23 Temmuz 2017 Pazar

Mustafa Kemal Paşa’nın Hilafet Hakkındaki Görüşleri: Karşılaştırmalı Bir İnceleme

Firdevs Eskin 
Hz. Peygamberin vefatı sonrası tarihi zaruretler[1] çerçevesinde şekillenen hilafet kurumu zamanla Müslüman toplumunun kurumlarını oluşturup devlet şeklini almasıyla halife de bir nevi devlet başkanı mahiyetine sahip olmuştur. Zaman içerisinde çeşitli değişimler yaşamış olsa da bu kurum önemini büyük ölçüde korumuştur. Mısır ve Suriyenin Osmanlı idaresine geçmesiyle birlikte Osmanlıya intikal eden hilafet mirası Osmanlı devletinin sonuna kadar varlığını sürdürmüş 93 harbi sonrası Osmanlı devletinin beka sorunu yaşamasıyla birlikte hilafet kurumu da tartışma konusu olmuştur. Cumhuriyete geçiş sürecinde ise yapılan köklü değişimlerden hilafet kurumu da nasibini almış ve bu kurumun ilgasına yönelik alınan karar, meclis içinde ve dışında belli çevrelerde tartışmalara yol açmıştır. Konunun entelektüel çevrelerce siyasi, fikri ve fıkhi olarak tartışılması, yeni yönetimin dinle olan ilişkisi açısından sorgulanmasına da yol açmıştır.

Birinci dünya savaşının ardından Osmanlı devletinin dağılması ve idaresi altındaki toprakların işgal devletleri tarafından paylaştırılması sonucunda Müslüman coğrafyaların büyük kısmı yabancı egemenliği altında yaşamak durumunda kalmıştır. Bunun neticesinde hilafet sadece iç mesele olmaktan çıkmış bu devletleri de ilgilendiren bir mesele halini almıştır.[2]
Mustafa Kemal bir yandan düşman işgaline karşı milli mücadeleyi yürütürken bir yandan da yeni yönetimin esaslarını oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. Cumhuriyete geçiş sürecinde yeni yönetimin esasları belirlenirken hilafetin durumu ile ilgili olarak, siyasi ve dini endişe içerisinde olan kesimlerin bu hususu gündeme getirmeleri neticesinde, Mustafa Kemal Paşa çeşitli mecralarda hilafet konusunda görüşlerini dile getirmiştir.
MUSTAFA KEMALİN MİLLİ MÜCADELE SÜRECİNDE HİLAFETLE İLGİLİ TUTUMU
Başlattığı kurtuluş mücadelesini başarıyla sürdüren Paşa, bir yandan da yeni yönetimin siyasi esaslarını tedrici olarak uygulamaya koymaktadır. Kurtuluş savaşının başarıyla sonuçlanmasının ardından meclisin Ankarada toplanmasını sağlayan Mustafa Kemal hilafet ve saltanat konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilemiş ve hilafet ve saltanatın kurtarılmasını milli mücadelenin önceliği olarak zikretmiştir. 1920’deki meclis gizli görüşmelerinde Hilafet konusu tartışılırken Mustafa Kemal Hilafet konusunda;
“…Hilâfet ve Saltanat makamına olan bağlılığımız ve o makamın bütün gerekli şartlarının korunması birinci esasımızdır. Bu, İslam dünyasının dayanağı olan gerçek bağını tesise birinci derecede medar olan bu makamı ihmal etmek hiçbir zaman akıl kârı değildir ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Amaca ulaşmak için ihtiyaç ve iftikar eylediğimiz güçler birinci derecede İslâm dünyasıdır. İkide birde Yüce Meclisin Hilâfet ve Saltanat, Halife ve Sultan meseleleriyle uğraşmasında İslâm dünyası için sakıncalar vardır. Bu sakıncaları şimdiye kadar fiiliyatıyla gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü savaşımı yaparız.”[3]
şeklinde düşüncelerini ifade eder.
Mecliste çeşitli vesilelerle hilafetin durumu konusunun sık sık gündeme gelmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa bu konunun ileride karara bağlanması gerektiğini vurgular. Meclisin açıldığı süreçte verilen önergede “Hilâfet makamı, esaretten kurtarıldıktan sonra, yasal konumu alır” şeklindeki ek madde Mustafa Kemalin bu konuda uygulayacağı politikanın ipuçlarını vermektedir. Ancak içinde bulunulan şartlar itibariyle bu konunun tartışılmasını uygun görmez.  Nitekim 20 Ocak 1921’de mecliste tekrar bu konunun gündeme getirilmesi üzerine Paşa;
“Bendeniz diyorum ki, bugün bunları sarih bir ifade ile söylemek caiz değil. Biz prensip olarak Makamı Hilafet ve Saltanatı kabul ediyoruz. Bunu kabul ettikten sonra efendiler muktezayı şeri şerif ve muktezayı tabiat ona bir takım hukuk ve salahiyet vereceğiz. Fakat istiyor musunuz bunları bugün konuşmağa karar verelim? Bugün konuştuğumuz ona vermeyeceğimiz şeylerdir. Ona vermemek istediğimiz şeyleri mevzubahis ediyoruz. Fakat vereceğimiz ve vermek istediğimiz, şeyleri bahsetmenin zamanı değildir.[4]
diyerek bu konunun çözümünü erteler.
Mustafa Kemalin bu süreçteki beyanlarından ilerde kuracağı hükümetin şekli ve saltanatla ilgili vereceği kararın belirli olduğu ancak şartlar gereği dile getirmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Mazhar Müfit Kansu’nun aktardığı üzere Paşa, Erzurum Kongresinin bittiği akşam hatıra defterine zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını ve padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken işlemin yapılacağını gizli tutulması koşuluyla yazdırmıştır.[5] Ancak padişah ve hanedan hakkında kararlı olan Paşanın o zaman da hilafete değinmediği görülüyor.
SALTANATIN KALDIRILMASI ESNASINDA HİLAFETLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
28 Ekim 1922’de Lozanda toplanacak olan konferansta İstanbul Hükümetinin de yer almasına dair itilaf devletlerinin talebi Mustafa Kemal Paşayı saltanatın kaldırılması ve hilafetin ayrılması hususunda harekete geçirir.[6]
Osmanlı imparatorluğunun tarihe karıştığını, halifelik makamının esaretten kurtarılması ve TBMM’nin himayesine alınması gerektiğini savunan Mustafa Kemal Paşa, bu hususta Rıza Nur ve diğer Paşalarla yaptığı özel görüşme neticesinde meclise bu konuda önerge verilmesini sağlar. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzasıyla meclise sunulan önergenin ilk oylamada çoğunluğu yakalayamaması üzerine ikinci oylamaya geçilir. Bu oturumda bir konuşma yapan Mustafa Kemal, söz konusu günün Hz. Peygamberin doğum günü olduğunu dolayısıyla hayırlı bir tesadüf olduğunu ifade eder.
 Mustafa Kemal Paşa, Türklerin insanlık tarihindeki önemine ve hizmetlerine atıfta bulunarak konuşmasına başlar. Türk ulusunun tarihteki rolünden bahseden Paşa, Türklerin kurdukları devletlere ve İslama yaptıkları hizmetlere değinir. Bu noktada sözü hilafete bağlayan Paşa, konuşmasında Hilafetin tarihi arka planına da geniş verir.
“…Türkler, on beş asır önce Asya’nın göbeğinde büyük devlet kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneğini göstermiş birer unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bir Türk devleti, atalarımız olan Türk milletinin kurduğu bir devlet idi. Arkadaşlar! Yine bilinir ki: Dünya yüzünde yüzmilyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asya’ya ait kısmı Arabistan yarımadasında yoğunlaşmış olarak varlık gösterir. Peygamberlik sahibi olan Efendimiz bu Arap kütlesi içinde, Mekke’de dünyaya gelmiş bir kutsal varlık idi. Ey arkadaşlar Allah birdir, büyüktür, ilahi adetlerin oluşumuna bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde düşünülebilir. İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir. İnsanlık birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi araçlarla kendisiyle uğraşılmayı gerektirir. Allah, kullarının gerekli olan olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden araçlarla bile kullarıyla uğraşmayı ilahlık sıfatı gereklerinden kabul etmiştir. Onlara Hz. Adem Aleyhisselamdan itibaren yazılı ve yazısız sonsuz denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile ilişkide bulunmaya gerek görmemiştir. İnsanlığın anlayış derecesi, aydınlanması ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya ilahi esinlenme ile ilişki yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur ve bu nedenledir ki, Cenabı Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en kusursuz kitaptır. Son peygamber olan Muhammed Mustafa (Sallalahu Aleyhi Vesellem) (1394) sene önce Rumi Nisan içinde Rebiulevvel ayının On ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan… Bugün o gündür, inşallah büyük rastlantıdır. Gerçekten Arabi tarihiyle bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. Hz. Muhammet, çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz Peygamber olmadı. Yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin ve yardımda karşılıksız, sözünde sadık ve yumuşak huylu ve insaniyetçe üstün olan Muhammed Mustafa, öncelikle bu özel nitelikleri ve görüntüsüyle kabilesi içinde “Muhammed-ül-emin” (Güvenilir Muhammet) oldu. Muhammed Mustafa, Peygamber olmadan önce kavminin sevgisine, saygısına, güvenine sahip oldu. Ondan sonra ancak kırk yaşında nebilik ve kırk üç yaşında peygamberlik geldi. Fahriâlem Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde, sonsuz sıkıtı ve güçlükler karşısında (20) sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik görevini yerine getirmeyi başardıktan sonra cennetin en yüksek yerine ulaştı.”[7]
Hz. Peygamberin vefatı sonrası gelişen olaylar ve Hz. Ebubekir’in bu süreçte oynadığı rol ve Hz. Ömer’in desteğiyle yönetimi ele geçirişini uzun uzun anlatan Paşa, ardından Hz. Ömer’in halifeliği döneminde devleti sistemleştirmedeki kudretinden ve yönetim anlayışından sitayişle söz eder. Hz. Ömerin vefat ederken halife seçimini meşverete yönlendirdiği hususunu da vurgular. Hz. Osmanın öldürülmesi sonrası bu birliğin ve düzenin yara aldığını, Hz. Peygamberin vefatından 25 yıl sonra Ali- Muaviye kavgasının meydana geldiğini bu kavga sebebiyle aynı din ve ırka mensup insanların kanlarının döküldüğünü anlatır. Paşa, konuşmasının devamında Hz. Ali’nin hilafete getirilmesi ardından Muaviyenin rolüne ve hileyle yönetimi ele geçirip hilafeti nasıl saltanata dönüştüğünü uzun uzun anlatır;
“…Görülüyor ki, ilk halifenin seçiminde genel eğilimlerin doğal birikiminden fazla kişisel etki belirlemeyi şekillendirmiştir. Efendiler! Bu muhalefet ve tartışmaların yersiz olduğunu sanmayalım. Gerçekten Hilâfet emri, İslâm milletlerince en büyük bir konudur. Çünkü Efendiler! Nebevi Hilafeti (Peygamber Halifeliği) İslam topluluğu arasında bir bağ olan bir emirliktir. Ve İslâm topluluğunun kelime-i vahide üzere toplanmalarını sağlayan bir emirliktir. Emirlik ise, Cenab-ı Hakkın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması, daima ezici ve kuvvetle şart koşulmuştur. Ve ondan gerçek amaç da bozukluğu kovmak ve memleketlerin düzenini korumak ve işlerin yönlerini düzenlemek ile halka ait işleri iyi düzenleme ve düzeltmeden ibarettir. Bu bile ancak zorluluk ve kuvvete bağlıdır. Adetullah (Allahın töresi) bu nedenle akıp gelmiştir. Buna göre yukarıda açıkladığım üç çeşit görüşten birincinin-ki kuvveti ve ağırlığı olan kavmin, milletin hilâfet varisi olması noktasındaydı-diğer görüşlere üstün tutulması ve galip gelmesi doğaldır ve Hz. Ebûbekir’in etkileyerek hilâfet makamını işgal etmesi doğru oldu.” “…Ömer, kendisinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendisine oğlunu önerdikleri tavsiye zaman (Bir evden bir kurban yetişir) dedi. Abdurrahman b. Avfı çağırdı: “Ben seni veliaht eylemek istiyorum” dedi. O da “Bana, kabul et, diye oy ve nasihat eyler misin?” dedik de Ömer: “Edemem, ya Avf!” dedi. Abdurrahman “Vallahi ben de sonsuza dek bu işe girişmem” dedi. En sonunda Ömer en akıllı noktaya temas etti. Emirlik, devlet ve millet işini danışmaya havale etti. Ömer’den sonra şûra sahipleri ve bütün halk, ümmet yönetimini seçtikleri bir halifeye bıraktılar.” [8]
Mustafa Kemal’in bu noktada meşveret vurgusu dikkat çekicidir. Meşrutiyet döneminde de Osmanlı entelektüellerince dillendirilen İslamda idarenin meşveret esasına dayalı olduğuna dair görüşler saltanata karşı meşruti idarenin savunulmasında temel amil olmuştur. Mustafa Kemal konuşmasını Hz. Osman döneminde yaşananları ele alarak devam ettirir.
“…Hz. Osman, halife oldu. Fakat kırılmaya mahkum olan kapı artık kırılmıştı. İslâm memleketlerinin her tarafında bin türlü dedikodu ve hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Osman, güçsüz ve çaresiz bir duruma düştü. O kadar ki, Şam Valisi Muaviye, onun hayatını korumak için kendi koruyuculuğuna davet etti. Bunu uygun bulmayan Hz. Osman, dostluğuna güvenerek, ona kendini koruması için asker göndermesini önerdi. Bunların hiçbirisine gerek kalmadı. Her tarafta isyan eden çeşitli bölgelerin halkı Medine’de evinin içinde Hz Osman’ı kuşatma altına aldı. Ve saygıdeğer hanımının yanında şehit etti. Birçok gürültülü ve kanlı olaylardan sonra Hz. Ali (Keremallahüveçhe- Allah onun yüzünü şereflendirsin) Hilâfet makamına getirildi. Tekrar edelim ki kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla beraber, Irak başka bir şey, Yemen başka bir şey, Suriye başka bir şey ve Hicaz ülkesi de bambaşka bir şeydir. Hicaz’da bir halife, Suriyede kuvvete dayanan bir vali ile Sıffın’de karşı karşıya gelmeye mecbur oldu. Muaviye, Hz. Ali (Keremallahüveçhe)’nin hilâfetini tanımıyor, ve tersine onu Hz. Osman’ı öldürmekle suçluyordu. Görevi, İsâm dünyasında Kur’an hükümlerinin uygulanmasını sağlamaktan ibaret olan halife, mızraklarına Kur’an-ı Kerim geçirilmiş Emeviye ordusunun karşısında savaşı kesmeye mecbur oldu. İster istemez tarafların hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi.”[9]
Mustafa Kemal, Ali ve Muaviyenin Hilafet kavgasının İslam toplumunda büyük yara açtığını ve bu savaştan hileyle galip çıkan Muaviyenin hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ifade eder.
“Görülüyor ki, Resulullahın vefatından yirmi beş sene kadar az bir zaman sonra İslam dünyası içinde, İslâmın en büyük zatlarından ikisi, karşı karşıya hilâfet iddiası ile arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde bırakmakta beis görmediler. Sonunda, hilesinde başarılı olanı, sâf ve temiz olanını yendi ve evladını yok etti. Ve bu şekilde hilafet ünvanı altındaki İslam emirliği yine hilafet ünvanı altında İslam saltanatına çevirdi.”
diyerek hilafetin mahiyetine dair görüşlerini ortaya koyar. Konuşmasının bundan sonraki kısmı Hilafet mirasının Türk devletlerine intikalini içerir;
“…Abbasi halifeleri zamanında bu civanmert Türkler, asillik ve yiğitlikle ünlü olan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. Abbasi halifelerinin yönetimi altında bulunan bu yerlerde güç kazandılar. En yüksek yönetim ve komuta emri makamlarına yükseldiler. Hicri dördüncü asırda idi ki, Selçuklu hükümeti adı altında büyük bir Türk devleti kuruldu. Bu devletin adı altında hareket eden Türkler, bir taraftan Kafkasyaya, diğer taraftan güneye İran ve Iraka ve Suriye’ye ve batıya, Anadolu’ya girdiler. Bağdat’ta oturan Abbasi halifeleri bu büyük Türk Devletinin gücü içine girmişti. Gerçekten bu Türk Devleti beşinci asır ortalarında Maveraünnehr ve Harezmi, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok memleketleri yönetimi altına alarak sınırını Kaşgar’dan Seyhun yatağından Akdenize ve Bahriahmer (Kızıl Deniz) ve Bahriumman’a (Umman Denizi) kadar genişletti ve Bağdatta bulunan Abbasi halifelerini idaresi altına aldı. Bağdat’ta, aynı merkezde Melikşah adında Türk egemenliğini temsil eden bir kişiyle halife adını taşıyan Muktedibillah yan-yana oturdular ve akraba oldular. Bu durumu ve bu görüntüyü biraz incelemek isterim: Türk hakanı ki, büyük bir Türk devletinin hakimiyet ve saltanatını temsil ediyor, yanında bir hilâfet makamının ayrıca korunmasında bir zarar görmüyor. Eğer böyle bir zarar görseydi zaten yönetimi altına aldığı makamı ortadan kaldırması ve o makama ait sıfat ve yetkiyi kendi makamında birleştirmesi mümkündü. Hz. Selim’in yaklaşık beş asır sonra Mısır’da yaptığını eğer isteseydi Melikşah, daha o zaman Bağdat’ta yapmış olurdu. Adı geçenin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da Türkiye Selçuk devletine daha bağlı ve hilâfet makamına en layık Halife Muktedibillah’a halef (bir sonraki) olmasını sağlamaktı. Gerçekten Muktedibillah’ın veliahdı olan oğlunu azletmek ve onun yerine kendi torununu oturtmak için Halifeyi sıkıştırdı. Melikşah ölmeseydi bu böyle olacaktı. Şimdi efendiler, hilâfet makamını korumuş olarak onun yanında milli egemenlik ve saltanat makamı ki, -Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir- elbette yan yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında güçsüz ve etkisiz bir makam sahibi olmaktan daha yüce bir şekilde bulunur; çünkü bugünkü Türkiye Devletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvvetleriyle o hilâfet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir görev olarak söz veriyor ve garanti ediyor. Tarihi değerlendirmelerin üzerinde birkaç adım daha beraber atalım. Bu adımlarımız, bizi bugünkü yönetim şeklimizin ne kadar doğal, ne kadar zorunlu ve Türkiye için ve bütün İslam dünyası için ne kadar yararlı ve doğru olduğu sonucuna ulaştıracaktır. Efendiler: Orta-Asya’da devlet üstüne devlet kurmuş olan Türkler, daha batıda, İran Selçukluları ve Anadolu’da da Rum Selçukluları adı altında çok büyük ve çok medeni devletler kurmuşlardır. Konya’da Hükümet merkezlerini kurmuş olan Rum Selçukluları, bildiğiniz üzere (699) senesine kadar varlıklarını koruyorlar. Ünlü İslâm-Türk devletleri kendi başlarına hareket uygularken Cengiz Han adındaki cihangir, Karakurum’dan çıkarak, (559) senesinde sınırlarını Çin Denizine, Baltık Denizine, Karadeniz’e kadar genişletiyor. Cengiz’in torunu Hülagu idi ki, (656) hicri senesinde Bağdad’ı ele geçirerek Abbasi Halifesi Mu’tasım’ı idam ediyor bu şekilde dünya yüzünde fiilen hilafete son veriyor. Hz. Muhammetin vefatından sonra birinci Peygamber Halifesi Ebubekir, ne dünyayı istemiş, ne de dünya ona yönelmişti, ikinci halife Hazreti Ömer, sosyal hayattaki dalgalanmaların durdurulamaz olduğu inancını hayatında yakinen anlayarak ruhu sıkıntılı olarak vefat etti. Hz. Osman’a gelince: kaçınılmaz saldırılar kanını Kitabullah’a (Allah’ın kitabı) akıtarak dünyayı terk etti. Hz. Ali, hilâfeti sorumluluğunda tekrar ettirememek ve Peygamberlerin aile hukukunu koruyamayarak talihsizliğiyle ağladı. Emeviler doksan seneden fazla hilâfeti koruyamadılar. En sonunda hilâfet gücünü Bağdat surlarına kadar sınırlamak zorunda kalan yüklemeye mecbur olan Abbasi halifelerinin sonuncusu Mu’tasım’ı evlat ve hanımıyla ve sekiz yüz bin kişi Bağdat halkıyla beraber Hülagû’ya kurban verdiler. Abbasi halifelerinin zayıflığını görmekle (Rasullah’ın halifesi) ve (Emirül- mü’minin) ünvanlarını almış olan ve hilâfet güçleri Elhamra ile sınırlı kalan Endülüsteki halifelerin de hicri beşinci asır başlangıcındaki acı sonu bilinir.”[10]
Mustafa Kemal Bağdatta Hülagünün ortaya koyduğu önemli olay sonucunda hilafet makamının ortadan kalktığını savunur. Bu hadiseden üç yıl sonra Abbasi halifeleri soyundan Elmustansırbillahın Hülagünün elinden kurtulup Mısır hükümetine sığınmasıyla birlikte Mısır hükümetince halife tayin edildiğini ancak onun ve ardıllarının hiçbir yetki ve etki gücü olmaksızın Mısır hükümetinin korumasında yaşadıklarını belirtir.
 “…Efendiler! Abbasi halifeleri devrinde Bağdat’ta ve ondan sonra Mısır’da hilafet makamının, asırlarca süren saltanat makamıyla yan-yana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün bile saltanat ve hakimiyet makamıyla hilafet makamının yan yana bulunabilmesi en doğal durumlardandır. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’da saltanat makamında bir kişi oturuyordu. Türkiye’de o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor. Hilafet makamın da bile Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi güçsüz veya sığıntı bir zavallı değil, dayanağı Türkiye Devleti olan bir yüce şahıs oturacaktır. Bu şekilde bir taraftan Türk zamana uygun bir medeni devlet halinde hergün daha sağlam olacak, her gün daha mutlu ve rahat olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin ihanet tehlikesine kendisini sunmayacak ve diğer taraftan hilafet makamı da bütün İslâm dünyasının ruh ve vicdanının ve imanının bağlantı noktası, İslami gönüllerin rahatlamasına vesile olabilecek bir değer ve yücelikte görülecektir.”[11]
Türk milletinin bu kez doğrudan doğruya kendi adı ve sıfatında bir devlet kurmakla geleceğini doğrudan eline aldığını ve milli saltanat ve egemenliğinin bir şahısta değil kendisinin seçtiği vekillerden oluşan bir Yüce meclis oluştuğunu belirten paşa, egemenlik makamının meclis olduğunu ve bundan başkasının kabul edilemeyeceğini belirtir. Bu noktada hilafet makamının konumunun nasıl olacağını izah eder.
Mustafa Kemal Paşa yapacağı düzenleme için hilafet kurumunun tarihi seyrine geniş yer vererek geçmiş uygulamalardan dayanak alır ve yaptığı etkili konuşmayla itirazları geçersiz kılar. Türkiye Büyük Millet Millet Meclisinin ve onun hükümetinin millet ve memleket için büyük bir kuvvet, huzur ve kurtuluş olduğunu belirtir. Bundan sonra hilafet makamının Türkiye devleti ve bütün İslam dünyası için verimli olacağını ifade eder.  
HİLAFETİN KALDIRILIŞI SÜRECİNDE PAŞANIN TUTUMU
Lozan antlaşmasının imzalanmasının akabinde Cumhuriyet rejiminin ilanı ile Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilir. Yeni idarenin İstanbulda bulunan halifenin varlığı ile ilgili yaşadığı tedirginlik Paşayı hilafetle ilgili karar almaya sevk eder. Artık Paşanın hilafet konusunda tedrici olarak yürüttüğü politika son aşamasındadır. 1 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal Paşa TBMM’nin açılış konuşmasında bunun sinyalini verir. Zaten bu dönemde Milli hakimiyetin gölgesinde yer alan hilafet makamı son Abbasi halifeleri dönemindeki konumunu dahi koruyamayarak farklı bir şekil almış[12] sembolik olarak varlık göstermektedir. Ancak yine de bu kurumun devlet için tehdit unsuru olması ve milli hakimiyetle çeliştiğinin düşünülmesi bu kurumun ortadan kaldırılmasına yönelik gerekli adımların atılmasını sağlayacaktır.
Paşanın söz konusu adımı atmasını sağlayan gelişme 22 Ocak 1924 tarihinde Başvekil İsmet Paşadan aldığı telgraf olacaktır. Bir süredir İzmirde bulunan Paşa aldığı telgrafta Halife Abdülmecidin kendisine ayrılan ödeneğin artırılmasını talep ettiğini içeren bir telgraf alır. Mustafa Kemal Paşa verdiği yanıtta halifenin şikayet hakkı olmadığını belirtir ve konunun çözümü için başvekaletten gereğinin yapılmasını talep eder.
Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın İsmet Paşa'ya göndermiş olduğu telgrafın içeriği:
"Halifelik makamı ve Halifeliğin kişiliği ile ilgili yanlış anlamalar ve kötü yorumlar ortamı, Halifenin kendi tutum ve davranışından doğmaktadır. Halife, iç ve özellikle dış yaşayışla ataları olan padişahların yolunu izler gibi görünmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileri yanına görevliler göndererek ilişki kurmak, gösterili gezintiler, saray yaşayışı, sarayında yedek subaylara varıncaya dek kabul etmek ve onların yakınmalarını dinlemek ve onlarla birlikte ağlamak gibi davranışlar bu arada sayılabilir. Halife Türkiye Cumhuriyeti ile Türkiye halkı karşısındaki durumunu düşündüğü zaman İngiltere Krallığı ile Hindistan Müslüman halkı ya da Afgan Devleti ile Afgan halkı karşısındaki durumunu bir ölçü olarak dikkate almalıdır. Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki bugün var olan ve korunmakta bulunan Halifenin ve halifelik makamının, gerçekte ne din ne de siyasa bakımından varlığını ve bağımsızlığını boş laf yüzünden tehlikeye atamaz. Halifelik makamının bizce, olsa olsa tarihsel bir anı olmaktan daha çok bir önemi olamaz. Türkiye Cumhuriyeti ileri gelenlerinin ya da resmi kurulların kendisi ile görüşmesini istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık saldırıdır. Başmabeyincisi Ankara'ya göndererek ya da güvenilir bir kimseyi kendi yanına getirerek, Hükümete duygu ve dileklerini ulaştırmak istemesi de Cumhuriyet Hükümeti ile karşı karşıya durum alması demektir. Buna da yetkisi yoktur. Kendisiyle Cumhuriyet Hükümeti arasındaki yazışmalarda Başyazmanını aracı kılması da yersizdir. Başyazman Bey'in, böyle saygısızca davranıştan sakınması gerektiği kendisine bildirilmelidir. Halifenin dirliği ve geçimi için, Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden kesinlikle aşağı bir ödeneğin yetmesi gerekir. Amaç, yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca yaşamak ve geçim sağlamaktır. "Halifelik Hazinesi" denilmekle ne denilmek istendiğini anlayamadım. Halifeliğin hazinesi yoktur ve olamaz. Kendisine böyle bir hazine atalarından kalmış ise resmi ve açık bilgi alınmasını ve bana bildirilmesini rica ederim. Halifenin aldığı ödenekle karşılanamayan yükümler neler imiş ve 15 Nisan 1923 günlü bildirimle Hükümet nelere söz vermiştir? Bunu bildirmek iyiliğinde bulununuz. Halifenin konutunu belirtip saptamak, Hükümetin şimdiye değin yapmış olması gereken bir ödev idi. İstanbul'da ulusun boğazından kesilen paralarla yapılmış birçok saraylar ve bu sarayların içindeki birçok değerli eşya ve gereçler, Hükümetin bu yolda bir saptama yapmaması yüzünden yok olup gidiyor. "Halifenin yakınları, sarayın en değerli gereçlerini, Beyoğlu'nda, şurada burada satıyorlar." diye bir söylenti vardır. Hükümet bunlara hemen el koymalıdır. Satılmak gerekiyorsa, Hükümet satmalıdır. Halifelik kadrosu iyice incelenip düzene sokulmalıdır ki, başmabeyincilerin ve başyazmanların varlığı Halifeyi daha da saltanat kuruntusu içinde uyutmasın. Fransızlar, kralın soyundan olanları ve yakınlarını Fransa'ya sokmakta ve bağımsızlıkları ve egemenlikleri için yüz yıl sonra, bugün bile sakınca görüp dururken; her gün çevreden saltanat güneşi doğmasına dua eden bir padişah soyuna ve yakınlarına karşı davranışımızda, Türkiye Cumhuriyetini nezakete ve boş şeylere kurban edemeyiz. Halife kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükümetçe sağlam ve köklü önlemler alınarak bildirilmesini rica ederim efendim."[13]
2 Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına çıkarılmasına dair Urfa milletvekili şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşı meclise kanun teklifi verir. Kanun teklifinin gerekçesinde halifelik makamının Türkiyeyi iç ve dış politikada iki başlı olmaktan kurtaramadığı, bağımsızlığında ve milli hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiyenin görünüşte dahi olsa bu ikiliğe tahammül edemeyeceği ifade edilir.[14]
Mustafa Kemal mecliste yaptığı konuşmada:
“İslam Dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi mutluluğunun emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği belirir.”
diyerek hilafet konusundaki görüşlerine açıklık kazandırır. Hilafet tartışmalarına karşı kararlılığını ifade eden Paşa, bu yöndeki taleplerin bir tuzak olduğunu ve böyle bir kurumun Türkiyeyi güçsüz durumda bırakacağını savunur.
“Müslüman halkı bir halife heyulası ile uğraştırma ve kandırma çabasında bulunanlar, yalnız ve ancak Müslümanların özellikle Türkiyenin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve gaflet eseri olabilir.”[15]
Paşa hilafetin uygulanabilmesi için gerekli olan güce Türkiyenin sahip olmadığı ve diğer bölünmüş İslam devletlerinin de bu kuruma tabi olmayacaklarını savunur;
“…bir islam devleti olan İran ve Afganistan Halife’nin herhangi bir yetkisini tanır mı? Tanıyabilir mi? haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletin bağımsızlığı, milletin egemenliğini ihlal eder. Millete şunu da hatırlatalım ki; kendinizi dünyanın egemeni sanmak gafleti, artık sürüp gitmemelidir. Gerçek durumumuzu, dünya durumunu tanımamaktaki gafillikle gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler yetişir, bile bile aynı aynı acıklı durumu sürdüremeyiz.”
Paşa 1932 de toplanan Türk Tarih Kurumu kongresinde öğretmenlerle yaptığı sohbette bu hususta geçmişte alınan kararının isabetli oluşunu şu sözlerle ifade eder; “dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden bu güne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının Halife olmaksızın da yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir.” Diyerek hilafetin ilgasının ne denli isabetli bir karar olduğunu savunur.[16] 

SONUÇ
Mustafa Kemal Paşanın milli mücadele döneminden hilafetin kaldırılışına kadar olan süre içerisinde hilafetle ilgili beyanlarında yer yer farklılık görülmektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren Mustafa Kemal Paşa, hilafet kurumunun milli egemenlikle çeliştiği kanaatindedir. Milli mücadelenin sürdürüldüğü dönemde Mustafa Kemal Paşanın hilafet konusundaki ihtiyatlı bir tavır sergilediği görülmektedir. Milli mücadele döneminde iç ve dış politikada hilafetin gücünden istifade edilmesi noktasında faydacı bir yol izleyen Paşa, bu dönemde hilafetin siyasi gücüne ve dini vasfına önem atfetmiş ve kurtuluş mücadelesi sırasında hilafet makamının da kurtarılmasının öncelikleri olduğunu sık sık vurgulamıştır.
1920’deki meclis görüşmelerinde meclis başkanlığına sunulan önergeye eklenen “Hilafet makamı, esaretten kurtarıldıktan sonra, yasal konumu alır.” şeklindeki ek madde Mustafa Kemalin bu konudaki faydacı tutumunun göstergesidir. Bu dönemde Hilafetin gücüne ve etkisine vurgu yapılmasına karşın Abdülmecit Efendinin halife seçilmesi sürecinde halifenin görev ve yetkileri hususunda ileri sürdüğü görüşler farklılık arz etmektedir.
Mustafa Kemal Paşanın hilafet makamı hakkındaki görüşleri dönemsel olarak farklılıklar arz etse de hilafetin mahiyetine ve uygulanabilirliğine yönelik düşüncelerinin genel olarak tutarlı olduğu görülmektedir. Hz. Peygamberin hadisinde yer alan “hilafet otuz yıldır ondan sonrası krallık olacaktır” ifadesi paşanın bu kurumun mahiyetine dair bakış açısını belirleyen başat unsurdur. Dört Halife döneminin bitmesiyle gerçek hilafetin sona erdiği düşüncesini tarihi hakikatler ışığında izah eden paşa, hilafete dayalı devletlerin bu makamı saltanata dönüştürdüklerini savunur. İlk dört halife döneminden sitayişle söz eden Paşa bundan sonraki süreçte bu kurumun saltanata evirildiği ve etkisinin ortadan kalktığını öne sürer.  
Mustafa Kemal Paşanın konuyla ilgili argümanlarından biri de meşveret meselesidir. İslamda meşveretin esas olduğu, bunun da ancak meclis idaresi ile sağlanacağı görüşü paşanın temel argümanlarından olarak öne çıkıyor. Ona göre eğer hilafet demek bütün İslâm âlemini kapsayan bir yönetim noktası demekse tarihte bu hiçbir zaman vâki olmamıştır.
Mustafa Kemalin üzerinde durduğu bir diğer husus hilafet kurumunun güç ve kudreti haiz olması gerektirdiğidir. Sekiz milyonluk Türk milletinin hilafet yükünü üstlenecek kuvveti ve kudreti haiz olmadığını belirten paşa, hilafeti yeni kurulan devlet için bir yük olarak görmektedir.

            KAYNAKÇA
-          Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara, 1972. Aktaran Ahmet Gürtaş, “Atatürk ve Din Eğitimi”, s. 54.
-          Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk/Söylev (1920-1927), C. II, TTK Yay., Ankara, 2010.
-          Genç, Reşat, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 1998.
-          Öke, Mim Kemal, Mustafa Kemal Paşa ve İslam Dünyası-Hilafet Hareketi, Aksoy Yay., İstanbul, 1999.
-          TBMM Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 1985.

-          TBMM Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985.

-          TBMM Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. VII, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1985.

-          Yıldırım, Ramzan, 20. Yüzyıl İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları, İstanbul, Anka Yayınları,  2004.

-          Uçar, Şahin, Tarih Felsefesi Açısından Mülk ve Hilafet, İstanbul, Şule Yayınları, 2011










[1] Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Açısından Mülk ve Hilafet, İstanbul, Şule Yayınları, 2011. s. 116.
[2] Mim Kemal Öke, Mustafa Kemal Paşa ve İslam Dünyası-Hilafet Hareketi, Aksoy Yay., İstanbul, 1999, s.119-120.
[3] T.B.M.M., G.Z.C., C.I, s. 135-136
[4] TBMM ZC, D. I, C. VII, s. 332.

[5] Mazhar Müfit Kansu, Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara 1938. 1.c. s.131.
[6] Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk/Söylev (1920-1927), C. II, TTK Yay., Ankara, 2010 s. 911.
[7] Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Yay. Haz. Ali Sevim vd.  s.392.
[8] Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Yay. Haz. Ali Sevim vd. s.393-394.
[9] Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Yay. Haz. Ali Sevim vd. s.395.
[10] Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Yay. Haz. Ali Sevim vd. s.397.
[11] Atatürkün Söylev ve Demeçleri, Yay. Haz. Ali Sevim vd. s. 400.
[12] Ramazan Yıldırım, 20. Yüzyıl İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları, İstanbul, Anka Yayınları, 2004, s. 48-49.
[13] Atatürk, Nutuk/Söylev (1920-1927), C. II, TTK Yay, s.1226-1229.
[14] Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 1998, s.29-31.
[15] Atatürk, Nutuk/Söylev (1920-1927), C. II, TTK Yayınları, s. 515.
[16] Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara, 1972. Aktaran Ahmet Gürtaş, “ Atatürk ve Din Eğitimi”, s. 54.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar