5 Temmuz 2017 Çarşamba

Vakıf Müessesesinin Kaynağı ve Tarihi Gelişimi

Prof. Dr. Âdem APAK
Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf, yüzyıllardan beri İslâm ülkelerinde ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş di­nî ve hukukî bir kurumdur.
İnsan fıtratında bulunan yar­dımlaşma hissi, şüphesiz insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, di­nî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanmıştır. İslâm ül­kelerinde vakıfların, asırlarca fonksiyon icrâ etmesinin sebebini de bu dinî boyutta aramak gerekir. Çünkü "insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da in­sanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır" prensibinin mâ­nasını kavrayan Müslümanlar, vakıf eserleri tesis etmede âdeta birbirleriyle yarışmışlardır.
Farklı tariflerden anlaşıldığına göre va­kıf, sadece Allah rızasını kazanmak için kurulan ve menfaati muhtaç insanlara tahsis edilen müesseselerdir. Bu durumda vakfı kuran şahıs, mülkü tamamıyle kendi tasarrufundan çıkararak, bunu Allah’ın mülkü haline getiriyor demektir. Vakıf kuran kişiler tarafından belli şartlarda tesis edilen vakfın, kurucusu tarafından düzenlenen nizâmnâmesine de "vakfiye" denir. Vakıfların resmîleşmesi ancak vakfiyenin kadılık siciline işlenmesinden sonra gerçekleşmiştir.
Asırlar boyunca İslâm âleminde ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan vakfın, ilk olarak ne zaman tesis edildiğine dair kesin bir bil­giye henüz sahip değiliz. Bununla beraber, tarihî kaynaklar dünyadaki ilk vakfın dinî gayelerle ortaya çıktığını ve za­manla insanî, medenî ve içtimaî alanlarda etkinlik göstermeye başladığına işaret ederler. Dinlerin hedefleri arasında insanların maddî-manevî ihtiyaçlarının giderilmesi önemli bir yer tuttuğu için, vakıfların dinî sâiklerle başlamış olması tabiîdir.
İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirme ve daha ileriye götürmeyi hedeflemesi sebebiyle, vakıfları hukuk sahası içine almıştır. Sa­daka, Zekât ve Kurban gibi sosyal müesseselerin gayesi de ihtiyaç içinde bulunanlara yardım olduğundan, bu işlevlerin pek çoğunu üstlenen vakıflar İslâm toplumunda önemli kurumlar olarak kabul edilmişlerdir.
Kur’ân’da “Vakıf” kavramı geçmemekle birlikte, bu mânaya gelebilecek şekilde iyi­lik yapmak, sadaka vermek gibi başkalarına yardımı teşvik eden pek çok âyetin bulunduğu gerçektir. Burada biz sadece bir kaç örnekle iktifa ediyoruz:
"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennete gire­mezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak Allah onu bilendir." (Âl-i İmran 92). "Hayır işleyiniz ki kurtulabilesiniz." (Hac, 77)
"İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın." (Maide 2)
Vakıfa işaret eden birçok hadis-i şerif de bulunmaktadır. Bilhassa hadis kaynaklarında yer alan "Vesâyâ" bahisleri tamamen bu konuya tahsis edil­miştir. Bu hadislerden Ebû Hüreyre'den nakledilen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır, "İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak, devam eden sadaka (sadaka-i câriye), faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden salih bir evlat bırakanlarınki kesilmez." (Müslim, Vasiyye 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm, 36).  İslâm alimleri sadaka-i cariyeyi vakıf olarak yorumlamışlar, sadaka devam ettiği müddetçe kişinin sevabının da de­vam edeceğini söylemişlerdir.
İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip geliş­mesinde Hz. Peygamber (s.a.s)’ın hadisleri kadar bizzat kendisinin de vakıf tesis etmiş olması önemli bir âmil olmuştur. Zira Allah Rasûlü (sav) Medine’de kendisine ait bulunan hurma bahçesinin hâsılatını Müslümanların umumî ihtiyaçlarına tahsis etmiş, aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolcular için vak­fetmiştir. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fikhiyye Kamusu, İstanbul 1969, IV, 304)
Gerek Kur’ân’ın emri gerekse Hz. Peygamber’in (sav) tavsiye ve tatbikatı Ashab-ı Kiram için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden, onlar bu mallarını vakfetme yarışına girmişlerdir. Nitekim Hz. Ömer, kendisine ait bulunan bir hurmalığı hakkında Hz. Peygambere (sav) danıştığında, "Bu hurmalığı vakfet. Artık o satılmaz, hi­be edilmez, vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü infak edilir" cevabını alınca, adı geçen mülkünü vakfetmiştir. (Buharî, Vesâya, 22). Onu diğer sahâbiler takip etmiştir. Câbir’in (r.a): "Ben, Muhacir ve Ensar'dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmamış olsun" sözüyle bu hususa işaret eder. (Bilmen, Kamus, VI, 304.)
İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıkan vakıflar, zamanla Müslüman toplumlarda sayı ve etkinliklerini artırmıştır. Dört Halife Dönemi’nden sonra Müslümanları idare eden Emevîler za­manında vakıfların hizmet sahası çok genişlemiştir. Ayrıca bu dönemde vakıfla ilgili olarak ye­ni bazı teşebbüslerde bulunulmuştur. Nitekim Emevî halifesi Velid b. Abdülmelik, Şam’daki Ümeyye Camii’nin yaşatılması için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetmiştir. Emevîler’den sonra Abbasî Devleti’nde vakıflar daha bir ge­lişme göstermiştir. Bu dönemde vakıflar o derece ehemmiyetli bi­rer kurum haline gelmiştir ki, bunların idaresi için "Vakıflar Nezâreti" adıyla bütün vakıfları kontrol eden, onların bir nizama bağlanma­sını sağlayan bir teşkilatın kuruluşu gerçekleştirilmiştir.
Abbasî hilafeti döneminde Müslüman toplulukların muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti’nin kurul­ması, bunun sonucu olarak da Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi, va­kıf müessesesinin daha da gelişmesine sebep olmuştur. Selçuklu Devleti’nin vücuda getirdiği pek çok dinî ve hayrî müessese, vakıf sermayesinin ve hizmetlerinin yüksek seviyeye ulaşmasına sebep olmuştur. Büyük malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile varlıklı aileler, muazzam vakıflar kurmuşlardır. Selçuklulardan sonra siyaset sahnesine çıkan Harezmşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır ve Suriye Memlükîleri ile Anadolu Selçuklu sülaleleri de  hakim oldukları bölgelerde malî güçleri nisbetinde vakıflara hayat vermişlerdir.
İslam dünyasını doğudan batıya işgal ve talan eden Moğollar dahi İslâmiyeti kabullerinden sonra, tahrip etmiş oldukları şehirlerin imar ve kalkınmasıyla uğraştıkları gibi, buralarda vakıfların inkişafında da rol oynamışlardır. Nitekim, Moğol­ların hayatında esaslı değişiklikler gerçekleştirmiş olan Gazan Han, Tebriz yakınında mescid, medrese, Hankah, Rasathane, Dâru’ş-şifa, Kütüphane, çeşme ve hamam gibi ilmî, içtimaî tesisleri faaliyete geçirmiş, bunların muhafazası ve yaşaması için zengin vakıflar kurmuştur. Gazan Han'dan sonra aynı hanedandan Hüdâbende ve Ebû Said gibi Müslüman hükümdarlar ile zengin Moğol beyleri güçlü vakıf­lar tesis etmişler, bu vakıfların idaresi için de geniş araziler bağışlamışlardır.
Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklularının mirası üzerinde ve onun bir devamı olarak teşekkül ve inkişaf etmiştir. Bu sebepledir ki, kendisinden önceki diğer İslâm ve Türk-İslâm devletlerinin çok zengin teşkilat ve müesseselerinden de geniş ölçüde faydalanma imkânını bulmuştur. Bunun verdiği avantajla vakıf müessesesini sosyal hayatında en mükemmel şekilde işleten Osmanlılar, kurdukları medeniyeti de vakıf medeniyeti olarak tescil ettirmişlerdir. Gerçekten bu sıfatı hak edecek şekilde Osmanlı coğrafyasında mescidler, türbeler, ribatlar, tekkeler, medreseler, mektepler, köp­rüler, sulama kanalları, hastahaneler, kervansaraylar, imaretler, kütüphaneler, hamamlar vs. gibi dinî ve sosyal pek çok tesis, hep vakıf­lar sayesinde vücuda getirilmiş ve yaşatılmıştır.
Os­manlı Devleti'nde, daha ilk beyler zamanında başlayan, devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan va­kıfların, Osmanlılar dönemindeki öncüsü Bursa fatihi Orhan Gazi ol­muştur. Onun 1324 tarihi ile azadlı kölelerinden Tavaşî Şerafeddin’e, Mekece’de vakf ettiği hankâhın tevliyetini verdiğine dair vakfiye ile vakfın şartlarını gösteren Fars­ça yazılmış tuğralı belgesi elimizde bulunmaktadır. Aynı şekilde o, Bursa'da kendi adıyla anılan bir cami, zaviye, misafirhane ve imaret inşa etmiş, İz­nik'te ilk Osmanlı medresesini kurmuş, Adapazarı'nda halen “Orhan Bey Camii”, ile bir medrese kurarak buraları yaşatmak için mal ve araziler vakfetmiştir. 
Orhan Gazi’den başlamak suretiyle Osmanlı Padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri ve zengin eşraf pek çok vakıfın tesisini gerçekleştirmiştir. Örnek vermek gerekirse Niğbolu’dan muzaffer olarak Bursa’ya dönen Yıldırım Bâyezid, şehirde bir Dârulhayr, bir hastahane, bir tekke, iki medrese ve bir cami yaptırarak bunların ihtiyâcını giderebilecek güçte vakıf kurmuştur.
İstanbul’u, Bizans İmparatorluğu’nun merkezi olmaktan çıka­rıp, Osmanlı Devleti'nin başkenti haline getiren Fâtih Sultan Mehmed, fetih esnasında ümera, devlet adamı ve askerlere ga­nimetten düşen hisselerini taksim ettikten sonra, kendi hissesine düşen emlâktan hiç birini almayarak tamamını milletin malı olmak üzere vakfetmiştir.
Osmanlı toplumunda vakıf o kadar önemli ve itibarlı bir mü­essese olmuştur ki, malî imkân bakımından cemiyetin en alt seviyesinde bulunanlar ile en üst seviyesinde bulunanlar arasında anlayış bakı­mından herhangi bir farklılık yoktur. Bu bakımdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yaşlı ve kimsesiz bir kadın dahi evinin bir veya iki odasını vakfetmek suretiyle bu anlayışa iştirak eder. Nitekim Ortaköy (İstanbul)de oda)evi olan Hakime Hanım'ın vak­fı (BOA. C. Evkaf, nr. 28339.) bize bu konuda ne kadar ileriye gidildiğini göstermektedir. Ger­çekten, Müslüman toplumda büyük tesisler yaptırmaya güçleri yetmeyenler, bütün bir toplum tarafından benimsenmiş olan hayır müesseselerine güçleri yettiğince katkı sağlamaya çalışmışlardır. Yüzlerce kadın, ge­liri azalmış bir vakıf tesisine az da olsa bir gelir kaynağı sağla­mak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet eşyası gibi mallarını vakıflara bağışlamışlardır.
Osmanlılar döneminde vakıfların işleyişi ile ilgili olarak 1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden ünlü gezgin Edmondo de Amicis şunları söylüyor: “Sultanların veya şa­hısların hayratiyle beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sü­rüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler, kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik, eder. İstanbul'da her yerde, insanın başı üzerinde dört bir tarafında kuşlar vardır. Şehre köy neşesi dağıtan ve ruhumuzdaki tabiat duy­gusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler, size şöyle dokunup geçer.” (Edmondo de Amicis, İstanbul 1874, (çev. Beynun Akyavaş), Ankara 1981, s. 133.). (Bu konuda geniş bilgi için bk. Kazıcı, Ziya, İslam Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1999, s. 271-295).







0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar