4 Temmuz 2017 Salı

Selçukluların Hilâfetle İlk Teması ve Büveyhîler’le İlişkiler

Edip Akyol
Giriş

Her devletin tarihte oynadığı bir rol vardır. Yaşadıkları, hüküm sürdükleri zaman ve coğrafyada az veya çok tarihin oluşumuna tesir etmiş ve bu çerçevede de tarihe mâl olmuşlardır. Bizim bu araştırmamızda ele alıp incelediğimiz bu devletlerden birisi Büveyhîler diğeri de Selçuklulardır.

Büveyhîler, Abbasileri hegemonyaları altına almaları, halifeleri bir kukla gibi istedikleri şekilde hareket ettirmeleri ve Sünni Müslümanlara baskı uygulayıp hilafeti Fatımîlere devretmeye çalışmış olmalarından dolayı; Abbasi imparatorluğunda açılmış bir kara sayfa olarak gösterilir. Bu durum siyasî ve askerî yön itibarı ile olağan görülebilir. Ancak Büveyhîler dönemi, bilim ve kültür açısından düşündüğümüz zaman özellikle de İslâm Medeniyeti açısından hiç de küçümsenemeyecek bir etkiye sahiptir. Nitekim bazı tarihçiler bu dönemi İslâm’ın Rönesans’ı olarak nitelendirmektedir.
Selçuklular ise, İslâm Tarihi’nde yeni bir dönem başlatmış, İslâmiyet’i Araplardan ve İranlılardan sonra kabul etmelerine rağmen Müslümanların ve halifelerin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. İslâm Medeniyeti açısından da yeni bir sentez olarak Türk İslam Medeniyetini oluşturmaya başlamışlardır. Bu yönüyle Selçuklular, hem İslâm Tarihi hem de Dünya Tarihi açısından önemli bir yere sahip olmuştur.
            Selçuklu - Büveyhî ilişkisini incelerken, bunların Abbasiler ile olan ilişkilerini de ele almayı bir zarûret olarak gördük. Çünkü Büveyhîlerin Selçuklular ile karşı karşıya gelmeleri, Büveyhîlerin Abbasi Halifeleri ile olan münasebetleri ve bu münasebetlerin sonucu olarak Abbasi Halifesi’nin Selçuklulara yaklaşması ve onların Bağdat’a gelmeleri için gerekli zemini hazırlaması etkili olmuştur.

Selçukluların Hilafet İle İlk Temasları
            Abbasî Hilafeti ile Büyük Selçuklular arasındaki ilk münasebet Nişabur’un işgali ile Selçuklu Devleti’nin 429/1038’de muvakkat olarak kurulmasını müteakip başladı.[1] Abbasî halifesi Kâim Bi-Emrillah Tuğrul Bey ve Çağrı Bey ile bu arada Rey, Hemedân ve diğer Cibâl şehirlerine akınlar yapan Oğuz liderlerine gönderdiği ayrı ayrı elçilerle, yağma, öldürme ve tahripten vazgeçerek imara girişmelerini istedi. Halifelikten gelen bu isteğin mana ve önemini takdir eden Tuğrul Bey, Halifelik elçisine gerekli hürmeti gösterdiği gibi, bu fırsattan faydalanarak kendisi de, bütün Selçuklu ailesi ve Oğuzlar adına Halife’ye bir elçi gönderdi ve Gazne hükümdarı Mes’ud’un, halka karşı hükümdarlık vecibelerini gereği gibi yerine getirmediği için idareyi ele aldıklarını ve “memleketi muhafaza hususunda halifenin kölesi” bulunduklarını bildirdi.[2]
            431/1040 yılında meydana gelen (Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kuruluşuna temel olan ve Selçuklular’ın bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlayan) Dandanakan savaşında Gazneliler’i mağlup ettikten[3] sonra Selçuklular, Abbasî Halifesi Kâim Bi-Emrillah’a itaat etmeye karar vermeleri sonucunda, Halife de Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet ederek ona hil’at ve taç giydirmiştir.[4] Yapılan bu merasim Halife’nin Selçuklular’ı tanıdığını ve onları Müslümanların ve Hilafet’in hâmileri olarak kabul ettiğinin göstergesi oluyordu. Böylece Abbasî-Selçuklu ilişkileri ilk defa, Selçukluların Tuğrul Bey’in önderliğinde Gazneliler’e karşı kısmen de olsa istiklallerini kazanmaları ve daha etkin bir güç haline gelmeleri ile başlamış oluyordu.
            Selçuklular, Abbasî halifesi ile diplomatik ilişki kurmakla itibar kazanmayı isterken, Abbasî halifesi Kâim Bi-Emrillah da Selçuklular ile ilişki kurup onlardan Büveyhîler’e karşı yardım talep etmeyi hedefliyordu.

Sultan Tuğrul Bey ve Büveyhiler ile İlişkiler
            Sultan Tuğrul Bey Nişâbur’da tahta çıktıktan, siyasi değişiklik sebebiyle bozulan düzen ve teşkilatı yeniden düzenledikten sonra fetihlere girişmiştir. Bu hareket sırasında önce Taberistan ve Cürcân bölgelerini ve buradaki mahalli hanedan Ziyâriler ve Bavendiler’i kendine tabi kıldı (433/1041–42). Ertesi yıl İbrahim Yınal Rey şehrini ele geçirmiş, Hemedân’ı Kâküye hanedanının elinden almıştı. Rey’e gelen Sultan Tuğrul Bey, burasını Selçuklu Devletinin başkenti yaparak şehrin imarını emretti. Bundan sonra Tuğrul Bey ile Selçuklu şehzadeleri İbrahim Yınal, Kutalmış, Kavurd ve Yâkûtî süratle İran’ın öteki şehir ve bölgelerini ele geçirdiler.[5]
            Anadolu’ya ilk Türk akınları, Türkmenlerin burayı kendilerine yurt yapmak istemeleri sonucu başlamıştı. Selçuklu Devleti kurulduktan sonra sultanların kendi devletleri içindeki Müslüman halk ve ülkeleri istila ve asayişsizlikten korumak maksadıyla kesif Türkmen göçünü Anadolu’ya sevk etmeleri de bu gazaların diğer bir sebebiydi. Anadolu’ya Türk akınları Çağrı Bey’in meşhur keşif akını ile başlamıştı. Bundan sonra Selçuklulara tâbi olmak istemeyen Türkmen reislerinin idaresindeki akınlar Güneydoğu Anadolu bölgesine kadar uzanmıştı. Bu olayı duyan Tuğrul Bey, Türkmenlerin İslam ülkelerine hücumdan vazgeçmeleri konusunda bir talimat gönderdi. Türkmenler, neticede Selçuklu Devleti’nin emrine girmeye mecbur kalmış ve Tuğrul Bey’in buyruğuna uyarak bundan sonra Anadolu’daki Bizans arazisine yapılan hemen hemen bütün akınlara katılmışlardı.[6] Böylece Tuğrul Bey Türkmen akınlarını Anadolu’ya kanalize etmek suretiyle, bu toprakların ebedi bir Türk yurdu olmasına katkı sağlamıştır.[7]
            Çoğunlukla kendi şeflerinin sevk ve idaresinde Oğuz kabilelerinin, Güneydoğu Anadolu’da hâkim Mervanoğulları ve el-Cezire’de hâkim Ukayloğulları Devleti arazisini istila ve yağma etmeleri, Tuğrul Bey’in vazifelendirdiği İbrahim Yınal’ın, Yâkûtî’nin ve Kutalmış’ın Kuzeybatı İran’da, özellikle Irak’ı Acem’de mahalli şehir devletleri arazisini muntazam ordularla, bir plan dâhilinde fethetmeleri bir tarafa bırakılacak olursa, devlet merkezini doğu İran’daki Nişabur şehrinden, İbrahim Yınal’ın fethettiği Rey şehrine nakleden (434/1043) Tuğrul Bey’in münasebete giriştiği ilk müstakil devlet, Büveyhoğulları Devleti’dir.[8]
            Selçuklular Dandanakan savaşından (431/1040) sonra toplanan kurultayda o zamana kadar ele geçirilmiş ve ileride ele geçirilecek topraklarını hânedan üyeleri arasında paylaştırmışlardı.[9]
            Gazneliler’in Dandanakan’da yenilmesinden sonra Selçuklu akıncıları, güneye doğru inmeye başladılar. Bu sırada Kirman, Büveyhîler’den İmâdeddin Ebû Kâlicar Merzuban (415-440/1024-1048)’ın idaresinde idi. Tuğrul Bey Rey şehrine girdikten sonra (435/1043) askerlerinden bir kısmı, muhtemelen, Kirman’a gelerek burayı önce yağmalamış, sonra da bazı bölgelere sahip olmuşlardı. Bu durumu öğrenen Büveyhî emiri İmadeddin Ebû Kâlicar, kalabalık bir orduyu Ciruft kalesi yakınlarında bulunan Oğuzlar üzerine gönderdi. İki taraf arasında yapılan şiddetli savaşı Büveyhîler kazanarak Kirman’da bozulan düzeni yeniden sağladılar. Böylece Kirman bölgesi birkaç yıl daha Büveyhîler’in idaresinde kaldı.[10]

Selçuklu - Büveyhî Arasındaki Ilımlı İlişkiler
            Bu yıl (435/1043) içerisinde Isfahan da fethedildi.[11] Durum böyle olunca, Selçuklu Devleti’nin sınırları Büveyhî Devleti’nin sınırları ile birleşti. Tuğrul Bey gibi azim sahibi bir fatihin ülkesinin sınırlarının başka bir ülkeyle bitişmiş olması demek, er geç bu ülkenin de sonunun gelmiş olması demekti. Büveyhoğulları, geleceğin kendilerine neler getireceğini sezmekte gecikmediler. Halife Kâim Bi-Emrillah’a sığındılar. Halife de duruma müdahale etti. Bütün İslam ülkelerinin Kâdi’l- Kudât’ı Ebû’l Hasan Ali b. Muhammed b. Hâbib el-Maverdî’yi elçi veya temsilci olarak Tuğrul Bey’e gönderdi. Bu zât, Tuğrul Bey ile Büveyhoğulları arasında tasavvutta bulunacak, münasebetlerini tanzim edecek, sulh ve anlaşmalarını temin edecekti.[12]
            Böylece Büveyhoğulları hükümdarı Ebû Kâlicar Şiraz şehri etrafına sur inşa ettirmek suretiyle müdafaa tedbirlerine başvurmasına rağmen, Selçuklu Devleti’nin arz ettiği tehlikeyi çabucak idrak eden Ebû Kâlicar, Tuğrul Bey ile sulh yoluna girmiştir. Teklifi kabul eden Tuğrul Bey kardeşi İbrahim Yınal’a, Büveyhoğulları arazisine girmemesini emretti.[13] Ancak gelişmelere baktığımızda bu barışın uzun süre devam ettiğini söylemek mümkün değildir.
            İki devlet arasında bir yığın, küçük beylikler “Mülûku’t-Tavâif” vardı. Bunlar bir o tarafı, bir bu tarafı tutuyorlardı. Nihayet bu beylikler, iki kuvvetli devletin birbiri ile çatışmalarına sebep oldular.[14]

Selçuklu - Büveyhî Arasındaki Ilımlı Münasebetin Pekiştirilmesi
            Arka arkaya meydana gelen bu hâdiselerin neticesinde iki komşu ve kuvvetli devlet arasında savaş çıkma ihtimali gittikçe yükseliyordu. Sınır boyunca bulunan küçük hükümetlerin bir gün bu tarafa diğer gün öbür tarafa yaklaşmaları, iki devletin arasını bozmak için kâfiydi.[15] Bu arada Ebû Kâlicar daha akıllıca bir politika takip ederek Selçuklu rakibiyle bir barış anlaşması yapmak üzere görüşmelere başladı.[16] İlk önce Ebû Kâlicar 439/1047’de Tuğrul Bey’e bir elçi göndererek barışın mümkün olup olmadığını yokladı. Aralarındaki ihtilafların barış yoluyla halledilebileceğinden bahsetti. Bunun üzerine Tuğrul Bey de kardeşi ve ordu komutanı bulunan İbrahim Yınal’a haber göndererek “Eline geçirmiş olduğu yerleri muhafaza etmesini ve diğer yerlere ilişmemesini” bildirdi.[17]
            İki tarafın barışı devam ettirmeleri için başka çareler de düşünüldü. Ebû Kâlicar, iki komşu arasında akrabalık kurulması için teşebbüse geçti. Kendi kızını Tuğrul Bey’e vermeyi, Çağrı Bey’in kızını da oğlu Ebû Mansur Fulad Sütun ile evlenmesi kararlaştırıldı. (439/1047)[18]
            Ancak bu barış, bir süreden beri imparatorluğun siyasi hayatında önemli bir rol oynayan Kirman bölgesinde bozuldu.[19] Kavurd, emrindeki beş altı bin Türk süvariyle kendisine ayrılmış olan Kirman bölgesine girdi. Türklerin geldiğini haber alan Büveyhî emirinin, Kirman’daki naibi komutan Behram b. Leşker-Sitân, karşı koyamayacağını anlayınca, Kirman’ın merkezi Berdesir’e çekilerek savunmaya başladı. Türk askerlerinin okları karşısında güç durumda kalan Behram, Şiraz’da bulunan Ebû Kâlicar’dan yardım istemek zorunda kaldı. Behram eman dileyerek şehri teslim etmeye ve kızını da Kavurd’a vermeye razı oldu.[20]
            Bu sırada yardım isteğini haber alan Ebû Kâlicar, topladığı bir orduyla Şiraz’a hareket etmiş, ancak Hennab kasabasına vardığı zaman ölmüştür. Onun ölümünden sonra beraberinde getirdiği ordu, Türk saldırısı ve Kavurd’un büyüklüğü karşısında mücadeleyi göze almayarak tekrar Fars’a döndü. Böylece 440/1048 yılında Kuzey Kirman (serd-sir) Selçukluların eline geçmiş oluyordu.[21] Artık esası bu bölge olmak üzere, daha sonra buna katılacak olan Fars eyaleti ve umman bölgeleri Kirman Selçukluları topraklarını oluşturacak ve 583/1187’ye kadar Kavurd’un soyundan gelecek olan meliklerin elinde bulunacaktı.[22]
            Kavurd, Büveyhîler’in elindeki Umman’a Selçuklu tarihinin ilk deniz aşırı seferini gerçekleştirerek sahip oldu. Umman’ı Kirman’ın batısında merkezi Şiraz olan Fars eyaletinin alınması takip etti (454/1062).[23]

            Ebû Kâlicar’ın ölümüyle (440/1048),  Büveyhoğullarının durumu karışık bir hal almış, böylece Büveyhoğullarının da kuvvet ve kudretinin sonu gelmiş oluyordu.[24] Çünkü Ebû Kâlicar’ın ölümüyle, oğulları arasında taht mücadelesi başlamış ve iç savaşlar baş göstermiştir.
            Ebû Kâlicar’ın oğulları arasında çıkan bu savaşlar, Büveyhîler’in zayıflamasının en önemli âmillerinden biri olmuştur. Zira Meliku’r-Rahim, ülkesi üzerinden Selçuklu tehlikesini uzaklaştırmak için kardeşlerinden yardım istemek yerine, onlarla mücadele yolunda gücünü tüketmiş ve kuvvetli rakibi Selçuklular’ın Bağdat’ı ele geçirmesine zemin hazırlamıştır. Büveyhoğulları’nın düşüşünü çabuklaştıran önemli nedenlerden biri de onların Türk komutanlarından biri olan Ebû’l Haris Besasiri’nin halife Kâim’e olan düşmanlığıdır.[25]
            Büveyhoğulları devletinde baş gösteren taht mücadelelerinde Selçuklu Devleti’nin de büyük rolü olmuştur. Fula’d Sutün (Ebû Mansur)’un Selçuklular’ın damadı oluşu, babasının yerine geçen Meliku’r-Rahim’i müşkül durumda bırakıyordu; nitekim O, Şiraz’ı ele geçirmeye muvaffak olmuştu (445/1054). Bununla beraber, Meliku’r-Rahim, öteki kardeşi Ebû Ali’yi Basra’dan sürüp çıkarmıştı. Ebû Ali İsfahan’a giderek Tuğrul Bey’e sığındı (444/1052-53). Ebû Ali, Tuğrul Bey’in emrine verdiği Oğuzlar’la Huzistân’ı fethetti (446/1055). Kirman zaten Selçuklu Kavurd tarafından fethedildiği için, Büveyhoğlulları hükümdarı Meliku’r-Rahim’in elinde sadece Irak kalmıştı.[26]
           
Arslan El-Besâsirî Hâdisesi Ve Tuğrul Bey
“Ebû Mansur el-Besâsirî” de denilen Ebû’l Haris Arslan et-Türkî[27] adlı bir Türk komutanı hizmetinde bulunduğu Büveyhoğulları Devleti’nin zayıflaması ile Irak’ta meydana gelen kuvvet boşluğunu doldurmak için harekete geçti ve birçok yeri istila ederek adını duyurmayı başardı. Irak, Ahvaz ve havalisinda, minberlerinin çoğunda onun adına hutbe okundu. Abbasî Halifesi el-Kâim, ona sormadan emir veremez, onun fikrini almadan iş yapamaz hale geldi. Onun halifelik hakkında kötü emellerinin olduğu ortaya çıkınca, Halife, Tuğrul Bey’i Bağdat’a davet etti.[28]
            Diğer taraftan, Besâsirî de hareketlerine mesnet olarak, Halife’nin veziri Emirü’l-Ümerâ b. Müslime’yi Oğuzlar’ı Irak’a davet etmekle itham etti (446/1055). Buna karşılık vezir de onu Mısır Fatımî hükümdarı el-Müstansır ile mektuplaşmakla suçladı (447/1055). Böylece Besâsirî ile Halife’nin arası, bir daha düzelmeyecek şekilde bozuldu.[29] Bununla beraber 446/1055’te Musul emiri Kureyş b. Bedrân*, Enbar ve Harbâ şehirlerini ele geçirerek, uğrayacağı saldırılara karşı da, Tuğrul Bey’in himayesinde ve itaatinde olduğunu ileri sürdü. Bu ülkeler aslında Arslan Besâsirî’nin ülkesi idi. Arslan Besâsirî ise, o sırada Irak’ta bulunan bütün Türk kuvvetleri ve askerlerinin komutanı idi. Arslan kendi ülkesine vaki olan bu saldırıyı hazmedemediğinden, memleketini geri almak istedi. Ramazan’da Musul Emirî Kureyş b. Bedrân’ın iki temsilcisi Halife’nin huzuruna geldi. Onlar, muhtemelen, bu meseleye son bir hal çaresi bulmak için gelmişlerdi. Arslan Besâsirî bunların geldiklerini haber alınca çok kızdı ve yakalanmalarını istedi. Fakat eline geçiremediğinden çok içerledi. Bu yüzden Halife’ye karşı tutumunu değiştirdi. Halife’yi ve Emirü’l-Ümerâ’yı tazyik altına aldı. Üç dört ay bunlara yapmadığını bırakmadı. Besâsirî’nin Halife’ye karşı böyle davranması halk içinde memnuniyetsizliğe yol açtı. Emirü’l-Ümerâ’nın tahrikiyle halk kendine karşı ayaklanmaya başladı. Bu durum öyle büyüdü ki, bir ara Besâsirî’nin Bağdat’ta bulunmadığı bir sırada halk, sarayına saldırıp, evini yağmalayarak her şeyini tahrip ve talan etti.[30]
Tuğrul Bey’in Bağdat’a Gelişi
Abbasî Halifesi Kâim Bi-Emrillah Bağdat’ta Büveyhîler’in ve Türk askeri komutanı Arslan Besâsirî’nin baskısıyla, onların içine düştükleri maddi sefaletten şikâyetçiydi. Ayrıca Arslan Besâsirî’nin Mısır Fatımî Devleti ile iletişimde bulunması Abbasî Halifesi (o sırada Rey’de bulunan) Tuğrul Bey’e elçi göndererek ısrarla Bağdat’a davet etti ve içinde bulunduğu bu güç durumdan kurtarmasını istedi (444/1052).
Bu ısrarlı davetler sonucu Tuğrul Bey 447/1055’te Bağdat’a hareket etti.[31] Tuğrul Bey, davet üzerine Hülvan’a geldiği zaman, Büveyhîler’in son hükümdarı Meliku’r-Rahim de Bağdat’a doğru yola çıktı.[32] Halife Kâim Bi-Emrillah, Meliku’r-Rahim’e mektup yazarak, Besâsirî’nin halifeye karşı isyan yolunu tutmuş olduğunu bildirerek “sen onunla dostluk münasebetini devam ettirirsen, bizimle alakanı kesmen gerekir. Yok, bizim itaatimizde isen, Besâsirî’yi bırakman gerekir” şeklinde kat’i talimat verdi.[33] Başka bir zaman olsaydı ve Halife böyle bir emri Büveyhî hükümdarına vermekle kendi hayatıyla oynaması demek olurdu. Ancak şartlar şimdi tamamıyla değişmiş bulunmakta idi. Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim, ister istemez Halife’nin bu emrine boyun eğerek Besâsirî’yi yanından uzaklaştırdı.[34] Fakat Büveyhîler’in hizmetindeki gulam Türkler, Halife’nin düşman saydıkları Tuğrul Bey’i Irak’tan uzak tutacağını kendilerine vaat ettiğini, hâlbuki onun yaklaştığını söylediler ve geri dönmesi için emir vermesini istediler. Kendilerine kat’i bir cevap verilmedi. Özellikle vezir Emirü’l-Ümerâ, Tuğrul Bey’in gelmesini ve Büveyhî Devleti’nin inkırazını istiyordu.[35]
Diğer taraftan da Tuğrul Bey Bağdat’ta bulunan Türk ordusu mensuplarına haber salarak, kendisinin de Türk olduğunu ve Türklerle iyi geçineceğini, kendilerine karşı sevgiyle davranacağını ve onları himaye edeceğini bildirdi. Türkler Tuğrul Bey’i Başbuğ olarak kabul etmek istemiyorlardı. Ancak diğer taraftan da Halife’ye yakınlığını gönülden istiyor, Büveyhîler’in de iktidarının sona ermesini arzuluyorlardı.[36]
Besâsirî Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelişini duyduğu zaman Bağdat’ı terk ederek akrabası olan Hire emiri Dubeys b. Bedran’a sığındı.[37] Daha sonra da Suriye’de bulunan Rahbe’ye geçti.[38]
Tuğrul Bey’in parlak vaatlerde bulunmasına rağmen, muhtemelen varlıklarının sona ereceği korkusuyla Bağdat’taki Türklerin çoğu, Deylemli savaşçılar ve Türkmenlerin komşuluğundan otlakları için endişe duyan Araplar da Besâsirî’ye katılmışlardı.[39]
Yukarıda da değindiğimiz gibi Tuğrul Bey’in Bağdat’a hareket ettiğini duyan Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim Bağdat’a gelmek için yola çıkmıştı. Besâsirî’yi yanından uzaklaştırdıktan sonra 15 Ramazan 447 (8 Aralık 1055) tarihinde Bağdat’a vardı ve Halife’ye bağlılığını arz etti. Meliku’r-Rahim, Tuğrul Bey’le şartların gerektiği şekilde bir anlaşma yapma işini Halife’ye bırakmış, onun yanındaki komutanlar da aynı şeyi söylemişlerdi. Bunun üzerine askerlerin çadırlarını Bağdat dışından şehrin içine getirip orada kurmalarının ve Tuğrul Bey’e bir elçi gönderip itaat arz ettiklerinin ve adına hutbe okutacaklarının bildirilmesinin daha doğru olacağı söylendi. Onlar da kabul edip çadırları şehrin içinde kurdular. Sonra da Tuğrul Bey’e elçi gönderdiler. Tuğrul Bey de onların isteklerini kabul edip, onlara ihsan ve yardım vaadinde bulundu.[40]
Halife Sultan Tuğrul Bey’in gelişine çok önem vermiş, daha Bağdat’a gelmeden adına hutbe okutturmuştu (22 Ramazan 447/15 Aralık 1055).[41]
Nihayet Bağdat’a ulaşmış olan Tuğrul Bey, Bağdat’a girmek için Halife’ye haber gönderip izin istedi, o da kabul etti. Vezir Emirü’l-Ümerâ, kadılar, nakîbler, eşraf, şâhitler, hizmet erbabı ve devletin ileri gelen simalarından müteşekkil büyük bir alayla Tuğrul Bey’i karşılamaya çıktı. Melikü’r-Rahim’in önde gelen komutanları da ona refakat etti. Tuğrul Bey onların kendisini karşılamak üzere yola çıktıklarını öğrenince, onları karşılamak maksadıyla komutanlarını ve veziri Ebû Nasr el-Kündûri’yi gönderdi. Emirü’l-Ümerâ, Sultan’ın yanına varınca halifenin mektubunu ona takdim etti ve halife ile Meliku’r-Rahim ve ordu komutanlarına bir zarar gelmeyeceğine dair yemin etmesini istedi. Tuğrul Bey 25 Ramazan 447 (18 Aralık 1055) Pazartesi günü Bağdat’a girerek Bâbu’ş-Şemmâsiyye’de konakladı. Musul hâkimi Kureyş b. Bedrân da Tuğrul Bey’in yanına geldi.[42] Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, Kureyş daha önce Tuğrul Bey’e itaat arz etmişti.
Halife, Tuğrul Bey’i büyük törenlerle karşıladı.[43] Bağdat girişindeki karşılamadan sonra Halife Tuğrul Bey’i sarayında kabul etmiş, onu kendi tahtının yanına oturtmuş ve hil’at giydirmiştir.[44]
Halife’nin Tuğrul Bey’in gelişine çok önem vermesi ve daha Bağdat’a girmeden hutbe okutması, Tuğrul Bey’e İslam Dünyasına yaptığı hizmetlerden dolayı bir ödüldü. Böylece İslam dünyasının önemli bir bölümünde Tuğrul Bey’in adı ve otoritesi hâkim olmuş oldu. Önemli bir bölümü diyoruz, zira bu dönemde Fatımîler’in Mısır’da halifeliklerini ilan etmesiyle, Abbasîler İslam dünyasının tek otoritesi olma özelliğini fiilen kaybetmişlerdi.
Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelmesi artık, Selçuklu saltanatının, Büveyhî saltanatına muzaffer olduğunu göstermektedir. Bundan sonra, artık Büveyhî saltanatının yaşamasına ve devam etmesine pek az imkân kalmıştı. Ortaya çıkan yeni olaylar ve tesadüfler bu konuda yardımcı olmuş ve Büveyhîler ile Selçuklular arasında bazı meselelerin doğmasına sebep olmuştu.[45]
Tuğrul Bey’in Bağdat’ta bulunuşunun ikinci gününde, askerleri şehre girip ihtiyaçlarını karşılamak için halkın arasına karışınca çatışma oldu.[46] Anlaşmazlık kısa sürede büyüdü. Bu durumu gören ordugâhtaki Selçuklu komutanları, kuvvetleriyle şehre girerek isyanı bastırdılar. Her iki taraftan da epey asker hayatından oldu. Kaçamayan Arslan Besâsirî’ye bağlı askerler de esir edilip mallarına el konuldu.[47]
Olaylar bastırıldıktan sonra, Tuğrul Bey, Halife’ye haber gönderip ona serzenişte bulundu. Meydana gelen olayları Meliku’r-Rahim ile askerlerinin yaptığını iddia ederek, “Eğer hemen gelirlerse, kendilerini temize çıkarırlar, huzura gelmekte geç kalırlarsa işte o zaman bütün bu olayları onların kundakladığına kesin olarak inanırım. Ayrıca onun galip gelmeye gücü yetmez” dedi.[48]
Tuğrul Bey, Meliku’r-Rahim ve onun ileri gelen adamları için eman vermesi üzerine Halife onlara Tuğrul Bey’in yanına gitmelerini emretti. Halife onlarla beraber Sultanın zihnini bulandıran bu işlerle onların hiçbir ilgilerinin olmadığını söylemek üzere bir de elçi gönderdi.[49]
Heyet mensupları Tuğrul Bey’in huzuruna çıkarılınca, Halife’nin elçileri hariç olmak üzere, hepsini yakalattı ve hapse attırdı. Meliku’r-Rahim daha sonra Sirevan kalesine gönderildi.[50]
Tuğrul Bey’in anlaşma hilafına yaptığı bu icraat, Halife’nin gözünden kaçmadı. Halife, Sultan Tuğrul Bey’e haber gönderip, Meliku’r-Rahim ile adamlarının tevkif edilmesi ve Bağdat’ın yağmalanmasını yadırgadı: “onlar benim emrim ve emânımla senin yanına geldiler. Ya onları derhal bırakırsın ya da Bağdat’ı terk edersin; çünkü ben seni Hilafet makamının emirlerini kuvvetle icra edeceğini, aile mahremiyeti ve mesken masumiyetine saygı duyulacağını düşünerek çağırmış ve tercih etmiştim. Hâlbuki şimdi olayların bunun tam aksine cereyan ettiğini görüyorum.” dedi.[51]
Bunun üzerine Tuğrul Bey, Meliku’r-Rahim hariç yakalananların hepsini serbest bıraktı. Yine bu kimselerin ele geçirilmiş bütün mal ve arazileri kendilerine geri verildi. Ancak emirler ve ordu komutanları ve diğer ileri gelen askeri şahıslar için alınmış olan arazi yani Guz Türkmenlerinin Bağdat civarında edindikleri yerler ellerinde kaldı. Tuğrul Bey bunlara karşılık bedel ödedi.[52]
Böylece Tuğrul Bey, Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim’i etkisiz hale getirmesiyle birlikte Büveyhî Devleti’nin Bağdat’taki 110 yıllık hâkimiyetine son vermiş oldu.[53]
Tuğrul Bey’in Bağdat’ta kaldığı süre içersinde askerlerin halk üzerindeki baskısı ağırlaştı. Halife, son Büveyhî hükümdarı Meliku’r-Rahim’in tutuklanmasını ve Bağdat’taki Selçuklu askerlerinin sert tutumlarını iyi karşılamamış ve teminatı altında bulunan bu hükümdarın serbest bırakılmasını istemişse de, Tuğrul Bey olup bitenlere Büveyhîler’in emrindeki Türklerin sebep olduğunu, kendisine saygı duyduğunu ifade etmiştir. Bu küçük gerginlikten sonra Tuğrul Bey halifelik tahsisatını arttırarak iyi ilişkilerin tekrar kurulmasını sağlamıştır. Ancak Halife durumdan hoşnut olmadığını göstermiş, ya halka iyi davranılmasının sağlanmasını, ya da Bağdat’tan ayrılmasını istemiştir.[54] Tuğrul Bey de 448/1056 yılında Bağdat’tan ayrılmıştır. Sultan Bağdat’tan ayrılmadan yıkılan ve harap olan birçok yerin imar edilmesini sağlamış, ayrıca bir saltanat sarayının da inşa edilmesini emretmiştir.[55] Tuğrul Bey, bundan sonra sürekli görev yapacak olan bir şahne (vali) tayin etmiştir.[56] Bu vali Bağdat’ta bulunacak ve Selçuklu Devleti’nin halifeliği denetimi altında bulundurmasını sağlayacaktı.[57] Bu da, mahalli bir hanedanlık olan ve bizzat Bağdat’ta ikamet eden Büveyhî hükümdarların aksine, Selçuklu Sultanlarının başkentte ikamet etmesi ve Hilafet merkezi olan Bağdat’ta bir vali bulundurmaları, onların büyük bir devlet olduklarının da göstergesiydi.
Selçuklu Sultanının Bağdat’ta sergilediği bu ihtişam, Şiî Fâtımî Devletini endişelendirmişti. Bu bakımdan onlar, kaçmış olan Arslan Besâsirî’yi destekleyerek onun etrafında birleşmeye çalıştılar.[58]
Arslan Besâsirî’ye gelince, yanına kaçan askerleri ve Fatımî Halifesi Mustansır’dan aldığı yardımcı kuvvetler ile Rahbe’de bir ordu meydana getirmişti. Sultan Tuğrul Bey onun üzerine Kutalmış ile Musul Arap Emiri Kureyş’i gönderdi. Ancak Kutalmış’ın Sincar civarında yaptığı savaşı Kureyş’in Besâsirî tarafına geçmesiyle kaybetmesi üzerine (448/1057) Tuğrul Bey, bizzat sefere çıkma gereğini hissetmiş ve Bağdat’a gelişinden 13 ay 13 gün sonra bu şehirden ayrılarak büyük bir orduyla Besâsirî’ye karşı harekete geçmişti (Ocak 1057). Tuğrul Bey’e İbrahim Yınal ve Yakutî de yolda katıldılar. Selçuklu ordusunun ilerlediğini duyan Besâsirî önce Rahbe’ye sonra da Bâlis şehrine kaçtı. Bu sefer sırasında Cizre ve Sincar Selçuklular tarafından hücumla alındı. Sincar Emiri ve halkın bir kısmı Kutalmış’ın askerlerine yaptıkları fena muameleden dolayı öldürüldüler. Diyarbekir Mervani Emiri Nizamüddevle Nasr ise 100.000 dinar göndererek itaatini tekrarlamıştı. Tuğrul Bey, Musul’u İbrahim Yınal’ın idaresine vererek Bağdat’a döndü (449/1057).[59]
Sultan Tuğrul Bey, Bağdat’a geldiği zaman bu kez halife ile görüştü. Halifelik sarayında iki tarafın en büyük devlet adamlarının ve büyük âlimlerin yer aldığı muhteşem bir merasimle Halife Kâim Bi-Emrillah, Tuğrul Bey’i Melikü’l-Meşrik ve’l-Mağrib “Doğunun ve Batının hükümdarı” ilan etmiş ve kendisine Ebû Talib künyesiyle Rüknü’d-Dîn “Dinin temel direği” lakabını vermiştir. Ayrıca Halife, Tuğrul Bey’e hil’atler giydirdi ve iki kılıç kuşattı (26 zilkade 449/29 Ocak 1058).[60] Artık İslam âleminin siyasi hâkimiyeti, halife eliyle resmen sultan Tuğrul Bey’e geçmiş oluyordu. Böylece, din ve dünya kuvvetleri birbirinden ayrılmış ayrılıyordu. Bugünkü manasıyla adına ‘laiklik’ denmese de, ilk kez bir halife siyasi gücünü bir hükümdara devrederek, kendisini siyasi hâkimiyetten kopararak sadece dini lider olarak kabul ediyordu.
Büyük Selçuklular’ın Bağdat’a gelişleriyle halife Şiîlerin baskısından kurtulmuştur. Ancak, İslam tarihinde belki de ilk defa Tuğrul Bey zamanında halifenin dünyevi yetkileri bir anlaşmayla sultana devredilmiş, kendisi sadece İslam toplumunun dini lideri olarak kalmıştı.[61] Buna göre biri dini lider, öteki de dünya işlerinin lideri olmak üzere iki kişi, -halife ve sultan- İslam dünyasını idare ediyorlardı. Hakikatte otoritede de eşitlik söz konusu değildi. Halifelik, asla böyle bir taksimata razı değildi. Kaldı ki halifeliğin Müslümanlar üzerinde nüfuzu vardı. Halifelik makamı hiçbir zaman halkın gözünden düşmemiştir.[62] Büyük Selçuklular ise hilafet merkezine Türk devletinin bir vilayeti, başkentten sonra gelen ikinci büyük şehri gözüyle bakmışlar ve daima saygı gösterdikleri halifeyi muhterem bir vatandaş saymışlardır. İlk defa Barthold tarafından işaret edilen Selçuklu Devletindeki laiklik fikri, Tuğrul Bey’in halife Kâim’in yıllık para ve erzak tahsisatını arttırmakla yetinerek dünyevi meseleleri kendi üzerine alması şeklinde tatbik mevkiine konmuştur.[63] Oysa bütün idari işleri fiilen sultanın yürütmesi, idari bir taksimat değil, otorite ile alakalıdır. Barthold tarafından iddia edildiği gibi bu fiilin laiklikle alakasının olmadığıdır. Kaldı ki laiklik yüzyıllar sonra ortaya çıkmış bir kavramdır.

Besâsirî’nin Bağdat’ı Zabtı ve Halife’nin Esir Edilmesi
            Tuğrul Bey’in Büveyhîler’i ortadan kaldırma maksadıyla Sincar üzerine yürüdüğü sıralarda amcazadesi Kutalmış’ın kardeşi Resul Tekin; Basra, Ahvaz ve Şiraz taraflarını işgal ederek isyan bayrağını çekmişti. (449/1057-58).[64] Bundan sonra İbrahim Yınal’ın Fatımîler’in ve Besâsirî’nin teşvikiyle Tuğrul Bey’e karşı açıkça isyan ettiği görülmektedir (450/1058).[65]
            Sultan Tuğrul Bey, İbrahim Yınal ile Resul Tekin isyanlarıyla uğraşırken Besâsirî bu fırsattan yararlanarak Bağdat’a yürümüştü. Bağdat şahnesi Aytegin yanında az bir kuvvet bulunduğundan karşılık koyamadan şehri terk etmiş. Besâsirî de Bağdat’a rahatça girmişti.[66]
            Arslan Besâsirî 8 zilkade 450/27 Aralık 1058 günü Bağdat’a girdi.[67] Halife’nin askerlerini ufak bir çatışmadan sonra yendi. İsyancı ordu Hilafet makamına doğru yürüdü. Nihayet Halife El-Kâim, bu duruma bizzat müdahale etmek zorunda kaldı. Siyah elbiselerini giyinip bir ata binerek elinde kılıç, hilafet sarayının mensupları ve saray hademelerini de yalın kılıç hareket ettirerek Besâsirî’nin üzerine yürüdü. Bu sırada Emirü’l-Ümerâ da Kureyş b. Bedrân’ın yanına giderek Halife için eman istedi. Kureyş bu isteği kabul ederek Halife’nin bütün mensuplarını kendi himayesine aldı. Fakat Besâsirî’nin baskısı sonucu Kureyş bu emanından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Emirü’l-Ümerâ’yı Besâsirî’ye, Halife’yi kendi amcazadesi Muhiddin Ebû’l-Haris Muharreş İbn Mücellâ el-Ukayli’nin yanına Âne kalesine gönderdi. Halife’nin karısı Arslan Hatun’u da İbn Cerde’nin himayesine verdi. Halife’nin adamlarını ve saray mensuplarını da yanından uzaklaştırdı. Bundan sonra Benû Ukayl bedevileri ile kontrol dışı olan Türkler hilafet sarayına saldırarak yağmaladılar. Artık Besâsirî, bütün Irak’ın ve el-Cezire’nin büyük bir kısmının müstakil hükümdarı olmuştu. Irak’ın her tarafına valiler ve idareciler tayin etti. Bağdat Hilafet merkezinde bir sene kadar Abbasîler’in yerine Fâtımî halifeleri adına hutbe okundu. Besâsirî, Bağdat’ta müstakil ve muntazam bir hükümet kurdu. Bayram günü gelince, bayram yerinde ve tarihte ilk defa olarak Abbasî bayrağı yerine Mısır’ın Fatımî bayrağı dalgalandı. Daha sonra da Emirü’l-Ümerâ ve Irak mutemedi öldürüldü.[68]
            Diğer taraftan bu durumu haber alan Sultan Tuğrul Bey, daha İbrahim Yınal’ın işini bitirmeden önce, Besâsirî’nin müttefiki Kureyş’e elçi göndererek “Halife ile beraber esir düşen eşi Selçuklu Prensesi Arslan Hatun’un kendisine gönderilmesini ve halifenin serbest bırakılarak makamına iadesini” istiyordu. Ancak, Tuğul Bey’in İbrahim Yınal karşısında zafer kazanmasından sonra Arslan Hatun geri gönderildi. Sultan, Halife’nin serbest bırakılmadığını görünce tekrar Bağdat üzerine yürüdü.[69]

Tuğrul Bey’in II. Bağdat Seferi Ve Arslan Besâsirî’nin Öldürülmesi
Bağdat’ın Arslan Besâsirî tarafından işgal edilmesi üzerine Tuğrul Bey, Besâsirî ile Kureyş’e haber göndererek, halife el-Kâim Bi-Emrillah’ın sarayına iadesini ve kendi adına hutbe okutulup para kesilmesi şartını kabul ederlerse, Irak’a yürüyemeyeceğini bildirdi. Ancak Besâsirî Tuğrul Bey’in teklifini kabul etmedi. Bunun üzerine Tuğrul Bey de harekete geçerek Kasr-ı Şirin’e geldi. Selçuklu ordusunun yaklaşmakta olduğunu haber alan Besâsirî ailesiyle birlikte kaçtı (451/1059). Bağdat’ta bulanan Sünnî halk Besâsirî’nin çekilmesinden sonra Şiî halk üzerine yürüdü. Bunun sonucu olarak çıkan olaylarda çok sayıda kişi öldü. Çıkan yangınlarda da Bağdat’ın bir kısmı yandı. Tuğrul Bey işte böyle bir hengâmede Bağdat’a girdi. Fatımî halifesi adına imamlık, müezzinlik ve hatiplik yapanlar bertaraf edildi.[70]
            Halife Kâim Bi-Emrillah Bağdat işgal edildiğinde, Kureyş b. Bedrân’ın karargâhına getirilmiş, daha sonra da Kureyş halifesi amcazadesi Muhariş b. el-Mücella’ya teslim etmişti. Muhariş, Tuğrul Bey’in kararlılığı karşısında, halifeyle karısını Bağdat’a gönderdi. Sultan Tuğrul Bey, halifeye büyük bir hürmet göstererek, hatta yer öpüp, atının yularını tutarak onu sarayına kadar götürdü (452/1060).
            Halifenin makamına iadesinden sonra Tuğrul Bey, yanında Gümüştegin, Erdem, Savtegin, Humartegin ve üvey oğlu Anüşirvan olduğu halde Besâsirî’yi takibe koyuldu. Onu Suriye’ye kaçamadan yakalayarak adamlarıyla birlikte öldürttü (452/1060).[71] Selçuklu Sultanı’nın Bağdat’a dönüşü şenliklerle karşılandı.[72]
            Bağdat’ın bundan sonra kazandığı görünüm daha fazla bir değişikliğe uğramadı.[73] Böylece Besâsirî’nin Şiîliği yayma ve hâkim bir mezhep haline getirme faaliyetleri kesin bir şekilde sona ermişti. Bu olay, Bağdat’ta ve Sünnî İslam âleminde büyük bir sevinç meydana getirmiştir.[74]
            Halife Kâim Bi-Emrillah, sultan Tuğrul Bey’e göstermiş olduğu bu başarılardan dolayı, “doğunun ve batının sultanı” (Sultanu’l-maşrik ve’l mağrip) unvanıyla taltif etti ve adına hutbe okuttu.[75] Halife Kâim, bunlarla da kalmayarak hâkimiyeti altındaki bütün topraklarının yönetimini sultan Tuğrul Bey’e devrettiğini resmen bildirdi.[76] Böylece halifenin dünyevi yetkilerini kendi rızasıyla Selçuklu sultanına devrettiği ve kendisinin sadece dini lider olarak kaldığı resmen tescil edildi.[77] Tuğrul Bey’in, Şiî Büveyhîler’in en etkili komutanlarından olan Arslan Besâsirî’yi de ortadan kaldırmasıyla Sünnî İslam dünyasının en büyük sultanı olduğu halife tarafından kabul edilmiş oldu. Ayrıca Arslan Besâsirî’nin öldürülmesiyle Büveyhîler’in Bağdat’taki son kalıntıları da silinmiş oluyordu.
            Şiraz’daki Büveyhîler ise, Bağdat’takilerden daha çok dayandılar. Bir asırlık sükûnet döneminden sonra Büveyhî imparatorluğu Meliku’r-Rahim’in döneminde savaşın dehşetini yaşamış, bunu da Selçuklular’ın sebep olduğu tahribatın daha güçlü bir dehşeti takip etmişti. Tuğrul Bey 442 (1051–1052) yılında Isfahan’ı kuşattığı zaman şehir bundan ciddi şekilde zarar gördü. Meliku’r-Rahim’in Fars’taki genel valisi Ebû Sad, 444 (1052–1053) yılında Şiraz’da benzer bir tehlikeyi savuşturmuştu. Fakat sonunda savaştaki hareket kabiliyetleri bakımından Selçuklular Büveyhî askerlere üstün gelmişlerdi.
            Zengin ve harap olmamış Fars bölgesi onların istilasına uygun bir bölgeydi. Zaten ülkenin diğer bölgelerini de Oğuz boyları zaptetmişti. 442 (1050–1051) yılında müstakbel Selçuklu sultanı Alparslan Tuğrul Bey’in bilgisi ve rızası olmadan bu bölgeye bir akın yaptı. Fesa’ya yapılan beklenmedik bir baskın sonucunda burayı savunanlar ciddi kayıplar verdiler.
            Alparslan, aldığı ganimetlerle birlikte geri çekildi, ancak Ebû Kâlicar’ın surlarla çevirdiği Şiraz’a ulaşamadı. Bununla beraber özellikle Meliku’r-Rahim’in ölümünden sonra Ebû Kâlicar’ın oğulları arasında uyuşmazlıkların gittikçe artması yüzünden Şiraz güçsüzleşmişti. Ebû Mansur kardeşi, Ebû Sad’ı ortadan kaldırmış, kendisi de 454 (1062) yılında Fadluya’nın başlattığı bir isyan sırasında öldürülmüştü.[78] Fadluya XIV. Yüzyılın başlarına kadar Şebânkâre (Darabcird)’da hüküm sürecek olan Fadluyi hanedanının kurucusuydu. 1062 yılında Şiraz, son olarak Kirman’ın Selçuklu valisi tarafından ele geçirildi.
            Bundan sonraki dönemin karanlığı ve karışıklığı içinde Ebû Kâlicar’ın diğer oğullarının kaderinin ne olduğu bilinmemektedir. Meliku’r-Rahim, 450 (1058–1059) yılında esir olarak bulunduğu Rey şehri kalesinde öldü. Selçuklu istilasının tehlikeli döneminden az da olsa yararlanmayı başaranlar sadece Kâkuyiler idi. Bir yıl süren bir kuşatmadan sonra Isfahan’ın ele geçirilmesi üzerine Selçuklular Kâkuyi Faramurz b. Alâuddevle’ye Yezd ve Eberkuh’un tımar arazilerini bağışladılar. Böylece Faramurz ve halefleri, Yezd’i oldukça iyi bir duruma getirmiş oldular.[79]

SONUÇ
Selçuklular, Ortadoğu’ya indikleri zaman İslam Dünyası büyük bir bunalım ve kargaşalık içindeydi. Bağdat’ta bulunan Abbasî halifesi Sünnî İslam Dünyası’nın en büyük lideriydi. Ama Abbasî İmparatoru olarak siyasi ve askeri gücünü kaybetmişti. Bağdat’a ve İran’ın bir kısmına hâkim olan Şiî Büveyhîler, halifeyi bir kukla haline getirmişlerdi ve bütün siyasi ve askeri otoritelerini kaybetmişlerdi. Buna karşılık Büveyhîler merkezi hükümetin meşruiyet kaynağı ve dini lider olarak Abbasî Halifeleri’ni başta tuttular. Ancak istediklerini halife yaptırıyor, istemediklerini de hiçbir zorlukla karşılaşmadan bertaraf ediyorlardı. Artık Bağdat İslam dünyasının bir merkezi olmaktan çıkmıştı.
Gerek Müstekfi, gerekse Mutî zamanında bu halifelerin, saray duvarlarını bile aşamayan yetkilerine bakarak, sadece adı kalmış olan Abbasî imparatorluğunun bu çağını küçümsemek doğru olmaz. Çünkü bu dönemdeki çok seslilik farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Büveyhîler’in bilim ve fenne karşı gösterdikleri kuvvetli ilgi bu devirde yetişen büyük kişilerde açık olarak görülmektedir. Her ne kadar bu dönem Abbasî imparatorluğunda kara bir sayfa (!) olarak görünse de aslında İslam medeniyetinin bilim ve kültür alanında had safhaya ulaştığı bir gerçektir. Nitekim Adam Mez “Onuncu Yüz Yılda İslam Medeniyeti” adlı eserinde bu dönemi “İslam Rönesans”ı olarak nitelendirmektedir.
            Büveyhîler Mısır’a hâkim olan Şiî Fâtımî halifelerini din ve devlet lideri olarak tanıyorlardı, fakat bulundukları bölgede Sünnî Müslümanlar çoğunlukta olduğu için Bağdat Halifesi’ni ortadan kaldırmaktan da çekiniyorlardı.
            Abbasî imparatorluğu içindeki Müslüman ülkelerde hem siyasi anarşi, hem de şiddetli bir inanç kargaşalığı vardı ve çok seslilik mevcuttu. Ortada büyük bir otorite bulunmadığı için İslam topluluğu çeşitli mezhep grupları halinde siyasi parçalanmaya doğru gidiyordu.
            XI. yüzyıl ortalarında Büveyhîler güçlerini kaybettiler. Bu dönemde Arslan Basâsirî Bağdat’a hâkim olarak hutbeyi Fatımî halifesi adına okutmaya başladı.
Abbasî hilafetinin resmen ortadan kaldırılmaya teşebbüs edildiği bu sıralarda İran’da yeni bir güç ve Sünnî inancı benimsemiş olan Selçuklular ortaya çıktı                   
Selçuklular Hilafetin desteğini alarak Büveyhiler’le girdiği mücadelede kesin bir başarı elde etmiş ve Büveyhiler’e son vermiştir. Böylece Sünnî İslam Dünyasında Selçuklu hâkimiyeti kesin bir şekilde kurulmuş, Abbasîler döneminde orduya giren ve kısa bir süre sonra Hilâfet üzerinde otorite kuran Türkler, Selçukluların bu hâkimiyeti ile birlikte bu otoriteyi güçlendirmiş bir bakıma Hilâfet Araplar’dan Türkler’in eline geçmiştir.





































BİBLİYOGRAFYA

·         AĞIRAKÇA, Ahmet, “Büveyhîler Devrinde Türk Kumandanları”, Belleten, sayı: 206-208, Cilt: 53, Ankara, 1989.
·         AŞÛR, Said Abdulfettah, Tarihu’l-İslâm ve Hadaratih, 1.baskı, Kahire, 1987.
·         ALTUNDAĞ, Şinasi, “Kâim Bi-Emrillah”, İ.A., VI.
·         ARSLANTAŞ, Yüksel, “Büyük Selçuklu Devleti ve Abbasî Halifeliği Arasındaki İlk Münasebetler”, Türk Dünyası Araştırmaları, ist. 1995.
·         BURSLAN, Kıvameddin, Irak-Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara, 1999.
  • Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,  İst. 1987, V.
  • GÜNER, Ahmet, “Büveyhîler Dönemi Çok Seslilik”, Dokuz Eylül Üniversitesi. İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: XII, İzmir, 1999.
  • ----------, “Büveyhî Devlet Adamlarının Kitaba İlgileri ve Kütüphaneleri”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir, 2001, XIII.
  • GÜRÜN, Kâmuran, Tüekler ve Türk Devletleri Tarihi, (Harezmşahların sonuna kadar), b.y.y, 1981.
·         HASAN, Hasan İbrahim, İslam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal), Terc. Komisyon, İst. 1985.                        
·         ---------, İslam Tarihi. Çev. İsmail Yiğit, İst. 1986.
·         HITTI, Philip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. Çev: Salih Tuğ, İst. 1980, III.
  • el-IŞ, Yusuf, Tarihu’l-Asri’l-Hilafeti’l-Abbasîyye, Dımaşk, 1982.  
  • İBNÜ’L ESİR, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul, 1987.
  • İBNÜ’L KESİR, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2.Baskı Beyrut, 1990.
  • El-HÜSEYNİ, Sadruddin Ebu’l-Hasan Ali b. Nâşır Ali, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, Çev. Necati Lügal,  Ankara, 1999
·         KAFESOĞLU, İbrahim, “Selçuklular” İ.A. İst., 1966, X.                                                                                           
  • ----------, Türk Dünyası El kitabı, 2.Baskı, Ankara, 1992.
·         KAYAOĞLU, İsmet, İslam Kurumları Tarihi, Konya, 1994.
  • KÖYMEN, M. Altay, Tuğrul Bey ve Zamanı, 1. baskı, İst. 1976.
·         ----------, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara, 1979.
·         KORKMAZ, Seyfullah, “Irak Büveyhîleri Dönemi Paraları ve Bunların Tarihi Değeri”, Erciyes Ünviversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı: 8, Yıl:1999.                                                                                                                            
·         MERÇİL, Erdoğan, “Büveyhîler” DİA,  İst. 1992, VI.
·         ----------,  Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, 2.baskı, Ankara, 1993.
·         ----------, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi” Türkler Ansiklopedisi, Ankara, 2002, IV.
·         MIQUEL, Andre, İslam ve Medeniyeti, çev. Ahmet Fidan, Ankara, 1991.
  • MEVDUDİ, Selçuklular Tarihi, Çev. Ali Genceli, Ankara,1971.
  • MEZ, Adam, Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti, Çev: Salih Şaban, İstanbul, 2000.
  • ÖZTUNA, Yılmaz, “Selçuklular”, Türk Ansikopedisi, Ankara 1980, XXVIII.
·         SEVİM, Ali, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi (Başlangıçtan 1086’ya kadar), Ankara, 1987.
  • ----------, Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi (Başlangıçtan 1086’ya kadar), Ankara,1987.
·         SEVİM, Ali – MERÇİL, Erdoğan, Selçuklu Devletleri Tarihi ( Siyaset, Teşkilat ve Kültür), Ankara, 1995.
  • ŞAKİR, Mahmut, et-Tarihu’l- İslamiyye, 5. baskı, by.y., 1991.
·         WATT, Watt Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri. Çev: E.Ruhi Fığlalı, Ankara, 1981.
  • YAZICI, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, 2.baskı, Ankara, 2002.
·         YETKİN, Şerare, “Abbasîler” DİA, İstanbul, 1988, I.
·         ZETTERSTEN, K. V.  “Büveyhîler”, İ:A., İst. 1961, II.



[1] Köymen, M. Altan, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul 1976, s. 34.
[2] Köymen, a.g.e, s. 35; Kafesoğlu, İbrahim, Selçuklu Tarihi, İstanbul, 1992, s. 18; Köymen, “Tuğrul Bey”
   İ.A., İstanbul 1998, XII-II/32; Yüksel Arslantaş, “Büyük Selçuklu Devleti ve Abbasî Halifeliği Arasındaki
   İlk Münasebetler”, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul 1995, s. 143.
[3] El Hüseynî, Sadruddin Ebu’l-Hasan Ali b. Nâşır Ali, Ahbaru’d-Devleti’s-Selçukiyye, Çev. Necati Lügal, 
   Ankara, 1999, S. 7, Kafesoğlu, a.g.e. s. 18.
[4] El-Hüseynî, s. 13-14; Burslan, Kıvameddin, Irak-Horasan Selçukluları Tarihi, Ankara, 1999, s. 11.
[5] El-Hüseynî, s. 13-14; Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1985, s. 50–51.
[6] Merçil, a.g.e, s. 51.
[7] Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, Ankara, 2002, s. 212.
[8] Köymen, a.g.e., s.32.
[9] Yazıcı, a.g.e., s. 245; Merçil, Erdoğan, D.İ.A., “Büveyhîler”, İstanbul 1992. VI, s. 497;  D.G.B.İ.T., İstanbul
    1989, VII/232; Ali Sevim-Erçil, s. 299.
[10] D.G.B.İ.T., VII, s. 232; Sevim, Ali, - Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi ( Siyaset, Teşkilat ve Kültür),
    Ankara, 1995, s. 299.
[11] Hasan, Hasan İbrahim, İslam Tarihi (Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal), Terc. Komisyon, İst. 1985, 17.
[12] Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Selçuklular Tarihi, Çev. Ali Genceli, Ankara,1971.s. 172–73.
[13] Köymen, a.g.e., s.33.
[14] Mevdudi, a.g.e., s. 174.
[15] Mevdudi, a.g.e., s. 176.
[16] D.G.B.İ.T., V/558.
[17] Mevdudi, a.g.e, s. 176-77; Köymen, a.g.e., s. 32.
[18] Mevdudi, a.g.e., s.177; Köymen, a.g.e., s. 33; Hasan, a.g.e., III/428
[19] D.G.B.İ.T., V/558.
[20] D.G.B.İ.T., V/.233; Sevim-Merçil, a.g.e., s. 299.
[21] Merçil, a.g.e., s. 233.
[22] Yazıcı, a.g.e., s.233.
[23] Yazıcı, a.g.e., s.233.
[24] Mevdudi, a.g.e., s. 182.
[25] Hasan, a.g.e., III/ 431.
[26] Köymen, a.g.e., s. 33-34.
[27] “Ebû Mansur el-Besâsirî” de denilen Ebû’l-Hâris Arslan et-Türkî, İran’daki Besâ şehrine mensuptur. Araplar
       bu şehre Fesâ derler ve buraya mensubiyeti fesevi şeklinde yaparlar. İranlılar ise, Besâ’nın (b) harfini, (b) ile
       (f) arasında söylerler (muhtemelen p) ve buraya mensubiyeti de Besâsirî şeklinde yaparlar. Arslan’ın
       efendisi Besa’lı olduğu için köle olan kendisi de efendisine izafe edilerek Besâsirî nisbeti ile tanınmıştır.
       İspehsâlâr emirlerden olan Arslan’ın şan ve şöhreti artıp kudreti önem kazanarak büyüdü, heybet ve azameti
       kuvvetlendi. Adı her tarafa yayıldı. Halife el-Kâim, onu memleket işlerini yönetmede yetkili ve hâkim
       kılmıştır. Bkz. İbnü’l-Adim, Bugyetü’t-taleb fi Tarihi Haleb (seçmeler), “Arslan el-Besâsirî”, çev. Ali   
       Sevim, Ankara 1982, s. 1.
[28] Köymen, a.g.e., s. 46-47.
[29] Köymen, a.g.e., s. 47.
 *  Alâmu’d-Din Ebû’l-Me’âlî Kureyş b. Bedrân: Ukayl Kabilesindendir. Babası Bedrân’ın ölümünden sonra
     (425/1033-34), Kureyş, Nusaybin hükümdarı olarak tanındı. 443/1052’de Musul ve Nusaybin, Kureyş’in
     hâkimiyetine girdi. Kureyş, gerek Abbasî halifesi Kâim gerekse Besâsirî ve Tuğrul Bey arasında devamlı yer
     değiştirerek güçlü olan taraftan yana yer almıştır. Besâsirî Bağdat’a girdiğinde, halife Kâim, Kureyş’e iltica
     ederek hayatını emniyet altına almıştı. Besâsirî’nin ölümünden sonra Kureyş, tekrar Tuğrul Bey’e itaatini
     bildirerek, 453/1061’de Nusaybin ve Musul hâkimi olarak 51 yaşında vefat etti. Bkz.K.V.Zettersteen,   
     “Kureyş  b. Bedrân”, İ.A. VI, İstanbul, 1955, s. 1019-20.
[30] Mevdudi, a.g.e., s. 190.
[31] Merçil, DİA, “Büveyhîler” VI, s. 498; Merçil, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi”,  Ankara, 2002,  
    IV/605.
[32] Köymen, a.g.e., s.47.
[33] Mevdudi, a.g.e., s. 191.
[34] Mevdudi, a.g.e., s. 191; Köymen, a.g.e., s. 47; İbnü’l Esir, el-Kamil fit-Tarih, çev. Abdülkerim Özaydın,
    İstanbul, 1987, IX/462.
[35] Köymen, a.g.e., s. 47; İbnü’l Esir, a.g.e, IX/463.
[36] Mevdudi, a.g.e., s. 47.
[37] Köymen, a.g.e., s. 47.
[38] Köymen, a.g.e., s. 47; Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, s. 52; Danişmend, a.g.e., s. 238.
[39] Merçil, Türkler mad., IV/605.
[40] İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463.
[41] İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463; Köymen, a.g.e., s. 47; Köymen, a.g.mad.,  s. 32.
[42] İbnü’l Esir, a.g.e., IX/463.
[43] M. Çağatay Uluçay, İlk Müslüman-Türk Devletleri, İstanbul 1977, s.45.
[44] İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/67; El-Hüseynî, s. 13. Burslan, s. 11.
[45] Mevdudi, a.g.e., s.193.
[46] Mevdudi, a.g.e., s.193; İbnü’l Esir, a.g.e., IX/.463;  D.G.B.İ.T., VII/111.
[47] D.G.B.İ.T., VII/111.
[48] İbnü’l Esir, a.g.e., IX/464; İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/66; Mevdudi, a.g.e., s. 194. Köymen, a.g.e., s. 47; Köymen, a.g.mad.,  s. 33;  Şinasi Altundağ, “Kâim Bi-Emrillah”, İ.A., VI/102;
[49] İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 194.
[50] İbnü’l Esir, a.g.e., IX/465,  Mevdudi, a.g.e., s. 194;.
[51] İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 194.
[52] İbnü’l Esir, a.g.e., IX, s. 465; Mevdudi, a.g.e., 195.
[53] Mevdudi, a.g.e., s. 195,  Merçil, a.g.mad., s. 498; Yazıcı, a.g.e., s. 213;
[54] Köymen, a.g.e., s. 39-40. Köymen, a.g.mad., s. 33.
[55] İbnü’l Kesir, a.g.e., XII/68.
[56] Kafesoğlu, Türk Dünyası El kitabı, Ankara, 1992, s.260.
[57] D. G.B.İ.T., İstanbul 1992, VII/201.
[58] D.G.B.İ.T., VII/111.
[59] Merçil, Türkler mad., IV/606.
[60] El-Hüseynî, s. 13-14. Burslan, s. 11; Merçil, Müslüman-Türk Devleti Tarihi, s. 52.
[61] Köymen, Alparslan ve Zamanı, Ankara, 1983, I/96.
[62] MIQUEL, Andre, İslam ve Medeniyeti, çev. Ahmet Fidan, Ankara, 1991, s. 246.
[63] Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1992, s.81.
[64] D. G. B.İ.T., VII/112; Merçil, Türkler mad.,IV/606.; Kâmuran Gürün, Tüekler ve Türk Devletleri
    Tarihi, (Harezmşahların sonuna kadar), b.y.yok, 1981, I/304; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk - 
    İslam Medeniyeti, İstanbul 1999, s. 136.
[65] D.G.B.İ.T., a.g.e., s. 112; Gûrûn, a.g.e., s. 305; Merçil, a.g.  mad., IV/606.
[66] D.G.B.İ.T., VII/113; Yılmaz Öztuna, “Selçuklular”, Türk Ansiklopedisi., Ankara, 1980, XXVIII/293; Turan, a.g.e., s. 138; Gûrûn, a.g.e., s. 305; Merçil, a.g. mad., IV/606.
[67] D.G.B.İ.T., VII/113; Merçil, a.g. mad., IV/ 606.
[68] Mevdudi, a.g.e., s. 204.
[69] Merçil, a.g. mad., IV/606.
[70] D.G.B.İ.T., VII/114.
[71] El-Hüseynî, s. 14; D.G.B.İ.T., VII/114; Merçil, Türkler mad., IV/607; İbnü’l Esir, a.g.e., IX/491.
[72] D.G.B.İ.T., VII/114.
[73] Ali Sevim, “Anadolu’nun Fethi Selçuklular Dönemi” (Başlangıçtan 1086’ya kadar), Ankara, 1987, s. 8.
[74] Kafesoğlu, Türk Dünyası El Kitabı, I/261.
[75] Kafesoğlu, “Türkler”, İ.A., İstanbul 1988, XII-II/274; Şinasi Altundağ, a.g.mad., s. 103; HITTI, Philip K.,   
    Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. Çev: Salih Tuğ, İst. 1980, III/746; D.G.B.İ.T, VII/112; Kafesoğlu, Türk
   Dünyası El Kitabı, I, s. 260.
[76] Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, s. 41; Altundağ, a.g.mad., s. 103.
[77] Köymen, a.g.e., s. 41.
[78] D.G.B.İ.T., VII, s. 561; Merçil,a.g.mad., s. 498.
[79] D.G.B.İ.T., VII, s. 562.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar