Firdevs Eskin
Hz. Peygamberin vefatı sonrası tarihi
zaruretler[1]
çerçevesinde şekillenen hilafet kurumu zamanla Müslüman toplumunun kurumlarını
oluşturup devlet şeklini almasıyla halife de bir nevi devlet başkanı mahiyetine
sahip olmuştur. Zaman içerisinde çeşitli değişimler yaşamış olsa da bu kurum önemini
büyük ölçüde korumuştur. Mısır ve Suriyenin Osmanlı idaresine geçmesiyle
birlikte Osmanlıya intikal eden hilafet mirası Osmanlı devletinin sonuna kadar
varlığını sürdürmüş 93 harbi sonrası Osmanlı devletinin beka sorunu yaşamasıyla
birlikte hilafet kurumu da tartışma konusu olmuştur. Cumhuriyete geçiş
sürecinde ise yapılan köklü değişimlerden hilafet kurumu da nasibini almış ve
bu kurumun ilgasına yönelik alınan karar, meclis içinde ve dışında belli
çevrelerde tartışmalara yol açmıştır. Konunun entelektüel çevrelerce siyasi,
fikri ve fıkhi olarak tartışılması, yeni yönetimin dinle olan ilişkisi
açısından sorgulanmasına da yol açmıştır.
Birinci dünya savaşının ardından
Osmanlı devletinin dağılması ve idaresi altındaki toprakların işgal devletleri
tarafından paylaştırılması sonucunda Müslüman coğrafyaların büyük kısmı yabancı
egemenliği altında yaşamak durumunda kalmıştır. Bunun neticesinde hilafet
sadece iç mesele olmaktan çıkmış bu devletleri de ilgilendiren bir mesele
halini almıştır.[2]
Mustafa Kemal bir yandan düşman
işgaline karşı milli mücadeleyi yürütürken bir yandan da yeni yönetimin
esaslarını oluşturma gayreti içerisinde olmuştur. Cumhuriyete geçiş sürecinde
yeni yönetimin esasları belirlenirken hilafetin durumu ile ilgili olarak,
siyasi ve dini endişe içerisinde olan kesimlerin bu hususu gündeme getirmeleri
neticesinde, Mustafa Kemal Paşa çeşitli mecralarda hilafet konusunda görüşlerini
dile getirmiştir.
MUSTAFA KEMALİN MİLLİ MÜCADELE
SÜRECİNDE HİLAFETLE İLGİLİ TUTUMU
Başlattığı
kurtuluş mücadelesini başarıyla sürdüren Paşa, bir yandan da yeni yönetimin
siyasi esaslarını tedrici olarak uygulamaya koymaktadır. Kurtuluş savaşının
başarıyla sonuçlanmasının ardından meclisin Ankarada toplanmasını sağlayan
Mustafa Kemal hilafet ve saltanat konusunda ihtiyatlı bir tutum sergilemiş ve
hilafet ve saltanatın kurtarılmasını milli mücadelenin önceliği olarak
zikretmiştir. 1920’deki meclis gizli görüşmelerinde Hilafet konusu
tartışılırken Mustafa Kemal Hilafet konusunda;
“…Hilâfet
ve Saltanat makamına olan bağlılığımız ve o makamın bütün gerekli şartlarının
korunması birinci esasımızdır. Bu, İslam dünyasının dayanağı olan gerçek bağını
tesise birinci derecede medar olan bu makamı ihmal etmek hiçbir zaman akıl kârı
değildir ve bunu bizden zorla almak mümkün değildir. Amaca ulaşmak için ihtiyaç
ve iftikar eylediğimiz güçler birinci derecede İslâm dünyasıdır. İkide birde
Yüce Meclisin Hilâfet ve Saltanat, Halife ve Sultan meseleleriyle uğraşmasında
İslâm dünyası için sakıncalar vardır. Bu sakıncaları şimdiye kadar fiiliyatıyla
gördük. Bunu bizden zorla almak isterlerse her türlü savaşımı yaparız.”[3]
şeklinde
düşüncelerini ifade eder.
Mecliste
çeşitli vesilelerle hilafetin durumu konusunun sık sık gündeme gelmesi üzerine
Mustafa Kemal Paşa bu konunun ileride karara bağlanması gerektiğini vurgular. Meclisin
açıldığı süreçte verilen önergede “Hilâfet makamı, esaretten kurtarıldıktan sonra, yasal
konumu alır” şeklindeki ek madde Mustafa Kemalin bu konuda uygulayacağı
politikanın ipuçlarını vermektedir. Ancak içinde bulunulan şartlar itibariyle
bu konunun tartışılmasını uygun görmez.
Nitekim 20 Ocak 1921’de mecliste tekrar bu konunun gündeme getirilmesi
üzerine Paşa;
“Bendeniz
diyorum ki, bugün bunları sarih bir ifade ile söylemek caiz değil. Biz prensip
olarak Makamı Hilafet ve Saltanatı kabul ediyoruz. Bunu kabul ettikten sonra
efendiler muktezayı şeri şerif ve muktezayı tabiat ona bir takım hukuk ve
salahiyet vereceğiz. Fakat istiyor musunuz bunları bugün konuşmağa karar verelim? Bugün konuştuğumuz ona vermeyeceğimiz
şeylerdir. Ona vermemek istediğimiz şeyleri mevzubahis ediyoruz. Fakat vereceğimiz
ve vermek istediğimiz, şeyleri bahsetmenin zamanı değildir.”[4]
diyerek
bu konunun çözümünü erteler.
Mustafa
Kemalin bu süreçteki beyanlarından ilerde kuracağı hükümetin şekli ve saltanatla
ilgili vereceği kararın belirli olduğu ancak şartlar gereği dile getirmediği
anlaşılmaktadır. Nitekim Mazhar Müfit Kansu’nun aktardığı üzere Paşa, Erzurum
Kongresinin bittiği akşam hatıra defterine zaferden sonra hükümet şeklinin
cumhuriyet olacağını ve padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken
işlemin yapılacağını gizli tutulması koşuluyla yazdırmıştır.[5] Ancak
padişah ve hanedan hakkında kararlı olan Paşanın o zaman da hilafete
değinmediği görülüyor.
SALTANATIN KALDIRILMASI ESNASINDA
HİLAFETLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
28
Ekim 1922’de Lozanda toplanacak olan konferansta İstanbul Hükümetinin de yer
almasına dair itilaf devletlerinin talebi Mustafa Kemal Paşayı saltanatın
kaldırılması ve hilafetin ayrılması hususunda harekete geçirir.[6]
Osmanlı
imparatorluğunun tarihe karıştığını, halifelik makamının esaretten kurtarılması
ve TBMM’nin himayesine alınması gerektiğini savunan Mustafa Kemal Paşa, bu hususta
Rıza Nur ve diğer Paşalarla yaptığı özel görüşme neticesinde meclise bu konuda
önerge verilmesini sağlar. Rıza Nur ve arkadaşlarının imzasıyla meclise sunulan
önergenin ilk oylamada çoğunluğu yakalayamaması üzerine ikinci oylamaya geçilir.
Bu oturumda bir konuşma yapan Mustafa Kemal, söz konusu günün Hz. Peygamberin
doğum günü olduğunu dolayısıyla hayırlı bir tesadüf olduğunu ifade eder.
Mustafa Kemal Paşa, Türklerin insanlık
tarihindeki önemine ve hizmetlerine atıfta bulunarak konuşmasına başlar. Türk
ulusunun tarihteki rolünden bahseden Paşa, Türklerin kurdukları devletlere ve
İslama yaptıkları hizmetlere değinir. Bu noktada sözü hilafete bağlayan Paşa, konuşmasında
Hilafetin tarihi arka planına da geniş verir.
“…Türkler, on beş asır
önce Asya’nın göbeğinde büyük devlet kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneğini
göstermiş birer unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini
kabul eden bir Türk devleti, atalarımız olan Türk milletinin kurduğu bir devlet
idi. Arkadaşlar! Yine bilinir ki: Dünya yüzünde yüzmilyonluk bir Arap kütlesi
vardır ve bunların Asya’ya ait kısmı Arabistan yarımadasında yoğunlaşmış olarak
varlık gösterir. Peygamberlik sahibi olan Efendimiz bu Arap kütlesi içinde,
Mekke’de dünyaya gelmiş bir kutsal varlık idi. Ey arkadaşlar Allah birdir,
büyüktür, ilahi adetlerin oluşumuna bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki
sınıfta, iki devirde düşünülebilir. İlk devir insanlığın çocukluk ve gençlik
devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir. İnsanlık
birinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi
araçlarla kendisiyle uğraşılmayı gerektirir. Allah, kullarının gerekli olan
olgunluk noktasına ulaşmasına kadar, içlerinden araçlarla bile kullarıyla
uğraşmayı ilahlık sıfatı gereklerinden kabul etmiştir. Onlara Hz. Adem Aleyhisselamdan
itibaren yazılı ve yazısız sonsuz denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve
resuller göndermiştir. Fakat peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni gerçekleri
verdikten sonra artık insanlıkla aracı ile ilişkide bulunmaya gerek
görmemiştir. İnsanlığın anlayış derecesi, aydınlanması ve olgunlaşması her
kulun doğrudan doğruya ilahi esinlenme ile ilişki yeteneğine ulaştığını kabul
buyurmuştur ve bu nedenledir ki, Cenabı Peygamber, Peygamberlerin sonuncusu
olmuştur ve kitabı, en kusursuz kitaptır. Son peygamber olan Muhammed Mustafa (Sallalahu
Aleyhi Vesellem) (1394) sene önce Rumi Nisan içinde Rebiulevvel ayının On
ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tanyeri ağarırken doğdu, gün doğmadan…
Bugün o gündür, inşallah büyük rastlantıdır. Gerçekten Arabi tarihiyle bu akşam
doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. Hz. Muhammet, çocukluk ve gençlik
günlerini geçirdi. Fakat henüz Peygamber olmadı. Yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin
ve yardımda karşılıksız, sözünde sadık ve yumuşak huylu ve insaniyetçe üstün
olan Muhammed Mustafa, öncelikle bu özel nitelikleri ve görüntüsüyle kabilesi
içinde “Muhammed-ül-emin” (Güvenilir Muhammet) oldu. Muhammed Mustafa, Peygamber
olmadan önce kavminin sevgisine, saygısına, güvenine sahip oldu. Ondan sonra
ancak kırk yaşında nebilik ve kırk üç yaşında peygamberlik geldi. Fahriâlem
Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde, sonsuz sıkıtı ve güçlükler karşısında (20)
sene çalıştı ve İslâm dinini kurmaya ait peygamberlik görevini yerine getirmeyi
başardıktan sonra cennetin en yüksek yerine ulaştı.”[7]
Hz.
Peygamberin vefatı sonrası gelişen olaylar ve Hz. Ebubekir’in bu süreçte
oynadığı rol ve Hz. Ömer’in desteğiyle yönetimi ele geçirişini uzun uzun
anlatan Paşa, ardından Hz. Ömer’in halifeliği döneminde devleti
sistemleştirmedeki kudretinden ve yönetim anlayışından sitayişle söz eder. Hz.
Ömerin vefat ederken halife seçimini meşverete yönlendirdiği hususunu da
vurgular. Hz. Osmanın öldürülmesi sonrası bu birliğin ve düzenin yara aldığını,
Hz. Peygamberin vefatından 25 yıl sonra Ali- Muaviye kavgasının meydana
geldiğini bu kavga sebebiyle aynı din ve ırka mensup insanların kanlarının
döküldüğünü anlatır. Paşa, konuşmasının devamında Hz. Ali’nin hilafete
getirilmesi ardından Muaviyenin rolüne ve hileyle yönetimi ele geçirip hilafeti
nasıl saltanata dönüştüğünü uzun uzun anlatır;
“…Görülüyor ki, ilk
halifenin seçiminde genel eğilimlerin doğal birikiminden fazla kişisel etki
belirlemeyi şekillendirmiştir. Efendiler! Bu muhalefet ve
tartışmaların yersiz olduğunu sanmayalım. Gerçekten Hilâfet emri, İslâm
milletlerince en büyük bir konudur. Çünkü Efendiler! Nebevi Hilafeti (Peygamber
Halifeliği) İslam topluluğu arasında bir bağ olan bir emirliktir. Ve İslâm
topluluğunun kelime-i vahide üzere toplanmalarını sağlayan bir emirliktir.
Emirlik ise, Cenab-ı Hakkın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması, daima ezici ve
kuvvetle şart koşulmuştur. Ve ondan gerçek amaç da bozukluğu kovmak ve
memleketlerin düzenini korumak ve işlerin yönlerini düzenlemek ile halka ait
işleri iyi düzenleme ve düzeltmeden ibarettir. Bu bile ancak zorluluk ve
kuvvete bağlıdır. Adetullah (Allahın töresi) bu nedenle akıp gelmiştir. Buna
göre yukarıda açıkladığım üç çeşit görüşten birincinin-ki kuvveti ve ağırlığı
olan kavmin, milletin hilâfet varisi olması noktasındaydı-diğer görüşlere üstün
tutulması ve galip gelmesi doğaldır ve Hz. Ebûbekir’in etkileyerek hilâfet
makamını işgal etmesi doğru oldu.” “…Ömer, kendisinden sonra artık bir halife
düşünemez oldu. Kendisine oğlunu önerdikleri tavsiye zaman (Bir evden bir
kurban yetişir) dedi. Abdurrahman b. Avfı çağırdı: “Ben seni veliaht eylemek
istiyorum” dedi. O da “Bana, kabul et, diye oy ve nasihat eyler misin?” dedik
de Ömer: “Edemem, ya Avf!” dedi. Abdurrahman “Vallahi ben de sonsuza dek bu işe
girişmem” dedi. En sonunda Ömer en akıllı noktaya temas etti. Emirlik, devlet
ve millet işini danışmaya havale etti. Ömer’den sonra şûra sahipleri ve bütün
halk, ümmet yönetimini seçtikleri bir halifeye bıraktılar.” [8]
Mustafa Kemal’in bu noktada meşveret vurgusu dikkat
çekicidir. Meşrutiyet döneminde de Osmanlı entelektüellerince dillendirilen
İslamda idarenin meşveret esasına dayalı olduğuna dair görüşler saltanata karşı
meşruti idarenin savunulmasında temel amil olmuştur. Mustafa Kemal konuşmasını
Hz. Osman döneminde yaşananları ele alarak devam ettirir.
“…Hz. Osman, halife oldu.
Fakat kırılmaya mahkum olan kapı artık kırılmıştı. İslâm memleketlerinin her
tarafında bin türlü dedikodu ve hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Osman, güçsüz ve
çaresiz bir duruma düştü. O kadar ki, Şam Valisi Muaviye, onun hayatını korumak
için kendi koruyuculuğuna davet etti. Bunu uygun bulmayan Hz. Osman, dostluğuna
güvenerek, ona kendini koruması için asker göndermesini önerdi. Bunların
hiçbirisine gerek kalmadı. Her tarafta isyan eden çeşitli bölgelerin halkı Medine’de
evinin içinde Hz Osman’ı kuşatma altına aldı. Ve saygıdeğer hanımının yanında şehit
etti. Birçok gürültülü ve kanlı olaylardan sonra Hz. Ali (Keremallahüveçhe-
Allah onun yüzünü şereflendirsin) Hilâfet makamına getirildi. Tekrar edelim ki
kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla beraber, Irak başka bir şey, Yemen başka
bir şey, Suriye başka bir şey ve Hicaz ülkesi de bambaşka bir şeydir. Hicaz’da
bir halife, Suriyede kuvvete dayanan bir vali ile Sıffın’de karşı karşıya
gelmeye mecbur oldu. Muaviye, Hz. Ali (Keremallahüveçhe)’nin hilâfetini
tanımıyor, ve tersine onu Hz. Osman’ı öldürmekle suçluyordu. Görevi, İsâm dünyasında
Kur’an hükümlerinin uygulanmasını sağlamaktan ibaret olan halife, mızraklarına
Kur’an-ı Kerim geçirilmiş Emeviye ordusunun karşısında savaşı kesmeye mecbur
oldu. İster istemez tarafların hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi.”[9]
Mustafa Kemal, Ali ve Muaviyenin Hilafet kavgasının İslam
toplumunda büyük yara açtığını ve bu savaştan hileyle galip çıkan Muaviyenin
hilafeti saltanata dönüştürdüğünü ifade eder.
“Görülüyor ki,
Resulullahın vefatından yirmi beş sene kadar az bir zaman sonra İslam dünyası
içinde, İslâmın en büyük zatlarından ikisi, karşı karşıya hilâfet iddiası ile
arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktaki insanları kanlar içinde
bırakmakta beis görmediler. Sonunda, hilesinde başarılı olanı, sâf ve temiz
olanını yendi ve evladını yok etti. Ve bu şekilde hilafet ünvanı altındaki
İslam emirliği yine hilafet ünvanı altında İslam saltanatına çevirdi.”
diyerek hilafetin mahiyetine dair görüşlerini ortaya koyar. Konuşmasının
bundan sonraki kısmı Hilafet mirasının Türk devletlerine intikalini içerir;
“…Abbasi halifeleri zamanında bu civanmert
Türkler, asillik ve yiğitlikle ünlü olan Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a
kadar geldiler. Abbasi halifelerinin yönetimi altında bulunan bu yerlerde güç
kazandılar. En yüksek yönetim ve komuta emri makamlarına yükseldiler. Hicri
dördüncü asırda idi ki, Selçuklu hükümeti adı altında büyük bir Türk devleti
kuruldu. Bu devletin adı altında hareket eden Türkler, bir taraftan Kafkasyaya,
diğer taraftan güneye İran ve Iraka ve Suriye’ye ve batıya, Anadolu’ya girdiler.
Bağdat’ta oturan Abbasi halifeleri bu büyük Türk Devletinin gücü içine girmişti.
Gerçekten bu Türk Devleti beşinci asır ortalarında Maveraünnehr ve Harezmi, Şam
ve Mısır’ı ve Anadolu kıtasının çoğunu ve birçok memleketleri yönetimi altına
alarak sınırını Kaşgar’dan Seyhun yatağından Akdenize ve Bahriahmer (Kızıl
Deniz) ve Bahriumman’a (Umman Denizi) kadar genişletti ve Bağdatta bulunan
Abbasi halifelerini idaresi altına aldı. Bağdat’ta, aynı merkezde Melikşah adında
Türk egemenliğini temsil eden bir kişiyle halife adını taşıyan Muktedibillah
yan-yana oturdular ve akraba oldular. Bu durumu ve bu görüntüyü biraz incelemek
isterim: Türk hakanı ki, büyük bir Türk devletinin hakimiyet ve saltanatını temsil
ediyor, yanında bir hilâfet makamının ayrıca korunmasında bir zarar görmüyor.
Eğer böyle bir zarar görseydi zaten yönetimi altına aldığı makamı ortadan
kaldırması ve o makama ait sıfat ve yetkiyi kendi makamında birleştirmesi
mümkündü. Hz. Selim’in yaklaşık beş asır sonra Mısır’da yaptığını eğer
isteseydi Melikşah, daha o zaman Bağdat’ta yapmış olurdu. Adı geçenin belki
yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da Türkiye Selçuk devletine daha bağlı ve
hilâfet makamına en layık Halife Muktedibillah’a halef (bir sonraki) olmasını
sağlamaktı. Gerçekten Muktedibillah’ın veliahdı olan oğlunu azletmek ve onun
yerine kendi torununu oturtmak için Halifeyi sıkıştırdı. Melikşah ölmeseydi bu
böyle olacaktı. Şimdi efendiler, hilâfet makamını korumuş olarak onun
yanında milli egemenlik ve saltanat makamı ki, -Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir-
elbette yan yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında güçsüz ve
etkisiz bir makam sahibi olmaktan daha yüce bir şekilde bulunur; çünkü bugünkü
Türkiye Devletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü bütün
Türkiye halkı, bütün kuvvetleriyle o hilâfet makamının dayanağı olmayı doğrudan
doğruya yalnız vicdani ve dini bir görev olarak söz veriyor ve garanti ediyor. Tarihi
değerlendirmelerin üzerinde birkaç adım daha beraber atalım. Bu adımlarımız,
bizi bugünkü yönetim şeklimizin ne kadar doğal, ne kadar zorunlu ve Türkiye
için ve bütün İslam dünyası için ne kadar yararlı ve doğru olduğu sonucuna
ulaştıracaktır. Efendiler: Orta-Asya’da devlet üstüne devlet kurmuş olan
Türkler, daha batıda, İran Selçukluları ve Anadolu’da da Rum Selçukluları adı
altında çok büyük ve çok medeni devletler kurmuşlardır. Konya’da Hükümet
merkezlerini kurmuş olan Rum Selçukluları, bildiğiniz üzere (699) senesine
kadar varlıklarını koruyorlar. Ünlü İslâm-Türk devletleri kendi başlarına
hareket uygularken Cengiz Han adındaki cihangir, Karakurum’dan çıkarak, (559)
senesinde sınırlarını Çin Denizine, Baltık Denizine, Karadeniz’e kadar
genişletiyor. Cengiz’in torunu Hülagu idi ki, (656) hicri senesinde Bağdad’ı
ele geçirerek Abbasi Halifesi Mu’tasım’ı idam ediyor bu şekilde dünya yüzünde
fiilen hilafete son veriyor. Hz. Muhammetin vefatından sonra birinci Peygamber
Halifesi Ebubekir, ne dünyayı istemiş, ne de dünya ona yönelmişti, ikinci
halife Hazreti Ömer, sosyal hayattaki dalgalanmaların durdurulamaz olduğu
inancını hayatında yakinen anlayarak ruhu sıkıntılı olarak vefat etti. Hz.
Osman’a gelince: kaçınılmaz saldırılar kanını Kitabullah’a (Allah’ın kitabı)
akıtarak dünyayı terk etti. Hz. Ali, hilâfeti sorumluluğunda tekrar ettirememek
ve Peygamberlerin aile hukukunu koruyamayarak talihsizliğiyle ağladı. Emeviler
doksan seneden fazla hilâfeti koruyamadılar. En sonunda hilâfet gücünü Bağdat
surlarına kadar sınırlamak zorunda kalan yüklemeye mecbur olan Abbasi
halifelerinin sonuncusu Mu’tasım’ı evlat ve hanımıyla ve sekiz yüz bin kişi
Bağdat halkıyla beraber Hülagû’ya kurban verdiler. Abbasi halifelerinin
zayıflığını görmekle (Rasullah’ın halifesi) ve (Emirül- mü’minin) ünvanlarını
almış olan ve hilâfet güçleri Elhamra ile sınırlı kalan Endülüsteki halifelerin
de hicri beşinci asır başlangıcındaki acı sonu bilinir.”[10]
Mustafa Kemal Bağdatta
Hülagünün ortaya koyduğu önemli olay sonucunda hilafet makamının ortadan
kalktığını savunur. Bu hadiseden üç yıl sonra Abbasi halifeleri soyundan
Elmustansırbillahın Hülagünün elinden kurtulup Mısır hükümetine sığınmasıyla
birlikte Mısır hükümetince halife tayin edildiğini ancak onun ve ardıllarının
hiçbir yetki ve etki gücü olmaksızın Mısır hükümetinin korumasında yaşadıklarını
belirtir.
“…Efendiler! Abbasi halifeleri devrinde Bağdat’ta
ve ondan sonra Mısır’da hilafet makamının, asırlarca süren saltanat makamıyla
yan-yana ve fakat ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bugün bile saltanat ve hakimiyet
makamıyla hilafet makamının yan yana bulunabilmesi en doğal durumlardandır. Şu
farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’da saltanat makamında bir kişi oturuyordu.
Türkiye’de o makamda asıl olan milletin kendisi oturuyor. Hilafet makamın da bile
Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi güçsüz veya sığıntı bir zavallı değil, dayanağı
Türkiye Devleti olan bir yüce şahıs oturacaktır. Bu şekilde bir taraftan Türk
zamana uygun bir medeni devlet halinde hergün daha sağlam olacak, her gün daha
mutlu ve rahat olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin
ihanet tehlikesine kendisini sunmayacak ve diğer taraftan hilafet makamı da
bütün İslâm dünyasının ruh ve vicdanının ve imanının bağlantı noktası, İslami
gönüllerin rahatlamasına vesile olabilecek bir değer ve yücelikte görülecektir.”[11]
Türk milletinin bu kez
doğrudan doğruya kendi adı ve sıfatında bir devlet kurmakla geleceğini doğrudan
eline aldığını ve milli saltanat ve egemenliğinin bir şahısta değil kendisinin
seçtiği vekillerden oluşan bir Yüce meclis oluştuğunu belirten paşa, egemenlik
makamının meclis olduğunu ve bundan başkasının kabul edilemeyeceğini belirtir.
Bu noktada hilafet makamının konumunun nasıl olacağını izah eder.
Mustafa
Kemal Paşa yapacağı düzenleme için hilafet kurumunun tarihi seyrine geniş yer
vererek geçmiş uygulamalardan dayanak alır ve yaptığı etkili konuşmayla
itirazları geçersiz kılar. Türkiye Büyük Millet Millet Meclisinin ve onun
hükümetinin millet ve memleket için büyük bir kuvvet, huzur ve kurtuluş
olduğunu belirtir. Bundan sonra hilafet makamının Türkiye devleti ve bütün
İslam dünyası için verimli olacağını ifade eder.
HİLAFETİN KALDIRILIŞI
SÜRECİNDE PAŞANIN TUTUMU
Lozan
antlaşmasının imzalanmasının akabinde Cumhuriyet rejiminin ilanı ile Mustafa
Kemal Cumhurbaşkanı seçilir. Yeni idarenin İstanbulda bulunan halifenin varlığı
ile ilgili yaşadığı tedirginlik Paşayı hilafetle ilgili karar almaya sevk eder.
Artık Paşanın hilafet konusunda tedrici olarak yürüttüğü politika son
aşamasındadır. 1 Mart 1924 tarihinde Mustafa Kemal Paşa TBMM’nin açılış
konuşmasında bunun sinyalini verir. Zaten bu dönemde Milli hakimiyetin gölgesinde
yer alan hilafet makamı son Abbasi halifeleri dönemindeki konumunu dahi koruyamayarak
farklı bir şekil almış[12]
sembolik olarak varlık göstermektedir. Ancak yine de bu kurumun devlet için
tehdit unsuru olması ve milli hakimiyetle çeliştiğinin düşünülmesi bu kurumun ortadan
kaldırılmasına yönelik gerekli adımların atılmasını sağlayacaktır.
Paşanın
söz konusu adımı atmasını sağlayan gelişme 22 Ocak 1924 tarihinde Başvekil
İsmet Paşadan aldığı telgraf olacaktır. Bir süredir İzmirde bulunan Paşa aldığı
telgrafta Halife Abdülmecidin kendisine ayrılan ödeneğin artırılmasını talep
ettiğini içeren bir telgraf alır. Mustafa Kemal Paşa verdiği yanıtta halifenin
şikayet hakkı olmadığını belirtir ve konunun çözümü için başvekaletten
gereğinin yapılmasını talep eder.
Gazi
Mustafa Kemal Paşa'nın İsmet Paşa'ya göndermiş olduğu telgrafın içeriği:
"Halifelik
makamı ve Halifeliğin kişiliği ile ilgili yanlış anlamalar ve kötü yorumlar
ortamı, Halifenin kendi tutum ve davranışından doğmaktadır. Halife, iç ve
özellikle dış yaşayışla ataları olan padişahların yolunu izler gibi
görünmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileri yanına görevliler
göndererek ilişki kurmak, gösterili gezintiler, saray yaşayışı, sarayında
yedek subaylara varıncaya dek kabul etmek ve onların yakınmalarını dinlemek ve
onlarla birlikte ağlamak gibi davranışlar bu arada sayılabilir. Halife
Türkiye Cumhuriyeti ile Türkiye halkı karşısındaki durumunu düşündüğü zaman
İngiltere Krallığı ile Hindistan Müslüman halkı ya da Afgan Devleti ile Afgan
halkı karşısındaki durumunu bir ölçü olarak dikkate almalıdır. Halife ve bütün
dünya kesin olarak bilmelidir ki bugün var olan ve korunmakta bulunan Halifenin
ve halifelik makamının, gerçekte ne din ne de siyasa bakımından varlığını ve
bağımsızlığını boş laf yüzünden tehlikeye atamaz. Halifelik makamının bizce,
olsa olsa tarihsel bir anı olmaktan daha çok bir önemi olamaz. Türkiye
Cumhuriyeti ileri gelenlerinin ya da resmi kurulların kendisi ile görüşmesini
istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık saldırıdır. Başmabeyincisi
Ankara'ya göndererek ya da güvenilir bir kimseyi kendi yanına getirerek,
Hükümete duygu ve dileklerini ulaştırmak istemesi de Cumhuriyet Hükümeti ile
karşı karşıya durum alması demektir. Buna da yetkisi yoktur. Kendisiyle
Cumhuriyet Hükümeti arasındaki yazışmalarda Başyazmanını aracı kılması da
yersizdir. Başyazman Bey'in, böyle saygısızca davranıştan sakınması
gerektiği kendisine bildirilmelidir. Halifenin dirliği ve geçimi için,
Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden kesinlikle aşağı bir ödeneğin yetmesi
gerekir. Amaç, yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca yaşamak ve
geçim sağlamaktır. "Halifelik Hazinesi" denilmekle ne denilmek
istendiğini anlayamadım. Halifeliğin hazinesi yoktur ve olamaz. Kendisine
böyle bir hazine atalarından kalmış ise resmi ve açık bilgi alınmasını ve bana
bildirilmesini rica ederim. Halifenin aldığı ödenekle karşılanamayan yükümler
neler imiş ve 15 Nisan 1923 günlü bildirimle Hükümet nelere söz vermiştir?
Bunu bildirmek iyiliğinde bulununuz. Halifenin konutunu belirtip saptamak,
Hükümetin şimdiye değin yapmış olması gereken bir ödev idi. İstanbul'da
ulusun boğazından kesilen paralarla yapılmış birçok saraylar ve bu sarayların
içindeki birçok değerli eşya ve gereçler, Hükümetin bu yolda bir saptama
yapmaması yüzünden yok olup gidiyor. "Halifenin yakınları, sarayın en
değerli gereçlerini, Beyoğlu'nda, şurada burada satıyorlar." diye bir
söylenti vardır. Hükümet bunlara hemen el koymalıdır. Satılmak gerekiyorsa,
Hükümet satmalıdır. Halifelik kadrosu iyice incelenip düzene sokulmalıdır ki, başmabeyincilerin
ve başyazmanların varlığı Halifeyi daha da saltanat kuruntusu içinde uyutmasın.
Fransızlar, kralın soyundan olanları ve yakınlarını Fransa'ya sokmakta ve bağımsızlıkları
ve egemenlikleri için yüz yıl sonra, bugün bile sakınca görüp dururken; her gün
çevreden saltanat güneşi doğmasına dua eden bir padişah soyuna ve yakınlarına
karşı davranışımızda, Türkiye Cumhuriyetini nezakete ve boş şeylere kurban
edemeyiz. Halife kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve
bununla yetinmelidir. Hükümetçe sağlam ve köklü önlemler alınarak
bildirilmesini rica ederim efendim."[13]
2
Mart 1924’te Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına
çıkarılmasına dair Urfa milletvekili şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşı
meclise kanun teklifi verir. Kanun teklifinin gerekçesinde halifelik makamının
Türkiyeyi iç ve dış politikada iki başlı olmaktan kurtaramadığı, bağımsızlığında
ve milli hayatında ortaklık kabul etmeyen Türkiyenin görünüşte dahi olsa bu
ikiliğe tahammül edemeyeceği ifade edilir.[14]
Mustafa
Kemal mecliste yaptığı konuşmada:
“İslam
Dinini, yüzyıllardan beri alışageldiği üzere bir siyaset aracı durumundan
uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi
inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü
menfaat ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasetlerden ve siyasetin bütün
kısımlarından bir an önce ve kesin olarak kurtarmak milletin dünyevi ve uhrevi
mutluluğunun emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüceliği
belirir.”
diyerek
hilafet konusundaki görüşlerine açıklık kazandırır. Hilafet tartışmalarına karşı
kararlılığını ifade eden Paşa, bu yöndeki taleplerin bir tuzak olduğunu ve
böyle bir kurumun Türkiyeyi güçsüz durumda bırakacağını savunur.
“Müslüman
halkı bir halife heyulası ile uğraştırma ve kandırma çabasında bulunanlar,
yalnız ve ancak Müslümanların özellikle Türkiyenin düşmanlarıdır. Böyle bir
oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve gaflet eseri olabilir.”[15]
Paşa
hilafetin uygulanabilmesi için gerekli olan güce Türkiyenin sahip olmadığı ve
diğer bölünmüş İslam devletlerinin de bu kuruma tabi olmayacaklarını savunur;
“…bir
islam devleti olan İran ve Afganistan Halife’nin herhangi bir yetkisini tanır
mı? Tanıyabilir mi? haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletin bağımsızlığı, milletin
egemenliğini ihlal eder. Millete şunu da hatırlatalım ki; kendinizi dünyanın
egemeni sanmak gafleti, artık sürüp gitmemelidir. Gerçek durumumuzu, dünya
durumunu tanımamaktaki gafillikle gafillere uymakla milletimizi sürüklediğimiz
felaketler yetişir, bile bile aynı aynı acıklı durumu sürdüremeyiz.”
Paşa
1932 de toplanan Türk Tarih Kurumu kongresinde öğretmenlerle yaptığı sohbette
bu hususta geçmişte alınan kararının isabetli oluşunu şu sözlerle ifade eder;
“dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Birincisi ne kadar faydalı
ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Halifeliği kaldırdığımız günden
bu güne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının Halife
olmaksızın da yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel örnek değil midir.”
Diyerek hilafetin ilgasının ne denli isabetli bir karar olduğunu savunur.[16]
SONUÇ
Mustafa
Kemal Paşanın milli mücadele döneminden hilafetin kaldırılışına kadar olan süre
içerisinde hilafetle ilgili beyanlarında yer yer farklılık görülmektedir. Ancak
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan itibaren Mustafa Kemal Paşa, hilafet
kurumunun milli egemenlikle çeliştiği kanaatindedir. Milli mücadelenin
sürdürüldüğü dönemde Mustafa Kemal Paşanın hilafet konusundaki ihtiyatlı bir
tavır sergilediği görülmektedir. Milli mücadele döneminde iç ve dış politikada
hilafetin gücünden istifade edilmesi noktasında faydacı bir yol izleyen Paşa,
bu dönemde hilafetin siyasi gücüne ve dini vasfına önem atfetmiş ve kurtuluş
mücadelesi sırasında hilafet makamının da kurtarılmasının öncelikleri olduğunu
sık sık vurgulamıştır.
1920’deki meclis
görüşmelerinde meclis başkanlığına sunulan önergeye eklenen “Hilafet makamı,
esaretten kurtarıldıktan sonra, yasal konumu alır.” şeklindeki ek madde Mustafa
Kemalin bu konudaki faydacı tutumunun göstergesidir. Bu
dönemde Hilafetin gücüne ve etkisine vurgu yapılmasına karşın Abdülmecit Efendinin
halife seçilmesi sürecinde halifenin görev ve yetkileri hususunda ileri sürdüğü
görüşler farklılık arz etmektedir.
Mustafa
Kemal Paşanın hilafet makamı hakkındaki görüşleri dönemsel olarak farklılıklar
arz etse de hilafetin mahiyetine ve uygulanabilirliğine yönelik düşüncelerinin genel
olarak tutarlı olduğu görülmektedir. Hz. Peygamberin hadisinde yer alan
“hilafet otuz yıldır ondan sonrası krallık olacaktır” ifadesi paşanın bu
kurumun mahiyetine dair bakış açısını belirleyen başat unsurdur. Dört Halife döneminin bitmesiyle gerçek hilafetin
sona erdiği düşüncesini tarihi hakikatler ışığında izah eden paşa, hilafete
dayalı devletlerin bu makamı saltanata dönüştürdüklerini savunur. İlk
dört halife döneminden sitayişle söz eden Paşa bundan sonraki süreçte bu
kurumun saltanata evirildiği ve etkisinin ortadan kalktığını öne sürer.
Mustafa
Kemal Paşanın konuyla ilgili argümanlarından biri de meşveret meselesidir. İslamda
meşveretin esas olduğu, bunun da ancak meclis idaresi ile sağlanacağı görüşü
paşanın temel argümanlarından olarak öne çıkıyor. Ona göre eğer hilafet demek
bütün İslâm âlemini kapsayan bir yönetim noktası demekse tarihte bu hiçbir
zaman vâki olmamıştır.
Mustafa
Kemalin üzerinde durduğu bir diğer husus hilafet kurumunun güç ve kudreti haiz
olması gerektirdiğidir. Sekiz milyonluk Türk milletinin hilafet yükünü
üstlenecek kuvveti ve kudreti haiz olmadığını belirten paşa, hilafeti yeni
kurulan devlet için bir yük olarak görmektedir.
KAYNAKÇA
-
Atatürk Önderliğinde
Kültür Devrimi, Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri Tebliğleri, 9-11 Kasım 1967, Ankara, 1972.
Aktaran Ahmet Gürtaş, “Atatürk ve Din Eğitimi”, s. 54.
-
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk/Söylev (1920-1927), C. II, TTK Yay., Ankara,
2010.
-
Genç, Reşat, Türkiye’yi
Laikleştiren Yasalar, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk
Araştırma Merkezi. Ankara, 1998.
-
Öke, Mim Kemal, Mustafa Kemal Paşa ve İslam
Dünyası-Hilafet Hareketi, Aksoy Yay., İstanbul, 1999.
-
TBMM
Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. I, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları,
Ankara,
1985.
-
TBMM
Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara, 1985.
-
TBMM
Gizli Celse Zabıtları, D. I, C. VII, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
Ankara,1985.
-
Yıldırım, Ramzan,
20. Yüzyıl İslam Dünyasında Hilafet
Tartışmaları, İstanbul,
Anka Yayınları, 2004.
-
Uçar, Şahin, Tarih
Felsefesi Açısından Mülk ve Hilafet, İstanbul, Şule Yayınları, 2011
[2]
Mim Kemal
Öke, Mustafa Kemal Paşa ve İslam Dünyası-Hilafet
Hareketi, Aksoy Yay., İstanbul, 1999, s.119-120.
[12]
Ramazan
Yıldırım, 20. Yüzyıl İslam Dünyasında
Hilafet Tartışmaları, İstanbul, Anka Yayınları, 2004, s. 48-49.
[14]
Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 1998,
s.29-31.
[16] Atatürk
Önderliğinde Kültür Devrimi, Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği (RCD) Semineri
Tebliğleri,
9-11 Kasım 1967, Ankara, 1972. Aktaran Ahmet Gürtaş, “ Atatürk ve Din Eğitimi”, s. 54.
0 yorum:
Yorum Gönder