Giriş
İnsanlığa son
ilahi mesaj olan Kur'ân-ı Kerîm esas itibariyle, bütün İslâmî ilimlerin temel
kaynağını teşkil eder. Başka bir ifadeyle İslâmî ilimler, İslâm dininin kaynağı olması bakımından Kur'ân'a dayanırlar. Sadece kıraat ve tefsir gibi doğrudan Kur'ân
ilgili ilimleri değil, hadîs, fıkıh,
kelâm, tasavvuf ve İslâm felsefesi gibi ilimlerin esas kaynağı da Kur'ân'dır.
Zira Kur'ân bütün bu ilimlerin konularıyla ilgili temel, bilgiler, ilkeler ve
hükümler vaz’etmektedir.
Kur'ân, İslâm diniyle irtibatlı olan
bütün ilimlerde olduğu gibi, ihtiva ettiği
haberler, geçmişle ilgili bilgiler, tarihî olaylar ve olgularla ilgili yorumlar itibariyle İslâm tarihinin de en mühim
kaynağıdır. Çünkü Kur’ân, genelde İslâm tarihi, özellikle de dinler ve
medeniyetler tarihi, milletler ve devletler
tarihi, sosyal tarih, dünya tarihi gibi günümüzde müstakil ilimler durumundaki tarih ilimlerine hem kaynak teşkil ederek onlar için gerekli materyali
sağlar, hem de muhteva ve usûl yönünden bu ilimlere öncülük eder. [1]
Kur'ân’da, zamanımızda
bağımsız olarak mütâlea edilen
muhtelif tarih ilimlerinin konularına örnek
ve esas teşkil eden mevzular bulmak mümkündür. Biyografi, monografi
türüne örnek olarak, Hz. Âdem, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed gibi
peygamberlere dair verilen hal tercümeleri zikredilebilir. Kur’ân’da bu peygamberlerden her birinin hayatı (sîre) hakkında
muhtasar bilgiler bulunur. Peygamberler
ve verdikleri mücadeleler, çeşitli kavimler, milletler ve sosyo-politik
yapıları, ahlâkî anlayışları, inanç esasları, başarıları ve yenilgileri; zâlim
ve âdil hükümdarlar, icraatları, dürüstlük ve aldatıcılık örnekleriyle
anlatılır, tanıtılır. Kur’ân bu anlamda bir yandan tarihi öğretmekte, bir
yandan da öğrenilenlerden ders alınmasını emretmektedir. Örnek vermek
gerekirse Kur'ân, Ad, Semûd ve Medyen kavimlerinden, kendilerine gönderilen
peygamberlere muamelelerinden, onların muti ve âsi olanlarından,
yaşayışlarından, medeniyetlerinden ve akıbetlerinden söz eder. Aynı şekilde
onların Lût ve Salih peygamberlerle olan mücadelelerini ve helâklarına sebep
olan hâdiseleri anlatır. İslâm tarihi boyunca zamanla oluşan Siyer, Megâzî ve
Kısas-ı Enbiyâ türlerinden kitap yazma çalışmalarının esasını bu bilgiler
teşkil eder. Müslüman âlimler, Kur'ân'da mevcut bulunan bu öz malûmatı, elde
ettikleri değişik kaynaklı haberler ve rivayetlerle destekleyip genişletmek
suretiyle Siyer, Megâzî, Kısas-ı Enbiyâ türünden eserler meydana getirmişlerdir.[2]
Kur'ân'ın haber
hükümleri arasında Hz.
Peygamber'in (sav) çağrısını yayma yolunda yaptığı mücadeleler, yapılan
savaşlar ve antlaşmalar; Mekke ve Medine halkının ona ve davetine karşı tavır
ve tutumları, diğer taraftan da ashabın
faziletleri, onların İslâm'a hizmetleri bulunmaktadır. İslâm
Peygamberi'nin (sav) ve Müslümanların karşılaştıkları hâdiselerden söz eden
âyetler ise, bir yandan tarih şuuru ve bilgisi kazandırmakta, diğer yandan Müslümanların
Siyer ve Megâzî bilgileri sunmaktadır. Görüldüğü gibi, Siyer söz konusu
olduğunda en mühim ve ilk müracaat kaynağı şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zira
gerçekliklerinde şüpheye mahal olmayan türden olan Kur’ânî veriler yardımıyla
Hz. Muhammed (sav) hakkında, onun nasıl bir kişilik olduğu ve hasımlarıyla
nasıl mücadele ettiği hakkında doğrudan fikir sahibi olmamız mümkündür.[3]
Kur’ân gerek siyere, gerekse İslam
öncesi tarihe kaynak olduğu gibi, Hz. Peygamber’in (sav) vefasından sonra
ortaya çıkan bir kısım siyasî ve itikadî fırkaların kendi görüşlerini
temellendirmelerinde de en önemli referans kaynağı olmuştur. Öyle ki neredeyse
görüşlerini Kur’ân’a dayandırmayan hiçbir siyasî grup ve mezhep yoktur. Tabii
ki referansların büyük bir kısmı âyetlerin tevili veya yaşanan hadiseyle
dolaylı ilişki kurulması şeklindedir. Öyle ki siyasî şahıs ve gruplar politik
hedeflerine ulaşabilmek ve taraftarlarını kendi haklılıklarına inandırabilmek adına
bazen âyetleri kendi bağlamından koparmak suretiyle görüşlerini Kur’ân’a söyletmeye
çalışmışlardır. Bu tebliğde Müslümanların ilk siyasi ihtilâflarının
görünürleşmeye başladığı Hz. Osman dönemi ile Hz. Ali’nin halifeliği
esnasındaki grupların kendi hareketlerini Kur’ân ile temellendirmeleri
örneklerle ortaya konulmaya çalışılacaktır.
A.
Hz. Osman’ın Kanı Meselesi
Hz. Osman döneminde meydana gelen siyasî, içtimaî ve
dinî sâikler halîfe aleyhine faaliyetleri harekete geçirmiş, bunun üzerine
Basra, Kûfe ve Mısır’dan gelen
asiler yaklaşık 40 gün süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir.[4]
Bu olay, İslâm tarihinin önemli hadiselerinden, hatta dönüm noktalarından biri
olmuştur. Her şeyden önce Müslümanların halîfesi yine Müslümanlar tarafından
katledilmiştir. Bundan sonra İslâm toplumunu uzun süre meşgul edecek sancılı
bir dönem başlamıştır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra halîfeliğe gelişi esnasında Hz. Ali’nin karşılaştığı ilk siyasî
problem, Müslümanların tamamının biatını alamamış olmasıdır. Kendisi halîfelik görevini üstlendikten sonra biat
almak istemiş, bununla birlikte herhangi bir baskı da uygulamamıştır. Biat
etmeyen kişiler arasında halîfeyi en çok sıkıntıya sokanlar ise çekimser
kalanlardan ziyade, biatlarıyla Hz. Osman’ın kanını ilişkilendirenler,
başka bir ifadeyle biatlarını Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasına
bağlayanlardır. Bu gruplardan ilki Hz. Âişe-Hz. Talha ve
Hz. Zübeyr üçlüsünün önce Mekke, ardından da Basra merkezli oluşturdukları birlik (Cemel Ashâbı), diğeri de Muâviye’nin önderliğinde
toplanan ve “Osman’ın kanı”ndan başka bir söz bilmeyen ve bunu siyasî
malzeme olarak kullanan Şamlılar’dı.
Muâviye hem Kureyş, hem de diğer
Araplar’ın desteğiyle başlattığı siyasî hareketine Hz. Osman’ın kanı gibi masum bir gerekçeyi
hareket noktası yaptı. Kaldı ki, bu talep, halîfeye biattan kaçan diğer şahıs
ve grupların da yegâne gerekçesiydi. Muâviye’nin haklılığını ispat edebilmesi
ve daha çok taraftar kazanabilmesi için, halîfe katillerinin cezalandırılmasını
isteyen diğer gruplardan (özellikle Cemel Ashâbı) farklı bir iddiayı seslendirmesi
gerekiyordu ki, bu da onun kendisini Hz. Osman’ın velisi ilân etmesiyle sağlanmıştır.
Nitekim Muâviye, Hz. Osman’ın kanını talep ederken, aslında akrabalık hakkını
gözettiğini şu âyeti delil göstererek açıklamaya çalışmıştır: “Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere
öldürmeyin, kim haksız yere öldürürse onun velisine (hakkını alması için) yetki
verdik. Fakat o da aşırı gitmesin. Çünkü kendisine yardım edilmiştir”.[5] Katilin nasıl cezalandırılacağı hususu
hukukî bir meseledir. İslâm hukuku, cezanın uygulanma şeklindeki yetkiyi maktulün
en yakınlarına vermiştir. Bu durumda öldürülen halîfenin velileri, onun en
yakınları olan oğullarıdır. Bu nedenle Muâviye’nin kendisini halîfenin velisi
kabul etmesi hukukî açıdan tartışmalıdır. Nitekim onun Hz. Osman’ın katillerini
istemesi karşısında Hz. Ali’nin “Sen kim, Osman kim, Sen
Ümeyyeoğulları’ndan sadece bir kişisin. Bu
hususta Osman’ın çocukları senden önceliklidirler” cevabını vermesi[6],
Muâviye’nin hareketinin hukukî yönden problemli olduğunu ortaya koyar. Buradan
yola çıkarak, aslında onun, mücadelesini hukukî zeminden siyasî alana taşıma
niyetinde olduğunu söylemek mümkündür. Başka bir ifadeyle Muâviye hukukî bir
meseleyi mücadelesinin entrümanı haline getirmiştir. Zira Hz. Osman’ın
çocuklarının bulunduğu bir zamanda onun katillerinin cezalandırılmasını isteme
işinin Muâviye tarafından dile getirilmesi, ancak siyasî bir talep olarak
değerlendirilebilir.[7]
Muâviye’nin maktul halîfe adına
Hz. Ali’den talep ettiği kısas, İslâm
hukukundan ziyade câhiliye hukuna daha uygundur. Binaenaleyh kendisi Hz. Osman’ın kanını talep hususunda hukuk
değil, kabîle dayanışması, yani asabiyet doğrultusunda hareket etmiştir. Çünkü
asabiyetin en önemli tezahürlerinden olan kabîle intikamı, maktulün kanını
talep etme hususunda yakın akraba kadar bütün kabîleyi mesul tutuyordu. Bu
nedenle kabîleden öldürülen herhangi bir şahsın intikamını almak, öncelikle
temsil kabiliyeti ve gücü olan kabîle yöneticisinin sorumluluğundadır ki, tabiatıyla
bu görev o dönemde Ümeyyeliler’in büyüğü olan Muâviye’ye düşmektedir. Hasılı kabîle
geleneği (asabiyet) bu konuda ona yetki vermiştir.[8]
Nitekim Muâviye’nin bu iddia ile ortaya çıkışında Hz. Osman’ın oğulları
herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. [9]
B.
Sıffin Savaşı ve Tahkim
Hz. Osman’ın kanını talep ederek siyasî faaliyet
başlatan Cemel grubunu etkisiz hale getiren Hz. Ali, Muaviye’ye karşı attığı
bütün diplomatik adımlar sonuç vermeyince Şamlılar üzerine de askerî harekât
başlattı.[10] Hz. Ali’nin üzerlerine
gelmekte olduğu haberini alan Muaviye de Hicretin 36. yılı (M. 656) sonlarına
doğru Şam’dan Irak istikametine doğru yola çıktı.[11]
Iraklılar ve Şamlılar Hicretin 36 yılı Zilhicce’sinin
ilk günlerinde (Mayıs 656) Sıffin denilen yerde karşı karşıya geldiler. Hz. Ali
Şamlıları savaş meydanında da itaate davet etmek istedi. Bu amaçla Ebû Amr b.
Beşîr, Sa‘îd b. Kays ve Şebes b. Rib‘î’den oluşan bir heyeti karşı tarafa
gönderdi. Muaviye gelenlere, gerçek niyetinin maktul halîfenin kanını dava
etmek olduğu görüşünü tekrarladı. Şebes ise, onun asıl amacının Hz. Osman’ın kanı
değil, bunu kullanarak dünya menfaati elde etmek olduğunu söyledi. Bunun
üzerine taraflar arasında tartışmalar meydana geldi. Elçiler herhangi bir sonuç
alamadan geri döndüler.[12]
İlk görüşmelerden bir sonuç alınamayınca çarpışmalar
başladı ve Zilhicce ayı boyunca devam etti. Bu saldırılar daha çok rakibi
psikolojik olarak yıpratma amaçlı küçük hamleler şeklinde gerçekleştiriliyordu.
Zira her iki taraf barış umudu taşıyordu. Hicretin 37. yılının (M.657) Muharrem
ayının girmesi barış çabaları için bir fırsat oldu.[13] Hz.
Ali bundan istifadeyle Muaviye’ye yeni bir heyet göndermeye karar verdi.
Muaviye ikinci görüşmede de Hz. Osman’ın öldürülmesine yardımcı olan birine
itaat etmeyeceklerini, Hz. Ali’nin, selefini öldürmemiş olduğu iddiasını
reddetmediklerini, fakat onun halîfe katillerini barındırmaya devam ettiğini
söyledi. Bunun ardından da katiller kendilerine verilmedikçe Hz. Ali’nin itaat
çağrısına olumlu cevap vermeyeceğini bildirdi.[14]
Muharrem ayı boyunca gerçekleşen görüşmelerden savaşı
bitirecek bir anlaşma çıkmadı. Bu sebeple Safer ayının ilk günü taraflar tekrar
savaşa başladılar.[15]
Çarpışmalar aralıksız devam ederken, Hz. Ali savaşın böyle sürüp gidemeyeceğini
düşünerek nihaî saldırı emrini verdi.[16]
Şiddetli hücum esnasında Irak ordusunun sembol şahsiyetlerinde Ammâr b. Yâsir
şehit oldu. Hz. Peygamber’in (sav), Medine Mescidi’nin inşası esnasında “Ammâr’ı
isyancı bir topluluk öldürecektir”[17] sözü
bilindiği için, bu hadise her iki tarafta da derin tesirler meydana getirdi.
Onun kendileri tarafından öldürülmüş olmasından dolayı Şamlılar endişeye
kapıldılar.[18] Ammâr b. Yâsir’in
öldürülmesi Muaviye ordusu içerisinde büyük korku ve panik meydana getirdi.
Onlar ölüme sebep olmakla kendilerinin âsî topluluk olduğunu düşünmeye
başladılar.[19] Bu hadise Hz. Ali ordusunda
ise olumlu tesir icra etti. Iraklı askerler kendilerinin hak üzere olduklarını
düşünerek daha güvenle savaştılar.[20]
Belki de bu nedenle Ammâr’ın şehit olması, savaşın dengesini bozan ve
Iraklıları galibiyete doğru götüren en önemli moral unsur olarak
gösterilebilir. Gerçekten de bundan sonra Iraklılar Şamlıları bulundukları
hattın gerisine çekilmeye zorlamışlardır. Nihayet öncü kuvvetler karşılarına
çıkan tüm Şam birliklerini mağlup ederek Muaviye’nin çadırının yakınlarına
kadar ulaşmışlardır. Bu esnada Şam karargâhına iyice yaklaşan Hz. Ali,
Muaviye’yi mübarezeye davet etmiş, ancak Muaviye onun meydan okumasına cevap
verememiştir.[21]
Sıffin savaşı Iraklılar’ın son büyük saldırısı ile Şam
ordusunun hezimetiyle sonuçlanmak üzereyken Muaviye’nin siyasî ortağı Amr b.
el-Âs şöyle bir teklifte bulunmuştu:
“Bizi dağınık halden birleşmeye, Iraklıları da
birleşik halden dağınıklığa çevirecek bir şey biliyorum. Bu da mushafları
kaldırıp, onları Kur’ân’ın hakemliğine çağırmaktır. Iraklılar’dan bazıları bu
çağrımıza cevap verirler, bazıları da karşı çıkarlar, böylece aralarında bir
ihtilâf çıkmış olur. Şayet sulh isteyenlerin fikri kabul görürse, biz de savaşı
belli bir zamana kadar ertelemiş ve helâkten kurtulmuş oluruz. Eğer onlardan
bir kısmı sulh çağrımıza cevap vermeyip saldırıya devam ederlerse, o zaman
bölünmüş oldukları için, biz onlara rahat bir şekilde karşılık veririz. Böylece
onlar çözülür ve güçleri kaybolmuş olur”.[22]
Muaviye’nin emriyle Şamlılar ellerinde bulunan
Mushafları kaldırmak suretiyle muhataplarını Allah’ın kitabının hakemliğine
başvurmaya çağırdılar.[23]
Diğer taraftan Muaviye’nin görevlendirdiği İbn Hind isimli şahıs da sürekli
olarak “Ey iman edenler! Allah'a
itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin.
Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten
inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların talimatına göre
halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir”[24]
âyetiyle çağrılarına Kur’ân’dan delil getiriyor, ardından da “Görmüyor
musun, kedilerine kitaptan bir pay verilenleri, aralarında hüküm versin diye
Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da sonra onlardan bir grup, yüz çevirerek
dönüyor”[25] ve “Onlar, aralarında hüküm vermesi için
Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz
çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Rasûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine
ise, ona boyun eğip gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde
midirler, yahut Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden
mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! Aralarında hüküm vermesi
için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak
"İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa
erenlerdir” [26] âyetlerini okuyarak muhataplarını bu çağrıya katılmadıkları
takdirde Kur’ân’ın emrine karşı çıkmakla korkutuyordu.[27]
Amr b. el-Âs’ın tahkim çağrısı Hz. Ali ordusunun birbirine
düşmesine sebep oldu. Nitekim onlardan bir kısmı davete derhal icabet edilmesi
gerektiğini söylerken başka bir kısmı ise bunun Şamlılar tarafından tertip
edilen bir oyun olduğunu, dolayısıyla bu çağrının dikkate alınmaması
gerektiğini ileri sürdüler.[28] Hz.
Ali, Şamlılar’ın teklifine olumlu bakan taraftarlarına; Muaviye, Amr, Habîb b.
Mesleme, Dahhâk b. Kays gibilerin din ve Kur’ân ehli olmadıklarını, onların
asıl amacının Kitab’a baş vurmak değil, kendilerine hile yapmak ve
bütünlüklerini bozmak olduğunu söyledi.[29]
Fakat ordusu içindeki tahkim taraftarları onun nasihatlerini dikkate
almadıkları gibi, şayet teklife karşı çıkarsa ordudan ayrılmak, onu Şamlılara
teslim etmek, hatta öldürmekle tehdit ettiler. Halîfe, askerlerinin çoğunluğunu
teşkil ettikleri anlaşılan tahkim taraftarlarına daha fazla direnemedi.[30]
Irak ordusundaki Yemenliler’in halîfeye
baskısı neticesinde imzalanan tahkim metnini Kinde reisi Eş‘as b. Kays’ın kabîleler
arasında dolaştırmasına en fazla tepki Güney Arapları’nın rakibi olan Mudarlı Temîm kabîlesi taraftarlarınca gösterilmiştir.
Nitekim onlar arasından Urve b. Üdeyye tahkimnameyi elinde gezdiren Eş‘as’a “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek
saldırıp kendisini öldürmek istemiştir. Bu sloganın ilk defa başkaları tarafından da kullanıldığına
dair rivayetler bulunmaktadır. Yaklaşık olarak aynı zamanlara
tarihlendirilebilecek bu rivayetlerde ele alınan gelişmelerden sonra da bu
sloganın anlamına benzer yaklaşımlar ileri sürülmeye başlanmıştır. Söz konusu
sloganın dayandığı âyetler şunlardır:
“Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir
şeyin hükmü Allah'a aittir. İşte bu, Rabbim Allah'tır. Yalnız O'na tevekkül
ettim ve ancak O'na yöneliyorum.”[31]
“De
ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge üzereyim. Siz ise onu
yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca
Allah'a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en
hayırlısıdır.”[32]
“Sonra hepsi, gerçek sahipleri Allah'a
döndürülürler. İyi bilin ki hüküm yalnız O'nundur. O, hesap görenlerin en
çabuğudur.”[33]
“Onlar hâlâ cahiliye devrinin hükmünü mü
istiyorlar? Kesin olarak inanacak bir toplum için, kimin hükmü Allah'ınkinden
daha güzeldir?”[34]
C. Hz. Ali’nin
Hâricîlerle Mücadelesi
Amr b. el-Âs’ın, tahkim çağrısından önce plânladığı
Hz. Ali tarafını ihtilâfa düşürme taktiği, sadece Sıffin savaşı sonucunda
değil, tahkimnâmenin yazılmasından sonra da etkisini devam ettirmiştir. Öyle
ki, Sıffin’de savaşı bırakıp bırakmama konusunda ihtilâfa düşen Iraklılar, bu
sefer tahkim konusunda ikiye bölündüler. Onlardan bir kısmı imzalanan anlaşmayı
memnuniyetle karşılarken, azımsanmayacak bir topluluk ise tahkime razı olmakla
tarafların dinden sapmış olduklarını dillendirmeye başladılar. Halife
muhalifleri Kur’ân’da açık hüküm varken Allah’ın dini hususunda insanların
hakem yapılmasını kabul etmemişler ve “Allah’tan başka hüküm verici yoktur”
sözünü slogan edinmişlerdir.[35]
Hz. Ali, Sıffin’den ayrıldıktan sonra
da, ordusu içindeki ihtilâflar en üst düzeye çıktı. O kadar ki, tahkimin
kabulünü isteyenlerle buna karşı çıkanlar arasında sert diyaloglar meydana
geldi. Dönüş
yolunda daha da şiddetlenen bu tartışmalar sonucunda yaklaşık 12 bin kişilik
grup halîfeye isyan ederek Harûra denilen mevkie çekildiler.[36] Bunlar Hz. Ali’yi tahkime razı olduğu için protesto
ediyorlar, yaptığı anlaşmadan vazgeçerek hep birlikte tekrar Şamlılar üzerine
yürümeye çağırıyorlardı.[37] Ancak Hz.
Ali “Ey iman edenler! Akitleri(n gereğini)
yerine getiriniz” [38] ile "Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine
getirin ve Allah'ı üzerinize şahit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri
bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir” [39] âyetlerini
delil göstererek, verdiği sözden geri
dönemeyeceğini açıkladı.[40]
Görüldüğü gibi bu mesele sadece Sıffin savaşında Hz. Ali ordusunun
bölünmesi sonucunu getirmemiş, etkileri asırlarca sürecek olan siyasî ve
itikadî bir fırka olan Hâricîlerin ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır. Bu
sebeple Hâricîlik akımının fiilen ortaya çıkışını sağlayan en önemli amilin
tahkim olduğu ileri sürülebilir.[41]
Irak
ordusunu terk ederek Harûra’ya çekilen ayrılıkçı topluluk Şebes b. Rib‘î’yi
ordu komutanı, Abdullah b. el-Kevvâ’yı da namaz imamı
olarak seçtiler. Hz. Ali, topluluktan ayrılan
bu grubu ikna etmesi için Abdullah b. Abbâs’ı görevlendirdi. Abdullah b. Abbâs
kendileriyle yaptığı görüşmelerden bir netice elde edemedi.[42] Bunun
üzerine Hz. Ali bizzat giderek onların reisi Abdullah b. Kevvâ ile görüştü.
Onlara kendilerinden ayrılma sebebini sordu. İbn Kevvâ hakeme gidilmesinden
dolayı böyle davrandıklarını söyledi. Bunun üzerine Hz. Ali, hakeme kendi
taraftarlarının aşırı talep ve baskıları sebebiyle razı olduğunu, bu
iki hakeme Kur’an’ın hükümlerine tabi olmaları şartıyla itibar
edeceğini, aksi takdirde onlara uyulmayacağını bildirdi. En doğrusunun hakemlerin
kararını beklemek olduğunu, alınacak sonuca göre hareket edeceklerini
bildirerek onları tekrar birliğe katılmaya davet etti. Bunun üzerine
Harûrîlerin çoğunluğu Kûfe’ye döndüler.[43]
Ancak onlar burada da halîfeye karşı sert muhalefetlerini devam ettirdiler.[44]
Hareketlerini geliştirebilmek amacıyla kendilerine Abdullah
b. Vehb er-Râsibî’yi lider seçtiler. Reisleri Abdullah “Ey Dâvûd! Biz seni
yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve
hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın
yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır” .[45] “Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin
ta kendileridir” [46] âyetleriyle arkadaşlarını harekete geçmeye davet etti. Aynı anda
Basra’daki yandaşlarına da haber gönderip onları da harekete katılmaya
çağırdılar. Daha sonra gizlice
Kûfe’yi terk ederek önce Medâin, daha sonra da Nehrevan’a ulaştılar. (H.Şevval 37/M.22 Mart 658).[47]
Hâricîlerin
organize bir şekilde Kûfe ve Basra’dan ayrılmalarının hemen ardından hakem
olayı gerçekleşti. Bunun üzerine Hz. Ali, Nehrevan’dan toplanmış olan
Hâricîlere bir mektup yazarak onlara hakemlerin Allah’ın Kitabı’na aykırı
hareket ettikleri için tekrar savaş durumuna dönüldüğünü, bu sebeple Kûfe’ye
dönüp kendisine katılmalarını istedi. Ancak Hâricîler halîfenin
çağrısına olumlu cevap vermediler.[48] Hz.
Ali buna rağmen onlara karşı askerî harekât düşünmüyordu. Zira onun asıl hedefi
kendisine karşı isyanı sürdüren, üstelik hakem olayı sonrasında Şamlılardan
biat alarak kendisini halîfe ilan eden Muaviye üzerine yürümekti. Hz. Ali bu
amaçla Basra, Kûfe,
Medâin gibi şehirlerden asker toplamaya başladı.[49]
Şam
seferi için hazırlıklarını tamamlayan halîfe, hareket etmek üzereyken
Hâricîlerin halka baskı yaptıkları hatta cinayet işledikleri haberlerini almaya
başladı. Son olarak Nehrevân’daki Hâricîlerin ashâb çocuklarından Abdullah
b. Habbâb’ı yanında çocuğu ve hamile hanımı ile
birlikte katlettikleri bilgisi ulaştı. Hz. Ali durumu tetkik etmek
amacıyla Hâris b. Mürre el-Abdî’yi olay yerine gönderdi. Fakat Hâricîler onu da
öldürdüler. Bunun üzerine Hz. Ali emniyet sağlanmadan bölgeyi terk etmenin
doğru olmayacağı düşüncesiyle Şam seferini erteleyerek önce Hâricîler üzerine
yürümeye karar verdi.[50]
Kûfe’den
Nehrevân’a gelen halîfe Hâricîleri önce müzakereler yoluyla ikna etmeye
çalıştı. Bunun için onlara Kays b. Sa‘d b. Ubâde ile Ebû Eyyûb
el-Ensârî’yî göndererek itaata çağırdı ve öldürülmüş olanların
sorumlularının kendisine teslimini istedi. Ancak Hâricîler onları hep birlikte
öldürdüklerini bildirerek katillerin teslimini reddettiler. Gönderilen
elçilerin herhangi bir sonuç elde edemeden dönmelerinden sonra bizzat Hz. Ali
yanlarına giderek onları iknaya çalıştı. Fakat o da muhataplarını ikna edemedi.
Bütün girişimlerinden sonuç alamayan halîfe çaresiz olarak savaş hazırlıklarına
girişti. Çarpışmalar başlamadan önce son kez bir çağrı yaparak
savaştan vazgeçenlere herhangi bir takibatın yapılmayacağı vadinde bulundu.
Bunun üzerine yaklaşık 4-5 bin kişilik Hâricî grup arkadaşlarından
ayrılarak savaş meydanını terk ettiler.[51]
Nehrevan’da saldırıyı ilk olarak Hâricîler başlattılar. Hz.
Ali de askerlerine hücum emrini verdi. 9
Safer 38 tarihinde (M.17 Temmuz 658) meydana Nehrevan savaşında Abdullah
b. Vehb, Hurkus b. Züheyr, Abdullah b. Şecere ve Şureyh b.
Evfâ gibi reisler başta olmak üzere Hâricîlerin çoğu öldürüldü.[52]
Hz. Ali ile Haricîler arasında meydana gelen Nehrevân’daki çatışmadan sonra, savaş
alanından ayrılan, Ebû Eyyûb’un bayrağına sığınan ve Kûfe’de kalanlardan bir grup Nuhayle’de toplandı. Onlar, arkadaşlarını
yalnız bıraktıkları için üzülüyorlardı. Onlar arasında bulunan Müstevrid, bir konuşma yaparak Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer dönemlerini övmüş, sonrasını ise eleştirip
ardından “Müminlerden özür sahibi olmaksızın (cihattan geri kalıp) oturanlarla,
Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat edenler eşit olamazlar. Allah,
mallarıyla, canlarıyla cihat edenleri, derece itibariyle, cihattan geri
kalanlardan üstün kılmıştır. Gerçi Allah (müminlerin) hepsine de en güzel olanı
(cenneti) vadetmiştir. Ama mücahitleri büyük bir mükâfat ile kendi katından
dereceler, bağışlanma ve rahmet ile cihattan geri kalanlara üstün kılmıştır.
Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”[53] âyetini
okuyarak onları yeniden cihada davet etmiştir.
[54]
SONUÇ
Kur’an, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra
gerçekleşen siyasi hadiselerde kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı
olarak referans olarak gösterilmiş, bilhassa fitne dönemi olarak adlandırılan
Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci dönemi ile Hz. Ali’nin halifeliğinin tamamı
sürecindeki siyasi hadiselerde gerek Hz. Ali, gerekse onun muhalifleri olan
Şamlılar ile Hariciler Kur’ân ayetlerini gerek taraftarlarını tahkim, gerekse
muhaliflerini ilzam için kullanmışlardır. Savaşan tarafların Müslüman olmaları
da sanki bunu kendileri için zorunlu hale getirmiştir.
İslâm tarihi boyunca şiddeti bir yöntem olarak
benimseyen ya da şiddete meyyal oluşumların referans olarak kullandıkları âyetleri
dikkate aldığımızda yaklaşımlarında bir paralellik olduğunu söylemek mümkündür.
Bunun sebebinin nassın kendisinde değil, bilakis nassa yaklaşım ve onu okuma
anlayışında aranması gerekir. Zira İslâm dünyasının kahir ekseriyeti
referansları anlamlandırma hususunda aynı yaklaşıma sahip değildir. Eğer farklı
bir yaklaşımla karşı karşıyaysak, bunun sebebini doğrudan doğruya nasta aramak
yerine, nassı yorumlayanların zihniyetinden başlamak üzere başka sebepleri de
dikkate alarak çözümlemek daha sağlıklı bir yaklaşım olur.
[2] Sıddıkî, Mazharuddin, Kur’ân’da Tarih Kavramı, (çev.
Süleyman Kalkan), İstanbul 1990, s. 75-97; Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991,
s. 153; Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Ankara 1994, s. 98-112.
[4] İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), III, 73-73; İbn Kuteybe, el-İmâme
ve’s-Siyâse, (thk. Tâhâ Muhammed
Zeynî), I-II, Kâhire 1967, I, 45;
Taberî,
Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), IV, 391-394;
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX,
Beyrut 1986, III, 90; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr),
VII, 185-189.
[6] Minkarî, Vak‘atu
Sıffin,
(thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn),
Beyrut, 1990, s.
58; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 92.
[9] Bu konuda ayrıca bk. Ayar, Kenan, Sahâbe Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın
Rolü, Ankara 2014, s. 178-203.
[10] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts.
(Dâru’l-Erkam), s. 154-157; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir
Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 78; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 104-105.
[11] İbn Kuteybe, el-İmâme,
I, 92-93; Taberî, Tarih, IV, 563;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 100-101; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 142; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 256.
[12] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 187-188;
Taberî, Tarih, IV, 573-574;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 146; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 257.
[13] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 195-196;
Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 160; Taberî, Tarih, IV, 575; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 104, 117.
[14] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 197-200;
Taberî, Tarih, V, 5-6; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 147-148; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 258-259.
[15] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 202-332;
Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 161-172; Taberî, Tarih, V, 10; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 117;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 149; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 261.
[17] Müslim, Kitabu’l-Fiten 72, 73;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 157; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 263-267.
[18] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 340;
Taberî, Tarih, V, 41; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 391; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 119; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 158; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 269-270.
[20] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 427-437;
İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 95;
Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 396;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 119.
[21] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 274-276, 387-388; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 95, 110-111; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s.
170-171, 173-174; Taberî, Tarih, V,
42; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,
396-397; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 120; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
158.
[22] İbn Sa‘d, et-Tabakât,
III, 31-32; İbn Kuteybe, el-İmâme, I,
101-102; Taberî, Tarih, V, 48;
Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 400;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 120-121;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,160-161; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 273.
[23] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 478,
481-484; Taberî, Tarih, V, 48;
Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 400;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 160-161.
[28] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 484-485,
489-490; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV,
255-256; İbn Kuteybe, el-İmâme, I,
104; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s.
174; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,
405.
[29] Minkarî, Vak‘atu
Sıffin, s. 489; Ya‘kûbî, Tarih,
II, 188-189; Taberî, Tarih, V, 48-49;
Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 401;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 121;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,161; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 273-274.
[30] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 188-189; Taberî, Tarih, V, 49;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 161; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VII, 274. Hz.
Ali’yi tahkimi kabule zorlayanlar ve özellikleri hakkında bk. Demircan, Adnan,
“Ali b. Ebî Tâlib’i Tahkimi Kabule Zorlayanlar Üzerine”, İSTEM, yıl.3, sy. 6, Konya 2005, s.
51-58.
[34] Mâide
5/50. Bu konuda bk, Ayar, Kenan, Sahabe
Dönemi Siyasi Olaylarında Kur’an’ın Rolü, s. 249-311.
[35] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 512- 514; Taberî, Tarih, V, 57; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,405; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 165; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 285.
[36] Taberî, Tarih,
V, 57, 63; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,
405-406; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
165-166; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII,
279.
[37] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 514; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 123-124; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 166.
[40] Minkarî, Vak‘atü Sıffin, s. 517-518;
Taberî, Tarih, V, 64-67, 72-73;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V,
129-130; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
169.
[41] Fığlalı, E. Ruhi, “Mezheplerin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâmî İlimler Enstitüsü Dergisi, Ankara
1980, sy. IV, s. 13; Fığlalı, Hâricîliğin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler, AÜİFD, XX, 247; Fığlalı, İbâdiye’nin
Doğuşu ve Görüşleri, s. 53-54; Hizmetli, Sabri, İtikadî Mezheplerin Doğuşuna
İctimâî Hadiselerin Tesirleri Üzerine Bir Deneme, AÜİFD, Ankara 1983, sy. XXVI, s. 665; Demircan, Adnan, Hâricîlerin Siyasî Faaliyetleri, İstanbul
1996, s. 57-105.
[43] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 32; Taberî, Tarih,
V, 66; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
166. Hz. Ali’nin Tahkim sonrası Hâricîlerle ilişkileri hakkında geniş bilgi
için bk. Demircan, Adnan, Hâricîlerin
Siyasî Faaliyetleri, s. 102-105.
[47] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 121-123; Taberî, Tarih, V, 74-77; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 285-287,
[48] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.
189-190; Taberî, Tarih, V, 77-78; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 169-171.
[49] Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 190;
Taberî, Tarih, V, 78-80;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V,
130-132; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III,
171-172.
[50] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 126; Dineverî, el-Ahbârut’t-Tıvâl,s. 190; Taberî, Tarih, V, 80-82; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II,415; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 132-133; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 172-173; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VII, 288.
[51] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 32; Dineverî,
el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 190-193; Taberî, Tarih, V, 83-86;
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 134; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 173-174; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 289.
[52] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 128-129; Taberî, Tarih, V, 86-88; Mesûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
II, 416-417; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 174-176; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 289. Nehrevan savaşı ile ilgili
olarak bk. Demircan, Adnan, Hâricîlerin
Siyasî Faaliyetleri, s. 105-117.
0 yorum:
Yorum Gönder