına kesinlikle inanıyorum. “Rahip Bahira yirmi sene önce bunu bana bildirmiş ve bana seninle evlenmemi emretmişti”[2] dedi.
 Bu rivayetler iki açıdan problemlidir.
Birincisi: Vahiy ve peygamberlik tabiatları, görev alanları ve amaçları itibariyle kesinlik ister ve kesinlik ifade ederler, tereddüt ve şüpheyi asla kabul etmezler. Vahiy ve peygamberlik Kur’ânî boyutta ve kendi literatürleri içinde incelendiğinde bu kesinlik görülecektir. Bir örnek vermek gerekirse:
Vahiy, “muhatabın nefsinde Hakk’ın kelamının eseri süratle beliren bir iletişim” olarak tanımlanmaktadır. Buna göre vahyin bir özelliği de, ona muhatap olan kişinin buna itiraza mecalinin olmayacağıdır. Buna delil olarak Musa (s.)’in annesine verilen vahiy zikredilir. Bu olayı anlatan Kasas suresi yedinci ayette Allah: “Musa’nın annesine onu emzirmesini, endişe duymaya başlayınca ise onu suya bırakmasını vahyettik” buyrulmaktadır. Bunun üzerine annesi denileni yapmış ve muhalefet etmemiştir. Hâlbuki emredilen şeyin sonunda küçük yavrunun ölüm riski vardır. Ama vahyi alan anne ne muhalefet etmiş, ne de tereddüt geçirmiştir. İnsanî duyguları bunu tehlikeli olduğunu söyleyerek ona baskı yapabilseydi, denileni yapamazdı. O halde vahiy, vahyedilen kişinin nefsinde kendi tabiatından daha güçlü bir yetkiye sahiptir.  ((Fîruzabâdî, Basâir, V/178) Bu tespite göre, ilk vahiy ve peygamberliği konusunda Hz. Muhammed (s.)’in tereddüt geçirmesi, hastalandığını sanması, kâhin ve mecnun olduğunu düşünmesi gibi hususlar asla doğru olamaz. Peki! Hz. Muhammed (s.) üzerindeki bu mecnunluk töhmeti nereden geliyor? Bu kadar yaygın bir rivayet nereden çıkmıştır?

İkincisi: İlk vahiyden sonra 2. sırada (veya 4. sırada) gelen Kalem suresinin 5-6. ayetlerine baktığımızda bu sorunun cevabı ortaya çıkıyor.
“Ey Muhammed! Rabbinin nimeti sayesinde sen cinlenmiş değilsin. Ve senin için kesintisiz bir ödül vardır. Çünkü sen, üstün bir ahlâka / hayat tarzına sahipsin.  Yakında sen de göreceksin, onlar, [şimdi seni küçümseyip alaya alanlar] da görecekler,  hanginizin akıldan yoksun olduğunu.
Bu ayetlere göre Hz. Muhammed (s.)’in hasta, mecnun, şair ve kâhin olduğunu düşünen Hz. Muhammed (s.)’in kendisi değil, ona karşı gelen Mekkeli müşriklerdir. Dolayısıyla bu suçlamayı Hz. Peygambere isnat etmek doğru değildir. Üstelik İbn-i Hişam’ın Hira’daki ilk vahyi anlattığı bölümde:
“… Mağaradan dışarı çıktım, dağın ortasına geldiğimde melek bana: -“Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün ben de Cibrîl’im” sözlerini birkaç defa tekrarladı.” (İbn-i Hişam, I, 252)
Şeklindeki beyanı; ve Taberî’nin, ilk vahyin hemen öncesinde Cebrailin Hz. Muhammed’e Allah’ın elçisi olduğunu söylediğini beyan eden:
“Cebrâil olduğunu söyleyen’ melek geldi ve bana:
-“Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün” dedi. Ayakta idim dizlerimin üzerine çöktüm. Sonra bana:
-“Oku” dedi…” (Taberî,II, 205) rivayeti tercih edildiğinde bu problem ortadan kalkmaktadır.
Yine Varaka b. Nevfel’e gitmesi olayı da Hz. Muhammed (s.)’in cinlendiğini düşünmesiyle ilgili rivayet edilmiştir. Bu olay da kaynaklarda şöyle yer alır:
Bu rivayet ile Hz. Muhammed (s.)’in başına gelenin hastalık mı, peygamberlik mi olduğu hususunda Varaka b. Nevfel, bizzat vahyi alan ve kendisine peygamberlik lütfedilen Hz. Muhammed (s.)’den onun peygamberliğini ondan daha iyi anlayan biri olarak öne çıkarılır. Yine kendisine ilk vahiy öncesinde ve sonrasında Cebrail’in: “Ben Cibril’im sen de Allah’ın Rasûlüsün” demiş olmasına rağmen, bu rivayete göre Hz. Muhammed (s.) peygamber olduğuna bir türlü inanamamaktadır. Oysa Varaka duyar duymaz onun peygamber olduğunu anlamakta ve başına gelecek önemli olaylardan da haber vermektedir. Başına gelenin peygamberlik olduğu hususunda da Hz. Muhammed (s.)’i rahatlatmaktadır.  Hatta bazı kaynaklarda yer alan:
“Hz. Peygamber bu görüşme sayesinde rahatladı; içinde bu göreve karşı bir iştiyak uyandı. Bu sebeple de Cebrâil’i tekrar görebilme ümidi ile sık sık Hira mağarasına gitmeye başladı” ifadeleriyle de Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanmasında Varaka’nın üstlendiği rolün önemi ifade edilmektedir.
Bu rivayeti bu şekliyle kabul ettiğimiz takdirde, Hz. Muhammed (s.)’in kendisine gelen vahyin cinlenme değil peygamberlik olduğu hususunda rahatlamasını bir anlamda Varaka’nın sözlerine bağlamış oluruz. Varaka, bu sana gelen “peygamberlik” dediği için Hz. Muhammed (s.)’in peygamber olduğuna inanarak rahatladığını kabul eden mantık, Varaka sen “cinlenmişsin” deseydi o zaman Hz. Muhammed (s.)’in mecnun olduğuna inanarak oradan döneceğini kabul etmek durumunda değil mi idi? Yani Varaka Hz. Muhammed (s.)’e “sen cinlenmişsin” deseydi bu mantığa göre Hz. Peygamber “ben artık mecnun oldum” diye  dönecekti. Bir peygamberin peygamberliğinden emin olmasının yolu böyle olur mu? Başka bir ifadeyle, hiç böyle peygamberlik olur mu?
Böyle bir anlayış peygamberliğin tabiatına ne kadar uyar? Allah makamların en yücesi olan peygamberlik makamına seçtiği, sorumlulukların en büyüğünü ve en değerlisini yüklediği, kendileriyle ilâhi kitaplar gönderdiği peygamberlerini “hastalık mı, peygamberlik mi” ikileminde bırakır mı? Üstelik peygamberinin aldığı vahyin ne olduğunu anlamasını bir başka insanın kanaatlerine ve onayına terk eder mi?
Varaka b. Nevfel olayı İbn-i İshak’da, Hz. Hatice’nin Varaka’ya yalnız gittiği; Hz Muhammed (s.)’in Hz. Ebu Bekir ile gittiği; Hz. Muhammed (s.)’in Varaka’ya yalnız gittiği ve Hz. Muhammed (s.)’in ona hiç gitmeden Varaka ile Kâbe’de görüştükleri şeklinde olmak üzere farklı farklı rivayetlerle nakledilir.[3] Bunlardan “Varaka b. Nevfel’in Kâbe’ye geldiği bir gün Hz. Muhammed (s.) ile karşılaşarak kendi teşebbüsü ile görüştüğü ve konuştuğu” rivayeti tercih edildiğinde diğer rivayetlerin taşıdığı olumsuzluklar ortadan kalkmaktadır.

b. Tebliğin ilk üç yılının gizliliği meselesi:

Hz. Peygamber (s.)’in tebliğ faaliyetini ilk üç  (bazı rivayetlere göre dört ) yıl davet gizlice yürüttüğü, özenle seçtiği muhataplarıyla birer birer gizlice görüştüğü anlatılır. Bu rivayetler aşağıdaki sorulara mahal bırakmayacak açıklıkta, daha net ve daha tanımlanabilir bir şekilde ele alınmalıdır.
Sorular:
a. Nüzul sırasına göre kronolojik olarak tertiplenmiş olan Hz. Osman nüshasına göre risaletin üçüncü yılının sonuna kadar otuz beş, otuz altı sure gelmişti. Bu surelerin ayetleri yukarıda anlatıldığı şekliyle bir gizliliği doğrulamamaktadır. Aksine, Kalem, 5-16; Müzzemmil, 10; Müddessir, 11-25; 49-52; v.b.ayetler davetin açık ve herkes tarafından bilindiğini ortaya koymaktadır.
b. Bilindiği gibi, ilk üç yılda Müslüman olanlar muhtelif eserlerde kabilelerine göre isim isim zikredilmektedir. Mevdudi bu eserlerden bu isimleri toplayarak tek liste haline getirmiştir. Bu listeye göre ilk üç yılda Müslüman olan sahabe sayısı toplam 133’e ulaşmıştır. Bunların önemli bir bölümünün –en azından davetin gizli olmadığını ortaya koyacak kadar bir oranın- Müslüman olduklarını Mekkeliler biliyorlardı. Bu bilgilerle gizlilik nasıl telif edilebilir?
c. Hz. Peygamber’in Müslüman olan herkese: “Sakın bunu kimseye söylemeyin, Müslümanlığınızı gizleyin” diye bir tenbihi var mı?  Var ise bu tenbihe mutlaka yer verilmeli değil mi? Bu soruya cevap olarak  Hz. Ali ve Ebuzer el-Gıfarî’nin gösterilmesi yetmez, çünkü bunların durumunun oldukça özel olduğu bilinmektedir.
                   Oysa gizliliği:
“Peygamberimizin daveti genel olarak gizli değildi. Ancak Müslüman oldukları öğrenildiği takdirde müşriklerin zulmüne uğramaları kuvvetle muhtemel olanlar Peygamberimizin böyle uygun görmesiyle durumlarını ilk üç yıl gizlediler” şeklinde anladığımızda daha doğru anlamış olmaz mıyız?

Bu tür rivayetlerde dikkatli tercihler yapan İslam tarihçilerimize şükranlarımı kabul buyurmaları istirham ediyorum. Ancak özellikle bazı çağdaş siyer kitaplarının artık bir tıkla kolayca ulaşılabilen rivayetler içinden gösterilmek istenen tabloya uygun olanlar seçilerek tuale yerleştirildiği görülmektedir. Rivayet analizleri ve değerlendirmeler, bu tablonun parsellenmiş olan hedef kitlelerince ressamına itibar sağlayacak, tabloyu beğenilir ve hatta satın alınır hale getirecek şekilde tasarlanıp yapılmaktadır.
İşini dürüst yapan, hak ve adalet ile yapan İslam tarihçiliğine ömrünü adamış çok değerli hocalarımı ve dostlarımı bir kez daha istisna ederek, onların ülkemizde İslam Tarihi  çalışmalarını ve İslam tarihçiliğini takdire şayan seviyelere taşımalarından dolayı tekraren şükranlarımı kabul buyurmaları istirham ediyorum. Ancak ülkemiz İslam tarihçiliğinin olmasını arzu ettiğimiz ilmî seviyeye ulaşması için bu parsellenmiş hedef kitlelerin beğenisine sunulan tarih kitapları yazılmasından bir şekilde vazgeçilmelidir.



8.     Sizce çalışmalarda eksik bırakılan yönler nelerdir?

Siyer alanı örneğinden hareket ettiğimizde bana göre en fazla eksik bırakılan husus, günümüzde Hz. Peygamber’i bir bütün olarak doğru okuyamadığımız konusudur.. Onu doğru okuyamayınca kaçınılmaz olarak doğru anlayamıyor ve anlatamıyoruz. Bu durumu iki temel çözüm ile aşabiliriz.
İlki, Hz. Peygamber’le ilgili siyer, hadis ve tefsir rivayetlerini Kur’ân-ı Kerim’e arzedip sağlamasını yaparak. Kur’ân’ın değinmediği bir konu ise, konunun farklı tüm rivayetlerini birbirleriyle karşılaştırarak Kur’ân ve Sünnet’in genel çerçevesine, dış dünyalarına uygun olanı tercih ederek. Taberî’nin Taarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk’un önsözündeki şu sözlerinin bu ihtiyacı ortaya koymada önemli olduğunu düşünüyorum.  
“Geçmiş dönemlerin bir kısmıyla ilgili bu kitapta naklettiğimiz rivayetlerin bir kısmını doğru ve gerçek bulmayıp reddedenler veya bunu çirkin görenler olacaktır. Bu kişiler bilsinler ki, bunlar bize rivayet olarak ulaşan haberlerdir onları biz uydurmadık ve bize nakledildikleri şekilde aktarıyoruz... Bu kitabımızı inceleyenler bilsinler ki, burada naklettiğim rivayetlerin büyük çoğunluğu, aklî delillere ve insanların düşünerek ortaya koydukları sebeplere dayanmamaktadır. Bunlar sadece senet zinciriyle ravilerini gösterdiğim haber ve rivayetlere dayanır. Çünkü geçmiş dönemlere ait haberlerin ve olayların bilgisi, bunları yaşamamış ve görmemiş olanlara ancak onları görenlerin haber vermeleri; duyanların o haberleri nakletmeleri ile bilinir. Bunlar aklî çıkarımlar ve düşünce yoluyla bilinmez.”[4]
İkincisi siyer, hadis ve tefsir rivayetlerinin lafızlarını, anlamlarını tamamlayan, onları yanlış anlamalardan koruyan dış dünyaları ile birlikte okuyarak anlamlandırmakla. Rivayetlerin Kur’ân’a arzı ve dış dünya inşası, evinin anahtarını sokağın karanlık bölümünde kaybetmiş olan fakat onu burası daha aydınlık diye köşedeki sokak lambasının altında arayan adamın hikâyesine benzer şekilde, klasik pozitivist kökenli bilim anlayışları ve usulleri altında olmamalıdır. Hz. Peygamber’i anlamak her hangi bir tarihî lideri anlamak gibi değildir. Bu sebeple o yalnızca tarih ilmi sınırlılığında ele alındığında doğru anlaşılamaz. Onu doğru anlamak için hadis, kelam, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin usullerinden azami derecede istifade ederek yeni bir dinî-sosyal bilim anlayışı ve usulü içerisinde yeni bir siyer usulüne ihtiyacımız vardır. Bu ihtiyacı karşılayabildiğimiz ve yukarıda çözüm önerisi olarak sunduğumuz ilk maddeyi yerine getirdiğimiz zaman Hz. Peygamber’i bir bütün olarak doğru okumaya ve doğru anlamaya başlayacağımızı düşünüyorum. 
Siyer alanının dışındaki alanların da kendilerine göre bir takım eksikleri vardır. Biz burada bir röportaj sınırlılığı içinde sadece siyer alanı örneklemesiyle yetindik.


9.     Geriye dönüp baktığınızda keşke şu konuyu çalışsaydım dediğiniz bir konu var mı?
Elbette!
Evvela, Felsefe bölümünü de okuyarak “İslam Tarihi Felsefesi” çalışmayı isterdim.
İkinci olarak da, İslam Tarihi boyunca dönem dönem belki devlet devlet “Din Devlet İlişkilerini” veya “Ulemâ-Devlet-Siyaset İlişkilerini” çalışmayı isterdim.

10.  İslam Tarihi alanında Yüksek Lisans ve Doktora yapan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?

Genelde İslam tarihini özelde Hz. Peygamber’i anlamak her hangi bir tarihî dönemi ve tarihi lideri anlamak gibi değildir. Bu sebeple bunlar yalnızca tarih ilmi sınırlılığında ele alındığında eksik kalır ve hatta doğru anlaşılamama riski taşır. Bu eksiklikten ve riskten uzak durmak için hadis, kelam, tefsir, fıkıh gibi ilimlerin usullerinden azami derecede istifade edecek ölçüde, yorum yapabilecek seviyede de tarih usulü bilgisine sahip olmalarını öneririm. Yüksek Lisans ve Doktora yapan öğrencilerimizin akletme usulünü de gayet bilmeleri konunun olmayınca olmazıdır.
Bilgisayar teknolojisini kullanmayı çok iyi bilmelerini ve bunlardan en üst seviyede faydalanmalarını farzı ayın mesabesinde görmelerini tavsiye ederim. Sanırım bunun sebeplerini anlatmaya gerek yoktur.
Çalışmalarını mutlaka planlı, düzenli, devamlı ve hedefli yapmalarını ve bu disipline istisnasız uymalarını, zaman zaman konusunun uzmanlarıyla yüz yüze görüşmeler yapmalarının işlerini epeyce kolaylaştıracağını hatırlatmak isterim.

11.  Sizce öğrenciler tez konusu seçerken nelere dikkat etmeliler? İyi bir tez nasıl yazılır?

-Tez konularını ders dönemlerinde ve mümkün olduğu kadar erken belirlesinler.
-Okumalarını tez konuları bağlamında yoğunlaştırsınlar.
-Tez konuları raf bekçisi olmamalı mutlaka bir ihtiyacı karşılamalı ve bir eksiği giderecek konuda olmalıdır.
-Tez konusu sahibini akademik hayatında bir yere taşıyacak özellikte olmalıdır.
-Tez, konusu, ele alınışı ve alanına katkıları itibariyle o konuya ihtiyaç duyulduğunda ilk akla gelen ve mutlaka görülmesi gereken niteliklere sahip olmasına dikkat edilmelidir.
-Tez konuları mutlaka verilen süre içinde yapılabilir olmalıdır.
-Konunun kaynak dilleri faydalanılabilir seviyede olmalıdır.
-Adayın zevkle çalışabileceği bir konu olmalıdır.
-Aday kendisini, kapasitesini, yeteneğini, gücünü ve imkanlarını herkesten daha iyi bilmeli ve tez konusunu bu çerçevede belirlemelidir.

           Son iki soru için yaptığımız tespitleri yerine getiren bir adayın iyi bir tez yapacağına olan inancımı belirtmek isterim.
Bana düşüncelerimi okuyucularımla paylaşma fırsatı için teşekkür ederim.





[1] O dönemde “şairlerin” cinlerle irtibatlı oldukları kabul edilir, bu sebeple de olumsuz bir algıya muhatap olurlardı.
[2] İbn-i Kesir, c, 3, s,  205.
[3] İbn-i İshak, 101-102, 112-113.
[4] Taberî, Tarihü’l-Ümem ve’l-Mülûk, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, tarihsiz, c, I, s, 5.

1 yorum:

  1. Allah razı olsun Sayın Hocam, tesbit ve tavsiyelerinizden istifade ettim.

    YanıtlaSil

Yazarlar