31 Temmuz 2017 Pazartesi

Erken Dönem İslâm Tarihinde Siyasi Grup ve Mezheplerin Kur’ân’ı Referans Almaları Üzerine Değerlendirmeler

Prof. Dr. Âdem APAK

Giriş

İnsanlığa son ilahi mesaj olan Kur'ân-ı Kerîm esas itibariyle, bütün İslâmî ilimlerin temel kaynağını teşkil eder. Başka bir ifadeyle İslâmî ilimler, İslâm dininin kaynağı ol­ması bakımından Kur'ân'a dayanırlar. Sadece kıraat ve tefsir gibi doğrudan Kur'ân ilgili ilimleri değil, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ve İslâm felsefesi gibi ilimlerin esas kaynağı da Kur'ân'dır. Zira Kur'ân bütün bu ilimlerin konularıyla ilgili temel, bilgiler, ilkeler ve hükümler vaz’etmektedir.

Kur'ân, İslâm diniyle irtibatlı olan bütün ilimlerde olduğu gibi, ihtiva ettiği haberler, geçmişle ilgili bilgiler, tarihî olay­lar ve olgularla ilgili yorumlar itibariyle İslâm tarihinin de en mühim kaynağıdır. Çünkü Kur’ân, genelde İslâm tarihi, özellikle de dinler ve medeniyetler tarihi, milletler ve devletler tarihi, sosyal tarih, dünya tarihi gibi günümüzde müstakil ilimler durumundaki tarih ilimlerine hem kaynak teşkil ederek onlar için gerekli materyali sağlar, hem de muhteva ve usûl yönünden bu ilimlere öncülük eder. [1]  
Kur'ân’da, zamanımızda bağımsız olarak mütâlea edilen muhtelif tarih ilimlerinin konularına örnek ve esas teşkil eden mevzular bulmak mümkündür. Biyografi, monografi türüne örnek ola­rak, Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed gibi peygamberlere dair verilen hal tercümeleri zikredilebilir. Kur’ân’da bu peygamberlerden her birinin hayatı (sîre) hakkında muhtasar bilgiler bulunur. Peygam­berler ve verdikleri mücadeleler, çeşitli kavimler, milletler ve sosyo-politik yapıları, ahlâkî anlayışları, inanç esasları, başarıları ve yenilgileri; zâlim ve âdil hükümdarlar, icraatları, dürüstlük ve aldatıcılık örnekleriyle anlatılır, tanıtılır. Kur’ân bu anlamda bir yandan tarihi öğretmekte, bir yandan da öğreni­lenlerden ders alınmasını emretmektedir. Örnek vermek gerekirse Kur'ân, Ad, Semûd ve Medyen kavimlerinden, kendilerine gönderilen peygamberlere muamelelerinden, onların muti ve âsi olanlarından, yaşayışlarından, medeniyetlerinden ve akıbetlerinden söz eder. Aynı şekilde onların Lût ve Salih peygamberlerle olan mücadelelerini ve helâklarına sebep olan hâdiseleri anlatır. İslâm tarihi boyunca zamanla oluşan Siyer, Megâzî ve Kısas-ı En­biyâ türlerinden kitap yazma çalışmalarının esasını bu bilgiler teşkil eder. Müslüman âlimler, Kur'ân'da mevcut bulunan bu öz malûmatı, elde ettikleri değişik kaynaklı haberler ve rivayetlerle destekleyip genişletmek suretiyle Siyer, Megâzî, Kısas-ı Enbiyâ türünden eserler meydana getirmişlerdir.[2]
Kur'ân'ın haber hükümleri arasında Hz. Peygamber'in (sav) çağrısını yayma yo­lunda yaptığı mücadeleler, yapılan savaşlar ve antlaşmalar; Mekke ve Medine halkının ona ve davetine karşı tavır ve tutumları, diğer taraftan da ashabın faziletleri, onların İslâm'a hizmetleri bulunmaktadır. İslâm Peygamberi'nin (sav) ve Müslümanların karşılaştıkları hâdi­selerden söz eden âyetler ise, bir yandan tarih şuuru ve bilgisi kazandırmakta, diğer yandan Müslümanların Siyer ve Megâzî bilgileri sunmaktadır. Görüldüğü gibi, Siyer söz konusu olduğunda en mühim ve ilk müracaat kaynağı şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zira gerçekliklerinde şüpheye mahal olmayan türden olan Kur’ânî veriler yardımıyla Hz. Muhammed (sav) hakkında, onun nasıl bir kişilik olduğu ve hasımlarıyla nasıl mücadele ettiği hakkında doğrudan fikir sahibi olmamız mümkündür.[3]
Kur’ân gerek siyere, gerekse İslam öncesi tarihe kaynak olduğu gibi, Hz. Peygamber’in (sav) vefasından sonra ortaya çıkan bir kısım siyasî ve itikadî fırkaların kendi görüşlerini temellendirmelerinde de en önemli referans kaynağı olmuştur. Öyle ki neredeyse görüşlerini Kur’ân’a dayandırmayan hiçbir siyasî grup ve mezhep yoktur. Tabii ki referansların büyük bir kısmı âyetlerin tevili veya yaşanan hadiseyle dolaylı ilişki kurulması şeklindedir. Öyle ki siyasî şahıs ve gruplar politik hedeflerine ulaşabilmek ve taraftarlarını kendi haklılıklarına inandırabilmek adına bazen âyetleri kendi bağlamından koparmak suretiyle görüşlerini Kur’ân’a söyletmeye çalışmışlardır. Bu tebliğde Müslümanların ilk siyasi ihtilâflarının görünürleşmeye başladığı Hz. Osman dönemi ile Hz. Ali’nin halifeliği esnasındaki grupların kendi hareketlerini Kur’ân ile temellendirmeleri örneklerle ortaya konulmaya çalışılacaktır.

A.                Hz. Osman’ın Kanı Meselesi

Hz. Osman döneminde meydana gelen siyasî, içtimaî ve dinî sâikler halîfe aleyhine faaliyetleri harekete geçirmiş, bunun üzerine Basra, Kûfe ve Mısır’dan gelen asiler yaklaşık 40 gün süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir.[4] Bu olay, İslâm tarihinin önemli hadiselerinden, hatta dönüm noktalarından biri olmuştur. Her şeyden önce Müslümanların halîfesi yine Müslümanlar tarafından katledilmiştir. Bundan sonra İslâm toplumunu uzun süre meşgul edecek sancılı bir dönem başlamıştır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra halîfeliğe gelişi esnasında Hz. Ali’nin karşılaştığı ilk siyasî problem, Müslümanların tamamının biatını alamamış olmasıdır. Kendisi halîfelik görevini üstlendikten sonra biat almak istemiş, bununla birlikte herhangi bir baskı da uygulamamıştır. Biat etmeyen kişiler arasında halîfeyi en çok sıkıntıya sokanlar ise çekimser kalanlardan ziyade, biatlarıyla Hz. Osman’ın kanını ilişkilendirenler, başka bir ifadeyle biatlarını Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasına bağlayanlardır. Bu gruplardan ilki Hz. Âişe-Hz. Talha ve Hz. Zübeyr üçlüsünün önce Mekke, ardından da Basra merkezli oluşturdukları birlik (Cemel Ashâbı), diğeri de Muâviye’nin önderliğinde toplanan ve “Osman’ın kanı”ndan başka bir söz bilmeyen ve bunu siyasî malzeme olarak kullanan Şamlılar’dı.
Muâviye hem Kureyş, hem de diğer Araplar’ın desteğiyle başlattığı siyasî hareketine Hz. Osman’ın kanı gibi masum bir gerekçeyi hareket noktası yaptı. Kaldı ki, bu talep, halîfeye biattan kaçan diğer şahıs ve grupların da yegâne gerekçesiydi. Muâviye’nin haklılığını ispat edebilmesi ve daha çok taraftar kazanabilmesi için, halîfe katillerinin cezalandırılmasını isteyen diğer gruplardan (özellikle Cemel Ashâbı) farklı bir iddiayı seslendirmesi gerekiyordu ki, bu da onun kendisini Hz. Osman’ın velisi ilân etmesiyle sağlanmıştır. Nitekim Muâviye, Hz. Osman’ın kanını talep ederken, aslında akrabalık hakkını gözettiğini şu âyeti delil göstererek açıklamaya çalışmıştır: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin, kim haksız yere öldürürse onun velisine (hakkını alması için) yetki verdik. Fakat o da aşırı gitmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiştir”.[5] Katilin nasıl cezalandırılacağı hususu hukukî bir meseledir. İslâm hukuku, cezanın uygulanma şeklindeki yetkiyi maktulün en yakınlarına vermiştir. Bu durumda öldürülen halîfenin velileri, onun en yakınları olan oğullarıdır. Bu nedenle Muâviye’nin kendisini halîfenin velisi kabul etmesi hukukî açıdan tartışmalıdır. Nitekim onun Hz. Osman’ın katillerini istemesi karşısında Hz. Ali’nin “Sen kim, Osman kim, Sen Ümeyyeoğulları’ndan sadece bir kişisin. Bu hususta Osman’ın çocukları senden önceliklidirler” cevabını vermesi[6], Muâviye’nin hareketinin hukukî yönden problemli olduğunu ortaya koyar. Buradan yola çıkarak, aslında onun, mücadelesini hukukî zeminden siyasî alana taşıma niyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Başka bir ifadeyle Muâviye hukukî bir meseleyi mücadelesinin entrümanı haline getirmiştir. Zira Hz. Osman’ın çocuklarının bulunduğu bir zamanda onun katillerinin cezalandırılmasını isteme işinin Muâviye tarafından dile getirilmesi, ancak siyasî bir talep olarak değerlendirilebilir.[7]
Muâviye’nin maktul halîfe adına Hz. Ali’den talep ettiği kısas, İslâm hukukundan ziyade câhiliye hukuna daha uygundur. Binaenaleyh kendisi Hz. Osman’ın kanını talep hususunda hukuk değil, kabîle dayanışması, yani asabiyet doğrultusunda hareket etmiştir. Çünkü asabiyetin en önemli tezahürlerinden olan kabîle intikamı, maktulün kanını talep etme hususunda yakın akraba kadar bütün kabîleyi mesul tutuyordu. Bu nedenle kabîleden öldürülen herhangi bir şahsın intikamını almak, öncelikle temsil kabiliyeti ve gücü olan kabîle yöneticisinin sorumluluğundadır ki, tabiatıyla bu görev o dönemde Ümeyyeliler’in büyüğü olan Muâviye’ye düşmektedir. Hasılı kabîle geleneği (asabiyet) bu konuda ona yetki vermiştir.[8] Nitekim Muâviye’nin bu iddia ile ortaya çıkışında Hz. Osman’ın oğulları herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. [9]

B.                 Sıffin Savaşı ve Tahkim

Hz. Osman’ın kanını talep ederek siyasî faaliyet başlatan Cemel grubunu etkisiz hale getiren Hz. Ali, Muaviye’ye karşı attığı bütün diplomatik adımlar sonuç vermeyince Şamlılar üzerine de askerî harekât başlattı.[10] Hz. Ali’nin üzerlerine gelmekte olduğu haberini alan Muaviye de Hicretin 36. yılı (M. 656) sonlarına doğru Şam’dan Irak istikametine doğru yola çıktı.[11]
Iraklılar ve Şamlılar Hicretin 36 yılı Zilhicce’sinin ilk günlerinde (Mayıs 656) Sıffin denilen yerde karşı karşıya geldiler. Hz. Ali Şamlıları savaş meydanında da itaate davet etmek istedi. Bu amaçla Ebû Amr b. Beşîr, Sa‘îd b. Kays ve Şebes b. Rib‘î’den oluşan bir heyeti karşı tarafa gönderdi. Muaviye gelenlere, gerçek niyetinin maktul halîfenin kanını dava etmek olduğu görüşünü tekrarladı. Şebes ise, onun asıl amacının Hz. Osman’ın kanı değil, bunu kullanarak dünya menfaati elde etmek olduğunu söyledi. Bunun üzerine taraflar arasında tartışmalar meydana geldi. Elçiler herhangi bir sonuç alamadan geri döndüler.[12] 
İlk görüşmelerden bir sonuç alınamayınca çarpışmalar başladı ve Zilhicce ayı boyunca devam etti. Bu saldırılar daha çok rakibi psikolojik olarak yıpratma amaçlı küçük hamleler şeklinde gerçekleştiriliyordu. Zira her iki taraf barış umudu taşıyordu. Hicretin 37. yılının (M.657) Muharrem ayının girmesi barış çabaları için bir fırsat oldu.[13] Hz. Ali bundan istifadeyle Muaviye’ye yeni bir heyet göndermeye karar verdi. Muaviye ikinci görüşmede de Hz. Osman’ın öldürülmesine yardımcı olan birine itaat etmeyeceklerini, Hz. Ali’nin, selefini öldürmemiş olduğu iddiasını reddetmediklerini, fakat onun halîfe katillerini barındırmaya devam ettiğini söyledi. Bunun ardından da katiller kendilerine verilmedikçe Hz. Ali’nin itaat çağrısına olumlu cevap vermeyeceğini bildirdi.[14] 
Muharrem ayı boyunca gerçekleşen görüşmelerden savaşı bitirecek bir anlaşma çıkmadı. Bu sebeple Safer ayının ilk günü taraflar tekrar savaşa başladılar.[15] Çarpışmalar aralıksız devam ederken, Hz. Ali savaşın böyle sürüp gidemeyeceğini düşünerek nihaî saldırı emrini verdi.[16] Şiddetli hücum esnasında Irak ordusunun sembol şahsiyetlerinde Ammâr b. Yâsir şehit oldu. Hz. Peygamber’in (sav), Medine Mescidi’nin inşası esnasında “Ammâr’ı isyancı bir topluluk öldürecektir”[17] sözü bilindiği için, bu hadise her iki tarafta da derin tesirler meydana getirdi. Onun kendileri tarafından öldürülmüş olmasından dolayı Şamlılar endişeye kapıldılar.[18] Ammâr b. Yâsir’in öldürülmesi Muaviye ordusu içerisinde büyük korku ve panik meydana getirdi. Onlar ölüme sebep olmakla kendilerinin âsî topluluk olduğunu düşünmeye başladılar.[19] Bu hadise Hz. Ali ordusunda ise olumlu tesir icra etti. Iraklı askerler kendilerinin hak üzere olduklarını düşünerek daha güvenle savaştılar.[20] Belki de bu nedenle Ammâr’ın şehit olması, savaşın dengesini bozan ve Iraklıları galibiyete doğru götüren en önemli moral unsur olarak gösterilebilir. Gerçekten de bundan sonra Iraklılar Şamlıları bulundukları hattın gerisine çekilmeye zorlamışlardır. Nihayet öncü kuvvetler karşılarına çıkan tüm Şam birliklerini mağlup ederek Muaviye’nin çadırının yakınlarına kadar ulaşmışlardır. Bu esnada Şam karargâhına iyice yaklaşan Hz. Ali, Muaviye’yi mübarezeye davet etmiş, ancak Muaviye onun meydan okumasına cevap verememiştir.[21]
Sıffin savaşı Iraklılar’ın son büyük saldırısı ile Şam ordusunun hezimetiyle sonuçlanmak üzereyken Muaviye’nin siyasî ortağı Amr b. el-Âs şöyle bir teklifte bulunmuştu:
“Bizi dağınık halden birleşmeye, Iraklıları da birleşik halden dağınıklığa çevirecek bir şey biliyorum. Bu da mushafları kaldırıp, onları Kur’ân’ın hakemliğine çağırmaktır. Iraklılar’dan bazıları bu çağrımıza cevap verirler, bazıları da karşı çıkarlar, böylece aralarında bir ihtilâf çıkmış olur. Şayet sulh isteyenlerin fikri kabul görürse, biz de savaşı belli bir zamana kadar ertelemiş ve helâkten kurtulmuş oluruz. Eğer onlardan bir kısmı sulh çağrımıza cevap vermeyip saldırıya devam ederlerse, o zaman bölünmüş oldukları için, biz onlara rahat bir şekilde karşılık veririz. Böylece onlar çözülür ve güçleri kaybolmuş olur”.[22]
Muaviye’nin emriyle Şamlılar ellerinde bulunan Mushafları kaldırmak suretiyle muhataplarını Allah’ın kitabının hakemliğine başvurmaya çağırdılar.[23] Diğer taraftan Muaviye’nin görevlendirdiği İbn Hind isimli şahıs da sürekli olarak Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir[24] âyetiyle çağrılarına Kur’ân’dan delil getiriyor, ardından da “Görmüyor musun, kedilerine kitaptan bir pay verilenleri, aralarında hüküm versin diye Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da sonra onlardan bir grup, yüz çevirerek dönüyor”[25] ve Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak "İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir” [26] âyetlerini okuyarak muhataplarını bu çağrıya katılmadıkları takdirde Kur’ân’ın emrine karşı çıkmakla korkutuyordu.[27]
Amr b. el-Âs’ın tahkim çağrısı Hz. Ali ordusunun birbirine düşmesine sebep oldu. Nitekim onlardan bir kısmı davete derhal icabet edilmesi gerektiğini söylerken başka bir kısmı ise bunun Şamlılar tarafından tertip edilen bir oyun olduğunu, dolayısıyla bu çağrının dikkate alınmaması gerektiğini ileri sürdüler.[28] Hz. Ali, Şamlılar’ın teklifine olumlu bakan taraftarlarına; Muaviye, Amr, Habîb b. Mesleme, Dahhâk b. Kays gibilerin din ve Kur’ân ehli olmadıklarını, onların asıl amacının Kitab’a baş vurmak değil, kendilerine hile yapmak ve bütünlüklerini bozmak olduğunu söyledi.[29] Fakat ordusu içindeki tahkim taraftarları onun nasihatlerini dikkate almadıkları gibi, şayet teklife karşı çıkarsa ordudan ayrılmak, onu Şamlılara teslim etmek, hatta öldürmekle tehdit ettiler. Halîfe, askerlerinin çoğunluğunu teşkil ettikleri anlaşılan tahkim taraftarlarına daha fazla direnemedi.[30]
Irak ordusundaki Yemenliler’in halîfeye baskısı neticesinde imzalanan tahkim metnini Kinde reisi Eş‘as b. Kays’ın kabîleler arasında dolaştırmasına en fazla tepki Güney Arapları’nın rakibi olan Mudarlı Temîm kabîlesi taraftarlarınca gösterilmiştir. Nitekim onlar arasından Urve b. Üdeyye tahkimnameyi elinde gezdiren Eş‘as’a “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek saldırıp kendisini öldürmek istemiştir. Bu sloganın ilk defa başkaları tarafından da kullanıldığına dair rivayetler bulunmaktadır. Yaklaşık olarak aynı zamanlara tarihlendirilebilecek bu rivayetlerde ele alınan gelişmelerden sonra da bu sloganın anlamına benzer yaklaşımlar ileri sürülmeye başlanmıştır. Söz konusu sloganın dayandığı âyetler şunlardır:
Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Rabbim Allah'tır. Yalnız O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yöneliyorum.[31]
 De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah'a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.[32]
Sonra hepsi, gerçek sahipleri Allah'a döndürülürler. İyi bilin ki hüküm yalnız O'nundur. O, hesap görenlerin en çabuğudur.[33]
Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden daha güzeldir?[34]

C.   Hz. Ali’nin Hâricîlerle Mücadelesi

Amr b. el-Âs’ın, tahkim çağrısından önce plânladığı Hz. Ali tarafını ihtilâfa düşürme taktiği, sadece Sıffin savaşı sonucunda değil, tahkimnâmenin yazılmasından sonra da etkisini devam ettirmiştir. Öyle ki, Sıffin’de savaşı bırakıp bırakmama konusunda ihtilâfa düşen Iraklılar, bu sefer tahkim konusunda ikiye bölündüler. Onlardan bir kısmı imzalanan anlaşmayı memnuniyetle karşılarken, azımsanmayacak bir topluluk ise tahkime razı olmakla tarafların dinden sapmış olduklarını dillendirmeye başladılar. Halife muhalifleri Kur’ân’da açık hüküm varken Allah’ın dini hususunda insanların hakem yapılmasını kabul etmemişler ve “Allah’tan başka hüküm verici yoktur” sözünü slogan edinmişlerdir.[35]
Hz. Ali, Sıffin’den ayrıldıktan sonra da, ordusu içindeki ihtilâflar en üst düzeye çıktı. O kadar ki, tahkimin kabulünü isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasında sert diyaloglar meydana geldi. Dönüş yolunda daha da şiddetlenen bu tartışmalar sonucunda yaklaşık 12 bin kişilik grup halîfeye isyan ederek Harûra denilen mevkie çekildiler.[36] Bunlar Hz. Ali’yi tahkime razı olduğu için protesto ediyorlar, yaptığı anlaşmadan vazgeçerek hep birlikte tekrar Şamlılar üzerine yürümeye çağırıyorlardı.[37] Ancak Hz. Ali Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getiriniz” [38] ile  "Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir” [39] âyetlerini  delil göstererek, verdiği sözden geri dönemeyeceğini açıkladı.[40] Görüldüğü gibi bu mesele sadece Sıffin savaşında Hz. Ali ordusunun bölünmesi sonucunu getirmemiş, etkileri asırlarca sürecek olan siyasî ve itikadî bir fırka olan Hâricîlerin ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır. Bu sebeple Hâricîlik akımının fiilen ortaya çıkışını sağlayan en önemli amilin tahkim olduğu ileri sürülebilir.[41]
Irak ordusunu terk ederek Harûra’ya çekilen ayrılıkçı topluluk Şebes b. Rib‘î’yi ordu komutanı, Abdullah b. el-Kevvâ’yı da namaz imamı olarak seçtiler. Hz. Ali, topluluktan ayrılan bu grubu ikna etmesi için Abdullah b. Abbâs’ı görevlendirdi. Abdullah b. Abbâs kendileriyle yaptığı görüşmelerden bir netice elde edemedi.[42] Bunun üzerine Hz. Ali bizzat giderek onların reisi Abdullah b. Kevvâ ile görüştü. Onlara kendilerinden ayrılma sebebini sordu. İbn Kevvâ hakeme gidilmesinden dolayı böyle davrandıklarını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ali, hakeme kendi taraftarlarının aşırı talep ve baskıları sebebiyle razı olduğunu, bu iki hakeme Kur’an’ın hükümlerine tabi olmaları şartıyla itibar edeceğini, aksi takdirde onlara uyulmayacağını bildirdi. En doğrusunun hakemlerin kararını beklemek olduğunu, alınacak sonuca göre hareket edeceklerini bildirerek onları tekrar birliğe katılmaya davet etti. Bunun üzerine Harûrîlerin çoğunluğu Kûfe’ye döndüler.[43] Ancak onlar burada da halîfeye karşı sert muhalefetlerini devam ettirdiler.[44] Hareketlerini geliştirebilmek amacıyla kendilerine Abdullah b. Vehb er-Râsibî’yi lider seçtiler. Reisleri Abdullah Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır” .[45]Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” [46] âyetleriyle arkadaşlarını harekete geçmeye davet etti. Aynı anda Basra’daki yandaşlarına da haber gönderip onları da harekete katılmaya çağırdılar. Daha sonra gizlice Kûfe’yi terk ederek önce Medâin, daha sonra da Nehrevan’a ulaştılar. (H.Şevval 37/M.22 Mart 658).[47]
Hâricîlerin organize bir şekilde Kûfe ve Basra’dan ayrılmalarının hemen ardından hakem olayı gerçekleşti. Bunun üzerine Hz. Ali, Nehrevan’dan toplanmış olan Hâricîlere bir mektup yazarak onlara hakemlerin Allah’ın Kitabı’na aykırı hareket ettikleri için tekrar savaş durumuna dönüldüğünü, bu sebeple Kûfe’ye dönüp kendisine katılmalarını istedi. Ancak Hâricîler halîfenin çağrısına olumlu cevap vermediler.[48] Hz. Ali buna rağmen onlara karşı askerî harekât düşünmüyordu. Zira onun asıl hedefi kendisine karşı isyanı sürdüren, üstelik hakem olayı sonrasında Şamlılardan biat alarak kendisini halîfe ilan eden Muaviye üzerine yürümekti. Hz. Ali bu amaçla Basra, Kûfe, Medâin gibi şehirlerden asker toplamaya başladı.[49]
Şam seferi için hazırlıklarını tamamlayan halîfe, hareket etmek üzereyken Hâricîlerin halka baskı yaptıkları hatta cinayet işledikleri haberlerini almaya başladı. Son olarak Nehrevân’daki Hâricîlerin ashâb çocuklarından Abdullah b. Habbâb’ı yanında çocuğu ve hamile hanımı ile birlikte katlettikleri bilgisi ulaştı. Hz. Ali durumu tetkik etmek amacıyla Hâris b. Mürre el-Abdî’yi olay yerine gönderdi. Fakat Hâricîler onu da öldürdüler. Bunun üzerine Hz. Ali emniyet sağlanmadan bölgeyi terk etmenin doğru olmayacağı düşüncesiyle Şam seferini erteleyerek önce Hâricîler üzerine yürümeye karar verdi.[50]
Kûfe’den Nehrevân’a gelen halîfe Hâricîleri önce müzakereler yoluyla ikna etmeye çalıştı. Bunun için onlara Kays b. Sa‘d b. Ubâde ile Ebû Eyyûb el-Ensârî’yî göndererek itaata çağırdı ve öldürülmüş olanların sorumlularının kendisine teslimini istedi. Ancak Hâricîler onları hep birlikte öldürdüklerini bildirerek katillerin teslimini reddettiler. Gönderilen elçilerin herhangi bir sonuç elde edemeden dönmelerinden sonra bizzat Hz. Ali yanlarına giderek onları iknaya çalıştı. Fakat o da muhataplarını ikna edemedi. Bütün girişimlerinden sonuç alamayan halîfe çaresiz olarak savaş hazırlıklarına girişti. Çarpışmalar başlamadan önce son kez bir çağrı yaparak savaştan vazgeçenlere herhangi bir takibatın yapılmayacağı vadinde bulundu. Bunun üzerine yaklaşık 4-5 bin kişilik Hâricî grup arkadaşlarından ayrılarak savaş meydanını terk ettiler.[51] Nehrevan’da saldırıyı ilk olarak Hâricîler başlattılar. Hz. Ali de askerlerine hücum  emrini verdi. 9 Safer 38 tarihinde (M.17 Temmuz 658) meydana Nehrevan savaşında Abdullah b. Vehb, Hurkus b. Züheyr, Abdullah b. Şecere ve Şureyh b. Evfâ gibi reisler başta olmak üzere Hâricîlerin çoğu öldürüldü.[52]
Hz. Ali ile Haricîler arasında meydana gelen Nehrevân’daki çatışmadan sonra, savaş alanından ayrılan, Ebû Eyyûb’un bayrağına sığınan ve Kûfe’de kalanlardan bir grup Nuhayle’de toplandı. Onlar, arkadaşlarını yalnız bıraktıkları için üzülüyorlardı. Onlar arasında bulunan Müstevrid, bir konuşma yaparak Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer dönemlerini övmüş, sonrasını ise eleştirip ardından Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler eşit olamazlar. Allah, mallarıyla, canlarıyla cihat edenleri, derece itibariyle, cihattan geri kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsine de en güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.[53] âyetini okuyarak onları yeniden cihada davet etmiştir. [54]

      

 SONUÇ

Kur’an, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra gerçekleşen siyasi hadiselerde kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı olarak referans olarak gösterilmiş, bilhassa fitne dönemi olarak adlandırılan Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci dönemi ile Hz. Ali’nin halifeliğinin tamamı sürecindeki siyasi hadiselerde gerek Hz. Ali, gerekse onun muhalifleri olan Şamlılar ile Hariciler Kur’ân ayetlerini gerek taraftarlarını tahkim, gerekse muhaliflerini ilzam için kullanmışlardır. Savaşan tarafların Müslüman olmaları da sanki bunu kendileri için zorunlu hale getirmiştir. 
İslâm tarihi boyunca şiddeti bir yöntem olarak benimseyen ya da şiddete meyyal oluşumların referans olarak kullandıkları âyetleri dikkate aldığımızda yaklaşımlarında bir paralellik olduğunu söylemek mümkündür. Bunun sebebinin nassın kendisinde değil, bilakis nassa yaklaşım ve onu okuma anlayışında aranması gerekir. Zira İslâm dünyasının kahir ekseriyeti referansları anlamlandırma hususunda aynı yaklaşıma sahip değildir. Eğer farklı bir yaklaşımla karşı karşıyaysak, bunun sebebini doğrudan doğruya nasta aramak yerine, nassı yorumlayanların zihniyetinden başlamak üzere başka sebepleri de dikkate alarak çözümlemek daha sağlıklı bir yaklaşım olur.





[1]      Paret, Rudi, Kur’ân Üzerine Makaleler, (çev. Ömer Özsoy), Ankara 1995, s. 54-55.
[2]    Sıddıkî, Mazharuddin, Kur’ân’da Tarih Kavramı, (çev. Süleyman Kalkan), İstanbul 1990, s. 75-97; Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991, s. 153; Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994, s. 98-112.
[3]    Paret, Rudi, Kur’ân Üzerine Makaleler, s. 54-55. s. 100, 118.
[4]    İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), III, 73-73; İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, (thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967,  I, 45; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IV, 391-394; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 90; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), VII, 185-189.
[5]    İsrâ, 17/33.
[6]    Minkarî, Vak‘atu Sıffin, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn), Beyrut, 1990, s. 58; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 92.
[7]    Demircan, Adnan, Ali-Muaviye Kavgası, İstanbul 2002, s. 80.
[8]    Demircan, Ali-Muâviye Kavgası, s. 79-80.
[9]    Bu konuda ayrıca bk. Ayar, Kenan, Sahâbe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, Ankara 2014, s. 178-203.
[10]   Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam), s. 154-157; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 78; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 104-105.
[11]   İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 92-93; Taberî, Tarih, IV, 563; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 100-101; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 142; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 256.
[12]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 187-188; Taberî, Tarih, IV, 573-574; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 146; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 257.
[13]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 195-196; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 160; Taberî, Tarih, IV, 575; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 104, 117.
[14]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 197-200; Taberî, Tarih, V, 5-6; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 147-148; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 258-259.
[15]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 202-332; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 161-172; Taberî, Tarih, V, 10; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 117; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 149; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 261.
[16]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 332-340, 391-392.
[17]   Müslim, Kitabu’l-Fiten 72, 73; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 157; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 263-267.
[18]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 340; Taberî, Tarih, V, 41; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 391; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 119; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 158; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 269-270.
[19]   Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 170.
[20]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 427-437; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 95; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 396; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 119.
[21]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 274-276, 387-388; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 95, 110-111; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 170-171, 173-174; Taberî, Tarih, V, 42; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 396-397; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 120; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 158.
[22]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 31-32; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 101-102; Taberî, Tarih, V, 48; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 400; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 120-121; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,160-161; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 273.
[23]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 478, 481-484; Taberî, Tarih, V, 48; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 400; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 160-161.
[24]   Nisâ, 4/59.
[25]   Âli İmran, 3/ 23.
[26]   Nûr, 24/48-51.
[27]   İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 101-102.
[28]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 484-485, 489-490; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV, 255-256; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 104; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 174; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 405.
[29]   Minkarî, Vak‘atu Sıffin, s. 489; Ya‘kûbî, Tarih, II, 188-189; Taberî, Tarih, V, 48-49; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 401; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 121; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,161; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 273-274.
[30]   Ya‘kûbî, Tarih, II, 188-189; Taberî, Tarih, V, 49; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 161; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 274. Hz. Ali’yi tahkimi kabule zorlayanlar ve özellikleri hakkında bk. Demircan, Adnan, “Ali b. Ebî Tâlib’i Tahkimi Kabule Zorlayanlar Üzerine”, İSTEM, yıl.3, sy. 6, Konya 2005, s. 51-58.  
[31]   Şura 42/10.
[32]   Enʻâm 6/57.
[33]   Enʻâm 6/62.
[34]   Mâide 5/50. Bu konuda bk, Ayar, Kenan, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 249-311.
[35]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 512- 514; Taberî, Tarih, V, 57; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,405; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 165; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 285.
[36]   Taberî, Tarih, V, 57, 63; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 405-406; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 165-166; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 279.
[37]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 514; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 123-124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 166.
[38]   Mâide 5/1
[39]   Nahl, 16/91.
[40]   Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 517-518; Taberî, Tarih, V, 64-67, 72-73; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 129-130; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 169.
[41]   Fığlalı, E. Ruhi, “Mezheplerin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâmî İlimler Enstitüsü Dergisi, Ankara 1980, sy. IV, s. 13; Fığlalı, Hâricîliğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler, AÜİFD, XX, 247; Fığlalı, İbâdiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, s. 53-54; Hizmetli, Sabri, İtikadî Mezheplerin Doğuşuna İctimâî Hadiselerin Tesirleri Üzerine Bir Deneme, AÜİFD, Ankara 1983, sy. XXVI, s. 665; Demircan, Adnan, Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, İstanbul 1996, s. 57-105.
[42]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 32; Taberî, Tarih, V, 64-65; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 166.
[43]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 32; Taberî, Tarih, V, 66; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 166. Hz. Ali’nin Tahkim sonrası Hâricîlerle ilişkileri hakkında geniş bilgi için bk. Demircan, Adnan, Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, s. 102-105.
[44]   İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 169.
[45]   Sad, 38/26.
[46]   Mâide, 5/44.
[47]   İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 121-123; Taberî, Tarih, V, 74-77; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 285-287,
[48]   Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 189-190; Taberî, Tarih, V, 77-78; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 169-171.
[49]   Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 190; Taberî, Tarih, V, 78-80; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 130-132; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 171-172.
[50]   İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 126; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 190; Taberî, Tarih, V, 80-82; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,415; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 132-133; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 172-173; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 288.
[51]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 32; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 190-193; Taberî, Tarih, V, 83-86; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 134; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 173-174; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 289.
[52]   İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 128-129; Taberî, Tarih, V, 86-88; Mesûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 416-417; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 174-176; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 289. Nehrevan savaşı ile ilgili olarak bk. Demircan, Adnan, Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, s. 105-117.
[53]   Nisâ 4/95.
[54]   Ayrıca bk, Ayar, Kenan, Sahabe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 311-325.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar