Edip Akyol
Giriş
Her devletin tarihte oynadığı bir rol vardır. Yaşadıkları, hüküm
sürdükleri zaman ve coğrafyada az veya çok tarihin oluşumuna tesir etmiş ve bu
çerçevede de tarihe mâl olmuşlardır. Bizim bu araştırmamızda ele alıp incelediğimiz
bu devletlerden birisi Büveyhîler diğeri de Selçuklulardır.
Büveyhîler, Abbasileri hegemonyaları altına almaları, halifeleri bir
kukla gibi istedikleri şekilde hareket ettirmeleri ve Sünni Müslümanlara baskı
uygulayıp hilafeti Fatımîlere devretmeye çalışmış olmalarından dolayı; Abbasi
imparatorluğunda açılmış bir kara sayfa olarak gösterilir. Bu durum siyasî ve
askerî yön itibarı ile olağan görülebilir. Ancak Büveyhîler dönemi, bilim ve
kültür açısından düşündüğümüz zaman özellikle de İslâm Medeniyeti açısından hiç
de küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Nitekim bazı tarihçiler bu dönemi
İslâm’ın Rönesans’ı olarak nitelendirmektedir.
Selçuklular ise, İslâm Tarihi’nde yeni bir dönem başlatmış, İslâmiyet’i
Araplardan ve İranlılardan sonra kabul etmelerine rağmen Müslümanların ve
halifelerin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. İslâm Medeniyeti açısından da yeni
bir sentez olarak Türk İslam Medeniyetini oluşturmaya başlamışlardır. Bu
yönüyle Selçuklular, hem İslâm Tarihi hem de Dünya Tarihi açısından önemli bir
yere sahip olmuştur.
Selçuklu - Büveyhî ilişkisini
incelerken, bunların Abbasiler ile olan ilişkilerini de ele almayı bir zarûret
olarak gördük. Çünkü Büveyhîlerin Selçuklular ile karşı karşıya gelmeleri,
Büveyhîlerin Abbasi Halifeleri ile olan münasebetleri ve bu münasebetlerin
sonucu olarak Abbasi Halifesi’nin Selçuklulara yaklaşması ve onların Bağdat’a
gelmeleri için gerekli zemini hazırlaması etkili olmuştur.
Selçukluların Hilafet İle İlk Temasları
Abbasî Hilafeti ile Büyük
Selçuklular arasındaki ilk münasebet Nişabur’un işgali ile Selçuklu Devleti’nin
429/1038’de muvakkat olarak kurulmasını müteakip başladı.[1] Abbasî
halifesi Kâim Bi-Emrillah Tuğrul Bey ve Çağrı Bey ile bu arada Rey, Hemedân ve
diğer Cibâl şehirlerine akınlar yapan Oğuz liderlerine gönderdiği ayrı ayrı
elçilerle, yağma, öldürme ve tahripten vazgeçerek imara girişmelerini istedi. Halifelikten
gelen bu isteğin mana ve önemini takdir eden Tuğrul Bey, Halifelik elçisine
gerekli hürmeti gösterdiği gibi, bu fırsattan faydalanarak kendisi de, bütün Selçuklu
ailesi ve Oğuzlar adına Halife’ye bir elçi gönderdi ve Gazne hükümdarı Mes’ud’un,
halka karşı hükümdarlık vecibelerini gereği gibi yerine getirmediği için
idareyi ele aldıklarını ve “memleketi
muhafaza hususunda halifenin kölesi” bulunduklarını bildirdi.[2]
431/1040 yılında meydana gelen
(Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşuna temel olan ve Selçuklular’ın
bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlayan) Dandanakan savaşında Gazneliler’i
mağlup ettikten[3] sonra Selçuklular, Abbasî
Halifesi Kâim Bi-Emrillah’a itaat etmeye karar vermeleri sonucunda, Halife de Tuğrul
Bey’i Bağdat’a davet ederek ona hil’at ve taç giydirmiştir.[4] Yapılan
bu merasim Halife’nin Selçuklular’ı tanıdığını ve onları Müslümanların ve
Hilafet’in hâmileri olarak kabul ettiğinin göstergesi oluyordu. Böylece Abbasî-Selçuklu
ilişkileri ilk defa, Selçukluların Tuğrul Bey’in önderliğinde Gazneliler’e
karşı kısmen de olsa istiklallerini kazanmaları ve daha etkin bir güç haline
gelmeleri ile başlamış oluyordu.
Selçuklular, Abbasî halifesi ile
diplomatik ilişki kurmakla itibar kazanmayı isterken, Abbasî halifesi Kâim
Bi-Emrillah da Selçuklular ile ilişki kurup onlardan Büveyhîler’e karşı yardım
talep etmeyi hedefliyordu.
Sultan Tuğrul Bey ve Büveyhiler ile İlişkiler
Sultan Tuğrul Bey Nişâbur’da tahta
çıktıktan, siyasi değişiklik sebebiyle bozulan düzen ve teşkilatı yeniden
düzenledikten sonra fetihlere girişmiştir. Bu hareket sırasında önce Taberistan
ve Cürcân bölgelerini ve buradaki mahalli hanedan Ziyâriler ve Bavendiler’i kendine
tabi kıldı (433/1041–42). Ertesi yıl İbrahim Yınal Rey şehrini ele geçirmiş,
Hemedân’ı Kâküye hanedanının elinden almıştı. Rey’e gelen Sultan Tuğrul Bey,
burasını Selçuklu Devletinin başkenti yaparak şehrin imarını emretti. Bundan
sonra Tuğrul Bey ile Selçuklu şehzadeleri İbrahim Yınal, Kutalmış, Kavurd ve Yâkûtî
süratle İran’ın öteki şehir ve bölgelerini ele geçirdiler.[5]
Anadolu’ya ilk Türk akınları, Türkmenlerin
burayı kendilerine yurt yapmak istemeleri sonucu başlamıştı. Selçuklu Devleti
kurulduktan sonra sultanların kendi devletleri içindeki Müslüman halk ve
ülkeleri istila ve asayişsizlikten korumak maksadıyla kesif Türkmen göçünü
Anadolu’ya sevk etmeleri de bu gazaların diğer bir sebebiydi. Anadolu’ya Türk
akınları Çağrı Bey’in meşhur keşif akını ile başlamıştı. Bundan sonra Selçuklulara
tâbi olmak istemeyen Türkmen reislerinin idaresindeki akınlar Güneydoğu Anadolu
bölgesine kadar uzanmıştı. Bu olayı duyan Tuğrul Bey, Türkmenlerin İslam
ülkelerine hücumdan vazgeçmeleri konusunda bir talimat gönderdi. Türkmenler,
neticede Selçuklu Devleti’nin emrine girmeye mecbur kalmış ve Tuğrul Bey’in
buyruğuna uyarak bundan sonra Anadolu’daki Bizans arazisine yapılan hemen hemen
bütün akınlara katılmışlardı.[6] Böylece
Tuğrul Bey Türkmen akınlarını Anadolu’ya kanalize etmek suretiyle, bu
toprakların ebedi bir Türk yurdu olmasına katkı sağlamıştır.[7]
Çoğunlukla kendi şeflerinin sevk ve
idaresinde Oğuz kabilelerinin, Güneydoğu Anadolu’da hâkim Mervanoğulları ve
el-Cezire’de hâkim Ukayloğulları Devleti arazisini istila ve yağma etmeleri,
Tuğrul Bey’in vazifelendirdiği İbrahim Yınal’ın, Yâkûtî’nin ve Kutalmış’ın
Kuzeybatı İran’da, özellikle Irak’ı Acem’de mahalli şehir devletleri arazisini
muntazam ordularla, bir plan dâhilinde fethetmeleri bir tarafa bırakılacak
olursa, devlet merkezini doğu İran’daki Nişabur şehrinden, İbrahim Yınal’ın
fethettiği Rey şehrine nakleden (434/1043) Tuğrul Bey’in münasebete giriştiği
ilk müstakil devlet, Büveyhoğulları Devleti’dir.[8]
Selçuklular Dandanakan savaşından
(431/1040) sonra toplanan kurultayda o zamana kadar ele geçirilmiş ve ileride
ele geçirilecek topraklarını hânedan üyeleri arasında paylaştırmışlardı.[9]
Gazneliler’in Dandanakan’da
yenilmesinden sonra Selçuklu akıncıları, güneye doğru inmeye başladılar. Bu
sırada Kirman, Büveyhîler’den İmâdeddin Ebû Kâlicar Merzuban (415-440/1024-1048)’ın
idaresinde idi. Tuğrul Bey Rey şehrine girdikten sonra (435/1043) askerlerinden
bir kısmı, muhtemelen, Kirman’a gelerek burayı önce yağmalamış, sonra da bazı
bölgelere sahip olmuşlardı. Bu durumu öğrenen Büveyhî emiri İmadeddin Ebû
Kâlicar, kalabalık bir orduyu Ciruft kalesi yakınlarında bulunan Oğuzlar
üzerine gönderdi. İki taraf arasında yapılan şiddetli savaşı Büveyhîler
kazanarak Kirman’da bozulan düzeni yeniden sağladılar. Böylece Kirman bölgesi
birkaç yıl daha Büveyhîler’in idaresinde kaldı.[10]
Selçuklu - Büveyhî Arasındaki Ilımlı İlişkiler
Bu
yıl (435/1043) içerisinde Isfahan da fethedildi.[11]
Durum böyle olunca, Selçuklu Devleti’nin sınırları Büveyhî Devleti’nin sınırları
ile birleşti. Tuğrul Bey gibi azim sahibi bir fatihin ülkesinin sınırlarının
başka bir ülkeyle bitişmiş olması demek, er geç bu ülkenin de sonunun gelmiş
olması demekti. Büveyhoğulları, geleceğin kendilerine neler getireceğini
sezmekte gecikmediler. Halife Kâim Bi-Emrillah’a sığındılar. Halife de duruma
müdahale etti. Bütün İslam ülkelerinin Kâdi’l- Kudât’ı Ebû’l Hasan Ali b.
Muhammed b. Hâbib el-Maverdî’yi elçi veya temsilci olarak Tuğrul Bey’e
gönderdi. Bu zât, Tuğrul Bey ile Büveyhoğulları arasında tasavvutta bulunacak,
münasebetlerini tanzim edecek, sulh ve anlaşmalarını temin edecekti.[12]
Böylece Büveyhoğulları hükümdarı Ebû
Kâlicar Şiraz şehri etrafına sur inşa ettirmek suretiyle müdafaa tedbirlerine
başvurmasına rağmen, Selçuklu Devleti’nin arz ettiği tehlikeyi çabucak idrak
eden Ebû Kâlicar, Tuğrul Bey ile sulh yoluna girmiştir. Teklifi kabul eden
Tuğrul Bey kardeşi İbrahim Yınal’a, Büveyhoğulları arazisine girmemesini
emretti.[13] Ancak gelişmelere
baktığımızda bu barışın uzun süre devam ettiğini söylemek mümkün değildir.
İki devlet arasında bir yığın, küçük
beylikler “Mülûku’t-Tavâif” vardı. Bunlar bir o tarafı, bir bu tarafı tutuyorlardı.
Nihayet bu beylikler, iki kuvvetli devletin birbiri ile çatışmalarına sebep
oldular.[14]
Selçuklu - Büveyhî Arasındaki Ilımlı Münasebetin
Pekiştirilmesi
Arka arkaya meydana gelen bu hâdiselerin
neticesinde iki komşu ve kuvvetli devlet arasında savaş çıkma ihtimali gittikçe
yükseliyordu. Sınır boyunca bulunan küçük hükümetlerin bir gün bu tarafa diğer
gün öbür tarafa yaklaşmaları, iki devletin arasını bozmak için kâfiydi.[15] Bu
arada Ebû Kâlicar daha akıllıca bir politika takip ederek Selçuklu rakibiyle
bir barış anlaşması yapmak üzere görüşmelere başladı.[16] İlk
önce Ebû Kâlicar 439/1047’de Tuğrul Bey’e bir elçi göndererek barışın mümkün
olup olmadığını yokladı. Aralarındaki ihtilafların barış yoluyla
halledilebileceğinden bahsetti. Bunun üzerine Tuğrul Bey de kardeşi ve ordu komutanı
bulunan İbrahim Yınal’a haber göndererek “Eline geçirmiş olduğu yerleri
muhafaza etmesini ve diğer yerlere ilişmemesini” bildirdi.[17]
İki tarafın barışı devam ettirmeleri
için başka çareler de düşünüldü. Ebû Kâlicar, iki komşu arasında akrabalık
kurulması için teşebbüse geçti. Kendi kızını Tuğrul Bey’e vermeyi, Çağrı Bey’in
kızını da oğlu Ebû Mansur Fulad Sütun ile evlenmesi kararlaştırıldı. (439/1047)[18]
Ancak bu barış, bir süreden beri
imparatorluğun siyasi hayatında önemli bir rol oynayan Kirman bölgesinde
bozuldu.[19] Kavurd, emrindeki beş
altı bin Türk süvariyle kendisine ayrılmış olan Kirman bölgesine girdi. Türklerin
geldiğini haber alan Büveyhî emirinin, Kirman’daki naibi komutan Behram b.
Leşker-Sitân, karşı koyamayacağını anlayınca, Kirman’ın merkezi Berdesir’e
çekilerek savunmaya başladı. Türk askerlerinin okları karşısında güç durumda
kalan Behram, Şiraz’da bulunan Ebû Kâlicar’dan yardım istemek zorunda kaldı.
Behram eman dileyerek şehri teslim etmeye ve kızını da Kavurd’a vermeye razı
oldu.[20]
Bu sırada yardım isteğini haber alan
Ebû Kâlicar, topladığı bir orduyla Şiraz’a hareket etmiş, ancak Hennab
kasabasına vardığı zaman ölmüştür. Onun ölümünden sonra beraberinde getirdiği
ordu, Türk saldırısı ve Kavurd’un büyüklüğü karşısında mücadeleyi göze
almayarak tekrar Fars’a döndü. Böylece 440/1048 yılında Kuzey Kirman (serd-sir)
Selçukluların eline geçmiş oluyordu.[21]
Artık esası bu bölge olmak üzere, daha sonra buna katılacak olan Fars eyaleti
ve umman bölgeleri Kirman Selçukluları topraklarını oluşturacak ve 583/1187’ye
kadar Kavurd’un soyundan gelecek olan meliklerin elinde bulunacaktı.[22]
Kavurd, Büveyhîler’in elindeki
Umman’a Selçuklu tarihinin ilk deniz aşırı seferini gerçekleştirerek sahip
oldu. Umman’ı Kirman’ın batısında merkezi Şiraz olan Fars eyaletinin alınması
takip etti (454/1062).[23]
Ebû Kâlicar’ın ölümüyle (440/1048), Büveyhoğullarının durumu karışık bir hal
almış, böylece Büveyhoğullarının da kuvvet ve kudretinin sonu gelmiş oluyordu.[24] Çünkü
Ebû Kâlicar’ın ölümüyle, oğulları arasında taht mücadelesi başlamış ve iç
savaşlar baş göstermiştir.
Ebû Kâlicar’ın oğulları arasında
çıkan bu savaşlar, Büveyhîler’in zayıflamasının en önemli âmillerinden biri
olmuştur. Zira Meliku’r-Rahim, ülkesi üzerinden Selçuklu tehlikesini
uzaklaştırmak için kardeşlerinden yardım istemek yerine, onlarla mücadele
yolunda gücünü tüketmiş ve kuvvetli rakibi Selçuklular’ın Bağdat’ı ele
geçirmesine zemin hazırlamıştır. Büveyhoğulları’nın düşüşünü çabuklaştıran
önemli nedenlerden biri de onların Türk komutanlarından biri olan Ebû’l Haris
Besasiri’nin halife Kâim’e olan düşmanlığıdır.[25]
Büveyhoğulları devletinde baş
gösteren taht mücadelelerinde Selçuklu Devleti’nin de büyük rolü olmuştur.
Fula’d Sutün (Ebû Mansur)’un Selçuklular’ın damadı oluşu, babasının yerine
geçen Meliku’r-Rahim’i müşkül durumda bırakıyordu; nitekim O, Şiraz’ı ele geçirmeye
muvaffak olmuştu (445/1054). Bununla beraber, Meliku’r-Rahim, öteki kardeşi Ebû
Ali’yi Basra’dan sürüp çıkarmıştı. Ebû Ali İsfahan’a giderek Tuğrul Bey’e
sığındı (444/1052-53). Ebû Ali, Tuğrul Bey’in emrine verdiği Oğuzlar’la Huzistân ’ı fethetti (446/1055).
Kirman zaten Selçuklu Kavurd tarafından fethedildiği için, Büveyhoğlulları
hükümdarı Meliku’r-Rahim’in elinde sadece Irak kalmıştı.[26]
Arslan El-Besâsirî Hâdisesi Ve
Tuğrul Bey
“Ebû Mansur el-Besâsirî” de denilen Ebû’l Haris Arslan et-Türkî[27] adlı
bir Türk komutanı hizmetinde bulunduğu Büveyhoğulları Devleti’nin zayıflaması
ile Irak’ta meydana gelen kuvvet boşluğunu doldurmak için harekete geçti ve birçok
yeri istila ederek adını duyurmayı başardı. Irak, Ahvaz ve havalisinda,
minberlerinin çoğunda onun adına hutbe okundu. Abbasî Halifesi el-Kâim, ona
sormadan emir veremez, onun fikrini almadan iş yapamaz hale geldi. Onun
halifelik hakkında kötü emellerinin olduğu ortaya çıkınca, Halife, Tuğrul Bey’i
Bağdat’a davet etti.[28]
Diğer taraftan, Besâsirî de hareketlerine
mesnet olarak, Halife’nin veziri Emirü’l-Ümerâ b. Müslime’yi Oğuzlar’ı Irak’a
davet etmekle itham etti (446/1055). Buna karşılık vezir de onu Mısır Fatımî
hükümdarı el-Müstansır ile mektuplaşmakla suçladı (447/1055). Böylece Besâsirî
ile Halife’nin arası, bir daha düzelmeyecek şekilde bozuldu.[29]
Bununla beraber 446/1055’te Musul emiri Kureyş b. Bedrân*, Enbar ve Harbâ
şehirlerini ele geçirerek, uğrayacağı saldırılara karşı da, Tuğrul Bey’in
himayesinde ve itaatinde olduğunu ileri sürdü. Bu ülkeler aslında Arslan Besâsirî’nin
ülkesi idi. Arslan Besâsirî ise, o sırada Irak’ta bulunan bütün Türk kuvvetleri
ve askerlerinin komutanı idi. Arslan kendi ülkesine vaki olan bu saldırıyı hazmedemediğinden,
memleketini geri almak istedi. Ramazan’da Musul Emirî Kureyş b. Bedrân’ın iki
temsilcisi Halife’nin huzuruna geldi. Onlar, muhtemelen, bu meseleye son bir
hal çaresi bulmak için gelmişlerdi. Arslan Besâsirî bunların geldiklerini haber
alınca çok kızdı ve yakalanmalarını istedi. Fakat eline geçiremediğinden çok
içerledi. Bu yüzden Halife’ye karşı tutumunu değiştirdi. Halife’yi ve Emirü’l-Ümerâ’yı
tazyik altına aldı. Üç dört ay bunlara yapmadığını bırakmadı. Besâsirî’nin
Halife’ye karşı böyle davranması halk içinde memnuniyetsizliğe yol açtı. Emirü’l-Ümerâ’nın
tahrikiyle halk kendine karşı ayaklanmaya başladı. Bu durum öyle büyüdü ki, bir
ara Besâsirî’nin Bağdat’ta bulunmadığı bir sırada halk, sarayına saldırıp,
evini yağmalayarak her şeyini tahrip ve talan etti.[30]
Tuğrul Bey’in Bağdat’a Gelişi
Abbasî Halifesi Kâim Bi-Emrillah Bağdat’ta Büveyhîler’in ve Türk askeri
komutanı Arslan Besâsirî’nin baskısıyla, onların içine düştükleri maddi
sefaletten şikâyetçiydi. Ayrıca Arslan Besâsirî’nin Mısır Fatımî Devleti ile iletişimde
bulunması Abbasî Halifesi (o sırada Rey’de bulunan) Tuğrul Bey’e elçi
göndererek ısrarla Bağdat’a davet etti ve içinde bulunduğu bu güç durumdan
kurtarmasını istedi (444/1052).
Bu ısrarlı davetler sonucu Tuğrul Bey 447/1055’te Bağdat’a hareket etti.[31] Tuğrul
Bey, davet üzerine Hülvan’a geldiği zaman, Büveyhîler’in son hükümdarı
Meliku’r-Rahim de Bağdat’a doğru yola çıktı.[32]
Halife Kâim Bi-Emrillah, Meliku’r-Rahim’e mektup yazarak, Besâsirî’nin halifeye
karşı isyan yolunu tutmuş olduğunu bildirerek “sen onunla dostluk münasebetini devam ettirirsen, bizimle alakanı
kesmen gerekir. Yok, bizim itaatimizde isen, Besâsirî’yi bırakman gerekir” şeklinde
kat’i talimat verdi.[33]
Başka bir zaman olsaydı ve Halife böyle bir emri Büveyhî hükümdarına vermekle
kendi hayatıyla oynaması demek olurdu. Ancak şartlar şimdi tamamıyla değişmiş
bulunmakta idi. Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim, ister istemez Halife’nin bu
emrine boyun eğerek Besâsirî’yi yanından uzaklaştırdı.[34]
Fakat Büveyhîler’in hizmetindeki gulam Türkler, Halife’nin düşman saydıkları
Tuğrul Bey’i Irak’tan uzak tutacağını kendilerine vaat ettiğini, hâlbuki onun
yaklaştığını söylediler ve geri dönmesi için emir vermesini istediler.
Kendilerine kat’i bir cevap verilmedi. Özellikle vezir Emirü’l-Ümerâ, Tuğrul
Bey’in gelmesini ve Büveyhî Devleti’nin inkırazını istiyordu.[35]
Diğer taraftan da Tuğrul Bey Bağdat’ta bulunan Türk ordusu mensuplarına
haber salarak, kendisinin de Türk olduğunu ve Türklerle iyi geçineceğini,
kendilerine karşı sevgiyle davranacağını ve onları himaye edeceğini bildirdi.
Türkler Tuğrul Bey’i Başbuğ olarak kabul etmek istemiyorlardı. Ancak diğer
taraftan da Halife’ye yakınlığını gönülden istiyor, Büveyhîler’in de
iktidarının sona ermesini arzuluyorlardı.[36]
Besâsirî Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelişini duyduğu zaman Bağdat’ı terk
ederek akrabası olan Hire emiri Dubeys b. Bedran’a sığındı.[37] Daha
sonra da Suriye’de bulunan Rahbe’ye geçti.[38]
Tuğrul Bey’in parlak vaatlerde bulunmasına rağmen, muhtemelen
varlıklarının sona ereceği korkusuyla Bağdat’taki Türklerin çoğu, Deylemli
savaşçılar ve Türkmenlerin komşuluğundan otlakları için endişe duyan Araplar da
Besâsirî’ye katılmışlardı.[39]
Yukarıda da değindiğimiz gibi Tuğrul Bey’in Bağdat’a hareket ettiğini
duyan Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim Bağdat’a gelmek için yola çıkmıştı. Besâsirî’yi
yanından uzaklaştırdıktan sonra 15 Ramazan 447 (8 Aralık 1055) tarihinde
Bağdat’a vardı ve Halife’ye bağlılığını arz etti. Meliku’r-Rahim, Tuğrul Bey’le
şartların gerektiği şekilde bir anlaşma yapma işini Halife’ye bırakmış, onun
yanındaki komutanlar da aynı şeyi söylemişlerdi. Bunun üzerine askerlerin
çadırlarını Bağdat dışından şehrin içine getirip orada kurmalarının ve Tuğrul
Bey’e bir elçi gönderip itaat arz ettiklerinin ve adına hutbe okutacaklarının
bildirilmesinin daha doğru olacağı söylendi. Onlar da kabul edip çadırları
şehrin içinde kurdular. Sonra da Tuğrul Bey’e elçi gönderdiler. Tuğrul Bey de
onların isteklerini kabul edip, onlara ihsan ve yardım vaadinde bulundu.[40]
Halife Sultan Tuğrul Bey’in gelişine çok önem vermiş, daha Bağdat’a
gelmeden adına hutbe okutturmuştu (22 Ramazan 447/15 Aralık 1055).[41]
Nihayet Bağdat’a ulaşmış olan Tuğrul Bey, Bağdat’a girmek için Halife’ye
haber gönderip izin istedi, o da kabul etti. Vezir Emirü’l-Ümerâ, kadılar,
nakîbler, eşraf, şâhitler, hizmet erbabı ve devletin ileri gelen simalarından
müteşekkil büyük bir alayla Tuğrul Bey’i karşılamaya çıktı. Melikü’r-Rahim’in
önde gelen komutanları da ona refakat etti. Tuğrul Bey onların kendisini
karşılamak üzere yola çıktıklarını öğrenince, onları karşılamak maksadıyla
komutanlarını ve veziri Ebû Nasr el-Kündûri’yi gönderdi. Emirü’l-Ümerâ,
Sultan’ın yanına varınca halifenin mektubunu ona takdim etti ve halife ile
Meliku’r-Rahim ve ordu komutanlarına bir zarar gelmeyeceğine dair yemin
etmesini istedi. Tuğrul Bey 25 Ramazan 447 (18 Aralık 1055) Pazartesi günü
Bağdat’a girerek Bâbu’ş-Şemmâsiyye’de konakladı. Musul hâkimi Kureyş b. Bedrân
da Tuğrul Bey’in yanına geldi.[42]
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Kureyş daha önce Tuğrul Bey’e itaat arz
etmişti.
Halife, Tuğrul Bey’i büyük törenlerle karşıladı.[43] Bağdat
girişindeki karşılamadan sonra Halife Tuğrul Bey’i sarayında kabul etmiş, onu
kendi tahtının yanına oturtmuş ve hil’at giydirmiştir.[44]
Halife’nin Tuğrul Bey’in gelişine çok önem vermesi ve daha Bağdat’a
girmeden hutbe okutması, Tuğrul Bey’e İslam Dünyasına yaptığı hizmetlerden
dolayı bir ödüldü. Böylece İslam dünyasının önemli bir bölümünde Tuğrul Bey’in
adı ve otoritesi hâkim olmuş oldu. Önemli bir bölümü diyoruz, zira bu dönemde Fatımîler’in
Mısır’da halifeliklerini ilan etmesiyle, Abbasîler İslam dünyasının tek
otoritesi olma özelliğini fiilen kaybetmişlerdi.
Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelmesi artık, Selçuklu saltanatının, Büveyhî
saltanatına muzaffer olduğunu göstermektedir. Bundan sonra, artık Büveyhî
saltanatının yaşamasına ve devam etmesine pek az imkân kalmıştı. Ortaya çıkan
yeni olaylar ve tesadüfler bu konuda yardımcı olmuş ve Büveyhîler ile
Selçuklular arasında bazı meselelerin doğmasına sebep olmuştu.[45]
Tuğrul Bey’in Bağdat’ta bulunuşunun ikinci gününde, askerleri şehre girip
ihtiyaçlarını karşılamak için halkın arasına karışınca çatışma oldu.[46]
Anlaşmazlık kısa sürede büyüdü. Bu durumu gören ordugâhtaki Selçuklu
komutanları, kuvvetleriyle şehre girerek isyanı bastırdılar. Her iki taraftan
da epey asker hayatından oldu. Kaçamayan Arslan Besâsirî’ye bağlı askerler de
esir edilip mallarına el konuldu.[47]
Olaylar bastırıldıktan sonra, Tuğrul Bey, Halife’ye haber gönderip ona
serzenişte bulundu. Meydana gelen olayları Meliku’r-Rahim ile askerlerinin
yaptığını iddia ederek, “Eğer hemen
gelirlerse, kendilerini temize çıkarırlar, huzura gelmekte geç kalırlarsa işte
o zaman bütün bu olayları onların kundakladığına kesin olarak inanırım. Ayrıca
onun galip gelmeye gücü yetmez” dedi.[48]
Tuğrul Bey, Meliku’r-Rahim ve onun ileri gelen adamları için eman vermesi
üzerine Halife onlara Tuğrul Bey’in yanına gitmelerini emretti. Halife onlarla
beraber Sultanın zihnini bulandıran bu işlerle onların hiçbir ilgilerinin
olmadığını söylemek üzere bir de elçi gönderdi.[49]
Heyet mensupları Tuğrul Bey’in huzuruna çıkarılınca, Halife’nin elçileri
hariç olmak üzere, hepsini yakalattı ve hapse attırdı. Meliku’r-Rahim daha
sonra Sirevan kalesine gönderildi.[50]
Tuğrul Bey’in anlaşma hilafına yaptığı bu icraat, Halife’nin gözünden
kaçmadı. Halife, Sultan Tuğrul Bey’e haber gönderip, Meliku’r-Rahim ile
adamlarının tevkif edilmesi ve Bağdat’ın yağmalanmasını yadırgadı: “onlar benim emrim ve emânımla senin yanına
geldiler. Ya onları derhal bırakırsın ya da Bağdat’ı terk edersin; çünkü ben
seni Hilafet makamının emirlerini kuvvetle icra edeceğini, aile mahremiyeti ve
mesken masumiyetine saygı duyulacağını düşünerek çağırmış ve tercih etmiştim. Hâlbuki
şimdi olayların bunun tam aksine cereyan ettiğini görüyorum.” dedi.[51]
Bunun üzerine Tuğrul Bey, Meliku’r-Rahim hariç yakalananların hepsini
serbest bıraktı. Yine bu kimselerin ele geçirilmiş bütün mal ve arazileri
kendilerine geri verildi. Ancak emirler ve ordu komutanları ve diğer ileri
gelen askeri şahıslar için alınmış olan arazi yani Guz Türkmenlerinin Bağdat
civarında edindikleri yerler ellerinde kaldı. Tuğrul Bey bunlara karşılık bedel
ödedi.[52]
Böylece Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim’i etkisiz hale
getirmesiyle birlikte Büveyhî Devleti’nin Bağdat’taki 110 yıllık hâkimiyetine
son vermiş oldu.[53]
Tuğrul Bey’in Bağdat’ta kaldığı süre içersinde askerlerin halk üzerindeki
baskısı ağırlaştı. Halife, son Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim’in
tutuklanmasını ve Bağdat’taki Selçuklu askerlerinin sert tutumlarını iyi
karşılamamış ve teminatı altında bulunan bu hükümdarın serbest bırakılmasını
istemişse de, Tuğrul Bey olup bitenlere Büveyhîler’in emrindeki Türklerin sebep
olduğunu, kendisine saygı duyduğunu ifade etmiştir. Bu küçük gerginlikten sonra
Tuğrul Bey halifelik tahsisatını arttırarak iyi ilişkilerin tekrar kurulmasını
sağlamıştır. Ancak Halife durumdan hoşnut olmadığını göstermiş, ya halka iyi
davranılmasının sağlanmasını, ya da Bağdat’tan ayrılmasını istemiştir.[54]
Tuğrul Bey de 448/1056 yılında Bağdat’tan ayrılmıştır. Sultan Bağdat’tan
ayrılmadan yıkılan ve harap olan birçok yerin imar edilmesini sağlamış, ayrıca
bir saltanat sarayının da inşa edilmesini emretmiştir.[55]
Tuğrul Bey, bundan sonra sürekli görev yapacak olan bir şahne (vali) tayin
etmiştir.[56] Bu vali Bağdat’ta
bulunacak ve Selçuklu Devleti’nin halifeliği denetimi altında bulundurmasını
sağlayacaktı.[57] Bu da, mahalli bir
hanedanlık olan ve bizzat Bağdat’ta ikamet eden Büveyhî hükümdarların aksine,
Selçuklu Sultanlarının başkentte ikamet etmesi ve Hilafet merkezi olan
Bağdat’ta bir vali bulundurmaları, onların büyük bir devlet olduklarının da
göstergesiydi.
Selçuklu Sultanının Bağdat’ta sergilediği bu ihtişam, Şiî Fâtımî
Devletini endişelendirmişti. Bu bakımdan onlar, kaçmış olan Arslan Besâsirî’yi
destekleyerek onun etrafında birleşmeye çalıştılar.[58]
Arslan Besâsirî’ye gelince, yanına kaçan askerleri ve Fatımî Halifesi
Mustansır’dan aldığı yardımcı kuvvetler ile Rahbe’de bir ordu meydana
getirmişti. Sultan Tuğrul Bey onun üzerine Kutalmış ile Musul Arap Emiri
Kureyş’i gönderdi. Ancak Kutalmış’ın Sincar civarında yaptığı savaşı Kureyş’in Besâsirî
tarafına geçmesiyle kaybetmesi üzerine (448/1057) Tuğrul Bey, bizzat sefere
çıkma gereğini hissetmiş ve Bağdat’a gelişinden 13 ay 13 gün sonra bu şehirden
ayrılarak büyük bir orduyla Besâsirî’ye karşı harekete geçmişti (Ocak 1057).
Tuğrul Bey’e İbrahim Yınal ve Yakutî de yolda katıldılar. Selçuklu ordusunun
ilerlediğini duyan Besâsirî önce Rahbe’ye sonra da Bâlis şehrine kaçtı. Bu
sefer sırasında Cizre ve Sincar Selçuklular tarafından hücumla alındı. Sincar
Emiri ve halkın bir kısmı Kutalmış’ın askerlerine yaptıkları fena muameleden
dolayı öldürüldüler. Diyarbekir Mervani Emiri Nizamüddevle Nasr ise 100.000
dinar göndererek itaatini tekrarlamıştı. Tuğrul Bey, Musul’u İbrahim Yınal’ın
idaresine vererek Bağdat’a döndü (449/1057).[59]
Sultan Tuğrul Bey, Bağdat’a geldiği zaman bu kez halife ile görüştü.
Halifelik sarayında iki tarafın en büyük devlet adamlarının ve büyük âlimlerin
yer aldığı muhteşem bir merasimle Halife Kâim Bi-Emrillah, Tuğrul Bey’i Melikü’l-Meşrik
ve’l-Mağrib “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilan etmiş ve kendisine Ebû Talib
künyesiyle Rüknü’d-Dîn “Dinin temel direği” lakabını vermiştir. Ayrıca Halife,
Tuğrul Bey’e hil’atler giydirdi ve iki kılıç kuşattı (26 zilkade 449/29 Ocak
1058).[60]
Artık İslam âleminin siyasi hâkimiyeti, halife eliyle resmen sultan Tuğrul
Bey’e geçmiş oluyordu. Böylece, din ve dünya kuvvetleri birbirinden ayrılmış
ayrılıyordu. Bugünkü manasıyla adına ‘laiklik’ denmese de, ilk kez bir halife
siyasi gücünü bir hükümdara devrederek, kendisini siyasi hâkimiyetten kopararak
sadece dini lider olarak kabul ediyordu.
Büyük Selçuklular’ın Bağdat’a gelişleriyle halife Şiîlerin baskısından
kurtulmuştur. Ancak, İslam tarihinde belki de ilk defa Tuğrul Bey zamanında
halifenin dünyevi yetkileri bir anlaşmayla sultana devredilmiş, kendisi sadece
İslam toplumunun dini lideri olarak kalmıştı.[61] Buna
göre biri dini lider, öteki de dünya işlerinin lideri olmak üzere iki kişi,
-halife ve sultan- İslam dünyasını idare ediyorlardı. Hakikatte otoritede de
eşitlik söz konusu değildi. Halifelik, asla böyle bir taksimata razı değildi.
Kaldı ki halifeliğin Müslümanlar üzerinde nüfuzu vardı. Halifelik makamı hiçbir
zaman halkın gözünden düşmemiştir.[62]
Büyük Selçuklular ise hilafet merkezine Türk devletinin bir vilayeti,
başkentten sonra gelen ikinci büyük şehri gözüyle bakmışlar ve daima saygı
gösterdikleri halifeyi muhterem bir vatandaş saymışlardır. İlk defa Barthold
tarafından işaret edilen Selçuklu Devletindeki laiklik fikri, Tuğrul Bey’in
halife Kâim’in yıllık para ve erzak tahsisatını arttırmakla yetinerek dünyevi
meseleleri kendi üzerine alması şeklinde tatbik mevkiine konmuştur.[63] Oysa
bütün idari işleri fiilen sultanın yürütmesi, idari bir taksimat değil, otorite
ile alakalıdır. Barthold tarafından iddia edildiği gibi bu fiilin laiklikle
alakasının olmadığıdır. Kaldı ki laiklik yüzyıllar sonra ortaya çıkmış bir
kavramdır.
Besâsirî’nin Bağdat’ı Zabtı ve Halife’nin Esir Edilmesi
Tuğrul Bey’in Büveyhîler’i ortadan
kaldırma maksadıyla Sincar üzerine yürüdüğü sıralarda amcazadesi Kutalmış’ın
kardeşi Resul Tekin; Basra, Ahvaz ve Şiraz taraflarını işgal ederek isyan
bayrağını çekmişti. (449/1057-58).[64]
Bundan sonra İbrahim Yınal’ın Fatımîler’in ve Besâsirî’nin teşvikiyle Tuğrul
Bey’e karşı açıkça isyan ettiği görülmektedir (450/1058).[65]
Sultan Tuğrul Bey, İbrahim Yınal ile
Resul Tekin isyanlarıyla uğraşırken Besâsirî bu fırsattan yararlanarak Bağdat’a
yürümüştü. Bağdat şahnesi Aytegin yanında az bir kuvvet bulunduğundan karşılık
koyamadan şehri terk etmiş. Besâsirî de Bağdat’a rahatça girmişti.[66]
Arslan Besâsirî 8 zilkade 450/27
Aralık 1058 günü Bağdat’a girdi.[67]
Halife’nin askerlerini ufak bir çatışmadan sonra yendi. İsyancı ordu Hilafet
makamına doğru yürüdü. Nihayet Halife El-Kâim, bu duruma bizzat müdahale etmek
zorunda kaldı. Siyah elbiselerini giyinip bir ata binerek elinde kılıç, hilafet
sarayının mensupları ve saray hademelerini de yalın kılıç hareket ettirerek Besâsirî’nin
üzerine yürüdü. Bu sırada Emirü’l-Ümerâ da Kureyş b. Bedrân’ın yanına giderek
Halife için eman istedi. Kureyş bu isteği kabul ederek Halife’nin bütün
mensuplarını kendi himayesine aldı. Fakat Besâsirî’nin baskısı sonucu Kureyş bu
emanından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Emirü’l-Ümerâ’yı Besâsirî’ye, Halife’yi
kendi amcazadesi Muhiddin Ebû’l-Haris Muharreş İbn Mücellâ el-Ukayli’nin yanına
Âne kalesine gönderdi. Halife’nin karısı Arslan Hatun’u da İbn Cerde’nin
himayesine verdi. Halife’nin adamlarını ve saray mensuplarını da yanından
uzaklaştırdı. Bundan sonra Benû Ukayl bedevileri ile kontrol dışı olan Türkler
hilafet sarayına saldırarak yağmaladılar. Artık Besâsirî, bütün Irak’ın ve
el-Cezire’nin büyük bir kısmının müstakil hükümdarı olmuştu. Irak’ın her
tarafına valiler ve idareciler tayin etti. Bağdat Hilafet merkezinde bir sene
kadar Abbasîler’in yerine Fâtımî halifeleri adına hutbe okundu. Besâsirî,
Bağdat’ta müstakil ve muntazam bir hükümet kurdu. Bayram günü gelince, bayram
yerinde ve tarihte ilk defa olarak Abbasî bayrağı yerine Mısır’ın Fatımî
bayrağı dalgalandı. Daha sonra da Emirü’l-Ümerâ ve Irak mutemedi öldürüldü.[68]
Diğer taraftan bu durumu haber alan
Sultan Tuğrul Bey, daha İbrahim Yınal’ın işini bitirmeden önce, Besâsirî’nin
müttefiki Kureyş’e elçi göndererek “Halife ile beraber esir düşen eşi Selçuklu
Prensesi Arslan Hatun’un kendisine gönderilmesini ve halifenin serbest
bırakılarak makamına iadesini” istiyordu. Ancak, Tuğul Bey’in İbrahim Yınal
karşısında zafer kazanmasından sonra Arslan Hatun geri gönderildi. Sultan, Halife’nin
serbest bırakılmadığını görünce tekrar Bağdat üzerine yürüdü.[69]
Tuğrul Bey’in II. Bağdat Seferi Ve
Arslan Besâsirî’nin Öldürülmesi
Bağdat’ın Arslan Besâsirî tarafından işgal edilmesi üzerine Tuğrul Bey, Besâsirî
ile Kureyş’e haber göndererek, halife el-Kâim Bi-Emrillah’ın sarayına iadesini
ve kendi adına hutbe okutulup para kesilmesi şartını kabul ederlerse, Irak’a
yürüyemeyeceğini bildirdi. Ancak Besâsirî Tuğrul Bey’in teklifini kabul etmedi.
Bunun üzerine Tuğrul Bey de harekete geçerek Kasr-ı Şirin’e geldi. Selçuklu
ordusunun yaklaşmakta olduğunu haber alan Besâsirî ailesiyle birlikte kaçtı
(451/1059). Bağdat’ta bulanan Sünnî halk Besâsirî’nin çekilmesinden sonra Şiî
halk üzerine yürüdü. Bunun sonucu olarak çıkan olaylarda çok sayıda kişi öldü.
Çıkan yangınlarda da Bağdat’ın bir kısmı yandı. Tuğrul Bey işte böyle bir hengâmede
Bağdat’a girdi. Fatımî halifesi adına imamlık, müezzinlik ve hatiplik yapanlar
bertaraf edildi.[70]
Halife Kâim Bi-Emrillah Bağdat işgal
edildiğinde, Kureyş b. Bedrân’ın karargâhına getirilmiş, daha sonra da Kureyş
halifesi amcazadesi Muhariş b. el-Mücella’ya teslim etmişti. Muhariş, Tuğrul
Bey’in kararlılığı karşısında, halifeyle karısını Bağdat’a gönderdi. Sultan
Tuğrul Bey, halifeye büyük bir hürmet göstererek, hatta yer öpüp, atının
yularını tutarak onu sarayına kadar götürdü (452/1060).
Halifenin makamına iadesinden sonra
Tuğrul Bey, yanında Gümüştegin, Erdem, Savtegin, Humartegin ve üvey oğlu
Anüşirvan olduğu halde Besâsirî’yi takibe koyuldu. Onu Suriye’ye kaçamadan
yakalayarak adamlarıyla birlikte öldürttü (452/1060).[71]
Selçuklu Sultanı’nın Bağdat’a dönüşü şenliklerle karşılandı.[72]
Bağdat’ın bundan sonra kazandığı
görünüm daha fazla bir değişikliğe uğramadı.[73]
Böylece Besâsirî’nin Şiîliği yayma ve hâkim bir mezhep haline getirme
faaliyetleri kesin bir şekilde sona ermişti. Bu olay, Bağdat’ta ve Sünnî İslam âleminde
büyük bir sevinç meydana getirmiştir.[74]
Halife Kâim Bi-Emrillah, sultan
Tuğrul Bey’e göstermiş olduğu bu başarılardan dolayı, “doğunun ve batının
sultanı” (Sultanu’l-maşrik ve’l mağrip) unvanıyla taltif etti ve adına hutbe
okuttu.[75]
Halife Kâim, bunlarla da kalmayarak hâkimiyeti altındaki bütün topraklarının
yönetimini sultan Tuğrul Bey’e devrettiğini resmen bildirdi.[76]
Böylece halifenin dünyevi yetkilerini kendi rızasıyla Selçuklu sultanına
devrettiği ve kendisinin sadece dini lider olarak kaldığı resmen tescil edildi.[77]
Tuğrul Bey’in, Şiî Büveyhîler’in en etkili komutanlarından olan Arslan Besâsirî’yi
de ortadan kaldırmasıyla Sünnî İslam dünyasının en büyük sultanı olduğu halife
tarafından kabul edilmiş oldu. Ayrıca Arslan Besâsirî’nin öldürülmesiyle Büveyhîler’in
Bağdat’taki son kalıntıları da silinmiş oluyordu.
Şiraz’daki Büveyhîler ise,
Bağdat’takilerden daha çok dayandılar. Bir asırlık sükûnet döneminden sonra Büveyhî
imparatorluğu Meliku’r-Rahim’in döneminde savaşın dehşetini yaşamış, bunu da Selçuklular’ın
sebep olduğu tahribatın daha güçlü bir dehşeti takip etmişti. Tuğrul Bey 442 (1051–1052)
yılında Isfahan’ı kuşattığı zaman şehir bundan ciddi şekilde zarar gördü.
Meliku’r-Rahim’in Fars’taki genel valisi Ebû Sad, 444 (1052–1053) yılında Şiraz’da
benzer bir tehlikeyi savuşturmuştu. Fakat sonunda savaştaki hareket
kabiliyetleri bakımından Selçuklular Büveyhî askerlere üstün gelmişlerdi.
Zengin ve harap olmamış Fars bölgesi
onların istilasına uygun bir bölgeydi. Zaten ülkenin diğer bölgelerini de Oğuz
boyları zaptetmişti. 442 (1050–1051) yılında müstakbel Selçuklu sultanı
Alparslan Tuğrul Bey’in bilgisi ve rızası olmadan bu bölgeye bir akın yaptı.
Fesa’ya yapılan beklenmedik bir baskın sonucunda burayı savunanlar ciddi
kayıplar verdiler.
Alparslan, aldığı ganimetlerle
birlikte geri çekildi, ancak Ebû Kâlicar’ın surlarla çevirdiği Şiraz’a
ulaşamadı. Bununla beraber özellikle Meliku’r-Rahim’in ölümünden sonra Ebû
Kâlicar’ın oğulları arasında uyuşmazlıkların gittikçe artması yüzünden Şiraz
güçsüzleşmişti. Ebû Mansur kardeşi, Ebû Sad’ı ortadan kaldırmış, kendisi de 454
(1062) yılında Fadluya’nın başlattığı bir isyan sırasında öldürülmüştü.[78]
Fadluya XIV. Yüzyılın başlarına kadar Şebânkâre (Darabcird)’da hüküm sürecek
olan Fadluyi hanedanının kurucusuydu. 1062 yılında Şiraz, son olarak Kirman’ın
Selçuklu valisi tarafından ele geçirildi.
Bundan sonraki dönemin karanlığı ve
karışıklığı içinde Ebû Kâlicar’ın diğer oğullarının kaderinin ne olduğu
bilinmemektedir. Meliku’r-Rahim, 450 (1058–1059) yılında esir olarak bulunduğu
Rey şehri kalesinde öldü. Selçuklu istilasının tehlikeli döneminden az da olsa
yararlanmayı başaranlar sadece Kâkuyiler idi. Bir yıl süren bir kuşatmadan
sonra Isfahan’ın ele geçirilmesi üzerine Selçuklular Kâkuyi Faramurz b.
Alâuddevle’ye Yezd ve Eberkuh’un tımar arazilerini bağışladılar. Böylece
Faramurz ve halefleri, Yezd’i oldukça iyi bir duruma getirmiş oldular.[79]
SONUÇ
Selçuklular, Ortadoğu’ya indikleri zaman İslam Dünyası büyük bir bunalım
ve kargaşalık içindeydi. Bağdat’ta bulunan Abbasî halifesi Sünnî İslam
Dünyası’nın en büyük lideriydi. Ama Abbasî İmparatoru olarak siyasi ve askeri
gücünü kaybetmişti. Bağdat’a ve İran’ın bir kısmına hâkim olan Şiî Büveyhîler,
halifeyi bir kukla haline getirmişlerdi ve bütün siyasi ve askeri otoritelerini
kaybetmişlerdi. Buna karşılık Büveyhîler merkezi hükümetin meşruiyet kaynağı ve
dini lider olarak Abbasî Halifeleri’ni başta tuttular. Ancak istediklerini
halife yaptırıyor, istemediklerini de hiçbir zorlukla karşılaşmadan bertaraf
ediyorlardı. Artık Bağdat İslam dünyasının bir merkezi olmaktan çıkmıştı.
Gerek Müstekfi, gerekse Mutî zamanında bu halifelerin, saray duvarlarını
bile aşamayan yetkilerine bakarak, sadece adı kalmış olan Abbasî
imparatorluğunun bu çağını küçümsemek doğru olmaz. Çünkü bu dönemdeki çok
seslilik farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Büveyhîler’in
bilim ve fenne karşı gösterdikleri kuvvetli ilgi bu devirde yetişen büyük
kişilerde açık olarak görülmektedir. Her ne kadar bu dönem Abbasî
imparatorluğunda kara bir sayfa (!) olarak görünse de aslında İslam
medeniyetinin bilim ve kültür alanında had safhaya ulaştığı bir gerçektir.
Nitekim Adam Mez “Onuncu Yüz Yılda İslam
Medeniyeti” adlı eserinde bu dönemi “İslam Rönesans”ı olarak
nitelendirmektedir.
Büveyhîler Mısır’a hâkim olan Şiî
Fâtımî halifelerini din ve devlet lideri olarak tanıyorlardı, fakat
bulundukları bölgede Sünnî Müslümanlar çoğunlukta olduğu için Bağdat
Halifesi’ni ortadan kaldırmaktan da çekiniyorlardı.
Abbasî imparatorluğu içindeki Müslüman
ülkelerde hem siyasi anarşi, hem de şiddetli bir inanç kargaşalığı vardı ve çok
seslilik mevcuttu. Ortada büyük bir otorite bulunmadığı için İslam topluluğu
çeşitli mezhep grupları halinde siyasi parçalanmaya doğru gidiyordu.
XI. yüzyıl ortalarında Büveyhîler
güçlerini kaybettiler. Bu dönemde Arslan Basâsirî Bağdat’a hâkim olarak hutbeyi
Fatımî halifesi adına okutmaya başladı.
Abbasî hilafetinin resmen ortadan kaldırılmaya teşebbüs edildiği bu
sıralarda İran’da yeni bir güç ve Sünnî inancı benimsemiş olan Selçuklular
ortaya çıktı
Selçuklular Hilafetin desteğini alarak Büveyhiler’le girdiği mücadelede
kesin bir başarı elde etmiş ve Büveyhiler’e son vermiştir. Böylece Sünnî İslam
Dünyasında Selçuklu hâkimiyeti kesin bir şekilde kurulmuş, Abbasîler döneminde
orduya giren ve kısa bir süre sonra Hilâfet üzerinde otorite kuran Türkler,
Selçukluların bu hâkimiyeti ile birlikte bu otoriteyi güçlendirmiş bir bakıma
Hilâfet Araplar’dan Türkler’in eline geçmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
·
AĞIRAKÇA, Ahmet, “Büveyhîler Devrinde Türk
Kumandanları”, Belleten, sayı: 206-208, Cilt: 53, Ankara, 1989.
·
AŞÛR, Said Abdulfettah, Tarihu’l-İslâm ve Hadaratih,
1.baskı, Kahire, 1987.
·
ALTUNDAĞ, Şinasi, “Kâim Bi-Emrillah”, İ.A., VI.
·
ARSLANTAŞ, Yüksel, “Büyük Selçuklu Devleti ve Abbasî
Halifeliği Arasındaki İlk Münasebetler”, Türk Dünyası Araştırmaları, ist. 1995.
·
BURSLAN, Kıvameddin, Irak-Horasan Selçukluları Tarihi,
Ankara, 1999.
- Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İst. 1987, V.
- GÜNER, Ahmet, “Büveyhîler Dönemi Çok Seslilik”,
Dokuz Eylül Üniversitesi. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: XII, İzmir,
1999.
- ----------, “Büveyhî Devlet Adamlarının Kitaba
İlgileri ve Kütüphaneleri”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, İzmir, 2001, XIII.
- GÜRÜN, Kâmuran, Tüekler ve Türk Devletleri Tarihi,
(Harezmşahların sonuna kadar), b.y.y, 1981.
·
HASAN, Hasan İbrahim, İslam Tarihi (Siyasi, Dini,
Kültürel, Sosyal), Terc. Komisyon, İst. 1985.
·
---------, İslam Tarihi. Çev. İsmail Yiğit, İst.
1986.
·
HITTI, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi.
Çev: Salih Tuğ, İst. 1980, III.
- el-IŞ, Yusuf, Tarihu’l-Asri’l-Hilafeti’l-Abbasîyye,
Dımaşk, 1982.
- İBNÜ’L ESİR, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdülkerim
Özaydın, İstanbul, 1987.
- İBNÜ’L KESİR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2.Baskı
Beyrut, 1990.
- El-HÜSEYNİ, Sadruddin Ebu’l-Hasan Ali b. Nâşır Ali,
Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, Çev. Necati Lügal, Ankara, 1999
·
KAFESOĞLU, İbrahim, “Selçuklular” İ.A. İst., 1966, X.
- ----------, Türk Dünyası El kitabı, 2.Baskı,
Ankara, 1992.
·
KAYAOĞLU, İsmet, İslam Kurumları Tarihi, Konya, 1994.
- KÖYMEN, M. Altay, Tuğrul Bey ve Zamanı, 1. baskı,
İst. 1976.
·
----------, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi,
Ankara, 1979.
·
KORKMAZ, Seyfullah, “Irak Büveyhîleri Dönemi Paraları
ve Bunların Tarihi Değeri”, Erciyes Ünviversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
sayı: 8, Yıl:1999.
·
MERÇİL, Erdoğan, “Büveyhîler” DİA, İst. 1992, VI.
·
----------, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, 2.baskı,
Ankara, 1993.
·
----------, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”
Türkler Ansiklopedisi, Ankara, 2002, IV.
·
MIQUEL, Andre, İslam ve Medeniyeti, çev. Ahmet Fidan,
Ankara, 1991.
- MEVDUDİ, Selçuklular Tarihi, Çev. Ali Genceli,
Ankara,1971.
- MEZ, Adam, Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti, Çev:
Salih Şaban, İstanbul, 2000.
- ÖZTUNA, Yılmaz, “Selçuklular”, Türk Ansikopedisi,
Ankara 1980, XXVIII.
·
SEVİM, Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi
(Başlangıçtan 1086’ya kadar), Ankara, 1987.
- ----------, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi
(Başlangıçtan 1086’ya kadar), Ankara,1987.
·
SEVİM, Ali – MERÇİL, Erdoğan, Selçuklu Devletleri
Tarihi ( Siyaset, Teşkilat ve Kültür), Ankara, 1995.
- ŞAKİR, Mahmut, et-Tarihu’l- İslamiyye, 5. baskı,
by.y., 1991.
·
WATT, Watt Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül
Devri. Çev: E.Ruhi Fığlalı, Ankara, 1981.
- YAZICI, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi,
2.baskı, Ankara, 2002.
·
YETKİN, Şerare, “Abbasîler” DİA, İstanbul, 1988, I.
·
ZETTERSTEN, K. V.
“Büveyhîler”, İ:A., İst. 1961, II.
[1]
Köymen, M. Altan, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, s. 34.
[2]
Köymen, a.g.e, s. 35; Kafesoğlu, İbrahim, Selçuklu
Tarihi, İstanbul, 1992, s. 18; Köymen, “Tuğrul Bey”
İ.A., İstanbul 1998, XII-II/32; Yüksel
Arslantaş, “Büyük Selçuklu Devleti ve
Abbasî Halifeliği Arasındaki
İlk Münasebetler”, Türk Dünyası
Araştırmaları, İstanbul 1995, s. 143.
[3] El Hüseynî, Sadruddin
Ebu’l-Hasan Ali b. Nâşır Ali, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, Çev. Necati
Lügal,
Ankara, 1999,
S. 7, Kafesoğlu, a.g.e. s. 18.
[4] El-Hüseynî, s. 13-14;
Burslan, Kıvameddin, Irak-Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara, 1999, s. 11.
[5] El-Hüseynî,
s. 13-14; Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk
Devletleri Tarihi, İstanbul, 1985, s. 50–51.
[6]
Merçil, a.g.e, s. 51.
[7] Yazıcı,
Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Ankara, 2002, s. 212.
[8]
Köymen, a.g.e., s.32.
[9]
Yazıcı, a.g.e., s. 245; Merçil, Erdoğan, D.İ.A.,
“Büveyhîler”, İstanbul 1992. VI, s.
497; D.G.B.İ.T., İstanbul
1989, VII/232; Ali Sevim-Erçil, s. 299.
[10]
D.G.B.İ.T., VII, s. 232; Sevim, Ali, - Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi ( Siyaset, Teşkilat ve Kültür),
Ankara, 1995, s. 299.
[11] Hasan,
Hasan İbrahim, İslam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal), Terc. Komisyon,
İst. 1985, 17.
[13]
Köymen, a.g.e., s.33.
[14]
Mevdudi, a.g.e., s. 174.
[15]
Mevdudi, a.g.e., s. 176.
[16]
D.G.B.İ.T., V/558.
[17]
Mevdudi, a.g.e, s. 176-77; Köymen, a.g.e., s. 32.
[18]
Mevdudi, a.g.e., s.177; Köymen, a.g.e., s. 33; Hasan, a.g.e., III/428
[19]
D.G.B.İ.T., V/558.
[20]
D.G.B.İ.T., V/.233; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 299.
[21]
Merçil, a.g.e., s. 233.
[22]
Yazıcı, a.g.e., s.233.
[23]
Yazıcı, a.g.e., s.233.
[24]
Mevdudi, a.g.e., s. 182.
[25]
Hasan, a.g.e., III/ 431.
[26]
Köymen, a.g.e., s. 33-34.
[27] “Ebû
Mansur el-Besâsirî” de denilen Ebû’l-Hâris Arslan et-Türkî, İran’daki Besâ
şehrine mensuptur. Araplar
bu şehre Fesâ derler ve buraya
mensubiyeti fesevi şeklinde yaparlar. İranlılar ise, Besâ’nın (b) harfini, (b)
ile
(f) arasında söylerler (muhtemelen p) ve
buraya mensubiyeti de Besâsirî şeklinde yaparlar. Arslan’ın
efendisi Besa’lı olduğu için köle olan
kendisi de efendisine izafe edilerek Besâsirî nisbeti ile tanınmıştır.
İspehsâlâr emirlerden olan Arslan’ın şan
ve şöhreti artıp kudreti önem kazanarak büyüdü, heybet ve azameti
kuvvetlendi. Adı her tarafa yayıldı.
Halife el-Kâim, onu memleket işlerini yönetmede yetkili ve hâkim
kılmıştır. Bkz. İbnü’l-Adim, Bugyetü’t-taleb fi Tarihi Haleb (seçmeler),
“Arslan el-Besâsirî”, çev. Ali
Sevim, Ankara 1982, s. 1.
[28]
Köymen, a.g.e., s. 46-47.
[29]
Köymen, a.g.e., s. 47.
*
Alâmu’d-Din Ebû’l-Me’âlî Kureyş b. Bedrân: Ukayl Kabilesindendir. Babası
Bedrân’ın ölümünden sonra
(425/1033-34), Kureyş, Nusaybin hükümdarı
olarak tanındı. 443/1052’de Musul ve Nusaybin, Kureyş’in
hâkimiyetine girdi. Kureyş, gerek Abbasî
halifesi Kâim gerekse Besâsirî ve Tuğrul Bey arasında devamlı yer
değiştirerek güçlü olan taraftan yana yer
almıştır. Besâsirî Bağdat’a girdiğinde, halife Kâim, Kureyş’e iltica
ederek hayatını emniyet altına almıştı.
Besâsirî’nin ölümünden sonra Kureyş, tekrar Tuğrul Bey’e itaatini
bildirerek, 453/1061’de Nusaybin ve Musul
hâkimi olarak 51 yaşında vefat etti. Bkz.K.V.Zettersteen,
“Kureyş b. Bedrân”, İ.A. VI, İstanbul, 1955, s.
1019-20.
[30]
Mevdudi, a.g.e., s. 190.
[31]
Merçil, DİA, “Büveyhîler” VI, s. 498; Merçil, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”, Ankara, 2002,
IV/605.
[32]
Köymen, a.g.e., s.47.
[33]
Mevdudi, a.g.e., s. 191.
[34]
Mevdudi, a.g.e., s. 191; Köymen, a.g.e., s. 47; İbnü’l Esir, el-Kamil fit-Tarih, çev. Abdülkerim Özaydın,
İstanbul, 1987, IX/462.
[35]
Köymen, a.g.e., s. 47; İbnü’l Esir, a.g.e, IX/463.
[36]
Mevdudi, a.g.e., s. 47.
[37]
Köymen, a.g.e., s. 47.
[38]
Köymen, a.g.e., s. 47; Merçil, Müslüman-Türk
Devletleri Tarihi, s. 52; Danişmend, a.g.e., s. 238.
[39]
Merçil, Türkler mad., IV/605.
[40]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463.
[41]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463; Köymen, a.g.e., s. 47; Köymen, a.g.mad., s. 32.
[42]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463.
[43] M.
Çağatay Uluçay, İlk Müslüman-Türk
Devletleri, İstanbul 1977, s.45.
[44]
İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/67; El-Hüseynî, s. 13. Burslan, s. 11.
[45]
Mevdudi, a.g.e., s.193.
[46]
Mevdudi, a.g.e., s.193; İbnü’l Esir, a.g.e., IX/.463; D.G.B.İ.T., VII/111.
[47]
D.G.B.İ.T., VII/111.
[48]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX/464; İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/66; Mevdudi, a.g.e., s.
194. Köymen, a.g.e., s. 47; Köymen, a.g.mad.,
s. 33; Şinasi Altundağ, “Kâim Bi-Emrillah”, İ.A., VI/102;
[49]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 194.
[50]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX/465, Mevdudi,
a.g.e., s. 194;.
[51]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 194.
[52]
İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 195.
[53]
Mevdudi, a.g.e., s. 195, Merçil,
a.g.mad., s. 498; Yazıcı, a.g.e., s. 213;
[54]
Köymen, a.g.e., s. 39-40. Köymen, a.g.mad., s. 33.
[55]
İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/68.
[56]
Kafesoğlu, Türk Dünyası El kitabı,
Ankara, 1992, s.260.
[57] D.
G.B.İ.T., İstanbul 1992, VII/201.
[58]
D.G.B.İ.T., VII/111.
[59]
Merçil, Türkler mad., IV/606.
[60]
El-Hüseynî, s. 13-14. Burslan, s. 11; Merçil, Müslüman-Türk Devleti Tarihi, s. 52.
[61]
Köymen, Alparslan ve Zamanı, Ankara, 1983, I/96.
[62] MIQUEL,
Andre, İslam ve Medeniyeti, çev. Ahmet Fidan, Ankara, 1991, s. 246.
[63]
Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul
1992, s.81.
[64] D.
G. B.İ.T., VII/112; Merçil, Türkler mad.,IV/606.; Kâmuran Gürün, Tüekler ve Türk Devletleri
Tarihi, (Harezmşahların
sonuna kadar), b.y.yok, 1981, I/304; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk -
İslam Medeniyeti,
İstanbul 1999, s. 136.
[65]
D.G.B.İ.T., a.g.e., s. 112; Gûrûn, a.g.e., s. 305; Merçil, a.g. mad., IV/606.
[66]
D.G.B.İ.T., VII/113; Yılmaz Öztuna,
“Selçuklular”, Türk Ansiklopedisi., Ankara,
1980, XXVIII/293; Turan, a.g.e., s. 138; Gûrûn, a.g.e., s. 305; Merçil, a.g.
mad., IV/606.
[67]
D.G.B.İ.T., VII/113; Merçil, a.g. mad., IV/ 606.
[68]
Mevdudi, a.g.e., s. 204.
[69]
Merçil, a.g. mad., IV/606.
[70]
D.G.B.İ.T., VII/114.
[71] El-Hüseynî,
s. 14; D.G.B.İ.T., VII/114; Merçil, Türkler mad., IV/607; İbnü’l Esir, a.g.e.,
IX/491.
[72]
D.G.B.İ.T., VII/114.
[73] Ali
Sevim, “Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi” (Başlangıçtan 1086’ya kadar),
Ankara, 1987, s. 8.
[74]
Kafesoğlu, Türk Dünyası El Kitabı, I/261.
[75]
Kafesoğlu, “Türkler”, İ.A., İstanbul
1988, XII-II/274; Şinasi Altundağ, a.g.mad., s. 103; HITTI, Philip K.,
Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. Çev: Salih
Tuğ, İst. 1980, III/746; D.G.B.İ.T, VII/112; Kafesoğlu, Türk
Dünyası El Kitabı, I, s.
260.
[76]
Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 41;
Altundağ, a.g.mad., s. 103.
[77]
Köymen, a.g.e., s. 41.
[78]
D.G.B.İ.T., VII, s. 561; Merçil,a.g.mad., s. 498.
[79]
D.G.B.İ.T., VII, s. 562.
0 yorum:
Yorum Gönder