VII- HZ. PEYGAMER’İN ANLATTIKLARININ MEKKELİLERİN BİLGİLERİYLE UYUŞMAMASI
Mekkeli müşrikler, helal ve haram ile
ilgili akide ve inançları da atalarından aldıklarını söylüyor ve bu hususta
hiçbir değişiklik yapmaya yanaşmıyorlardı. Hâlbuki onların helal dediği bazı
şeyler iğrenç ve büyük günahlardandı. Aynı şekilde onları haram ilan ettiği
bazı şeyler de İslamiyet’e göre uygun, caiz kapsamında değerlendiriliyordu.
Tevhid, insanları kazanma ve harcama
biçimlerine, davranışlarına, hal ve hareketlerine, kısaca hayatlarının her alanına
karışıyordu. Resûller, tevhidi tebliği ederken “yeryüzünde fesat çıkarmayın; yol başlarına durup insanları imandan ve
hayırdan alıkoymayın; ölçüde ve tartıda haksızlık yapmayın, verirken az verip,
alırken çok almayın, yetimin ve yoksulun hakkını yemeyin, yetimi, yoksulu ve
yolda kalmışı doyurun ve giydirin; mallarınızdan infak edin, isteyeni geri
çevirmeyin, kazancınızı şu yollardan kazanıp şu yollara harcayın…” diye,
hiç de müşrik müstekbirlerinin, dünya hayatını hedef edinmişlerin, yemek,
içmek, eğlenmek ve cinsel ilişkiden başka yaşam felsefeleri olmayan, zevke
tapanların işine gelmeyecek kurallar koyuyordu. Onlar bu kurallara uyamaz ve
hayatlarını değiştiremezlerdi. Keyiflerince yaşıyorlardı, keyiflerince kazanıp,
keyiflerince harcıyorlardı. Heveslerini tanrılaştırmışlardı: “evlerine dönerken neşeyle dönerlerdi.”[1]
Bu bakımdan tevhidin ön gördüğü insanca hayatı kabul edemezler ve
başkalarının uymalarını istedikleri kurallara kendileri uyamazlardı.[2]
Dünyada Zenginlik Ve Fakirliği, Hayır Ve
Şerrin Ölçüsü Olarak Kabul Etmek
İnsanların sapkınlığının bir sebebi de, bir
insanın iyi veya kötü amelinin ölçüsü olarak zenginlik ve fakirliği kabul
etmesidir. Bazı insanlar, bu dünyada kim rahat, lüks ve mutlu bir yaşam
sürüyorsa, ameli ne kadar kötü ve ahlakı ne kadar iğrenç olursa olsun, onun
başarılı olduğunu sanırlar; aynı şekilde kim fakir ve perişansa, onun dünyada
da ahrette de başarısız olduğuna inanırlar. Bu tamamıyla yanlış ve sakat bir
düşüncedir. Tarih boyunca bu yanlış, insanların sapmasına ve hakka tabi
olmamasına neden olmuştur.[3]
Şefaat İle İlgili Yanlış İnanç
Müşrik Araplarda yaygın olan inanışa göre,
Allah’ın bazı sevgili kulları onları cehennem ateşinden mutlaka kurtaracaktı.
Onun için onlara tapıyorlardı. Ahrette bu kimseler onları kurtaracağına göre
kendilerini dünya nimetlerinden alıkoymaları anlamsızdı. O halde iyilik
yapmaya, bazı şeylerden feragat etmeye ve fedakârlık yapmaya ne gerek vardı.
Cahilce inanca göre, ahrette onlara şefaatçi olacak bu Allah’ın kulları ve
tapılan kimseler, bütün zor anlarında kendilerini kurtaracaktı.
Böyle kurtarıcılar olunca da dünyadan
vazgeçmeye, fedakârlıkta bulunmaya ve çokça ibadet etmeye gerek görmüyorlardı.[4]
Tavaf
Tavaf esnasında erkekler genellikle tamamen
çıplak; kadınlar ise tüm elbiselerini çıkartır yukardan aşağıya yırtmaçlı bir
gömlek giyerlerdi. Bu şekilde tavaf etmeyi Kâbe’ye bir saygı telakki ederlerdi
ve bundan sevap umarlardı.[5]
Allah, onların bu şekilde tavaflarını
yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Ey Âdemoğulları!
Her mescit huzurunda ziynetinizi alın (giyin). Yiyin, için, israf etmeyin.
Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı
ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş? De ki: onlar dünya hayatında
iman edenler içindir…”[6]
Öldükten Sonra Dirilmek
İslam dini, insanların öldükten sonra
tekrar dirileceklerini ve hesaba çekileceklerini, iyilik yapanlara mükâfatları,
kötülük yapıp günah işleyenlere de cezalarının verileceğini bildirmiştir. Allah
bu konuda şöyle buyurmaktadır: “kapıları
çalacak o dehşetli hadise… O kızgın ateştir”[7],
“kıyamet çığlığı geldiği zaman… O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi
vardır.”[8]
Ne var ki Kureyş’ten “müşrikler” Allah’a
inanıyorlar ve tanrılarını ona aracı ediyorlarsa da, içlerinden makam ve mali
nüfuz sahibi olan bazıları, zındık ve dehri idi.[9]
Müşrikler, insanların öldükten sonra tekrar dirileceğini,
elinden kudret ve kuvvetin alınıp yaptıklarından adaletle hesaba çekileceğini
söyleyen bu dini kabul etmeye yanaşmamışlardır. Bu tablo onları ürkütmüştür.
VIII-
ARAPLAR ARASINDA HRİSTYANLIĞA OLAN KİN
Muhammedî davet ortaya çıktığında, Habeş
kralının Yemen valisi Ebrehe’nin Mekke’ye saldırı hatırası, Kureyş’in
hafızasında capcanlı bir anı olarak duruyordu. Bu olay, Hz. Muhammed’in doğduğu
yıl meydana gelmişti. Bu yıl, “Fil Yılı” (M.570) olarak bilinir. Saldırı,
aslında milletler arası ticareti Yemenlilerin eline, dolayısıyla Bizans
müttefiki Habeşistan’a taşımak suretiyle Yemen ile Suriye arasındaki, milletler
arası Mekke hâkimiyetini kırmak maksadı taşımakla birlikte, bu hedefin
gerçekleşmesi bir dini merkez olarak da Mekke’yi yok etmeyi gerektiriyordu.
İşte bu yüzden Ebrehe’nin saldırısı,
Kâbe’yi yıkmayı ve Arap haccını kaldırıp, Yemen’de yaptırdığı mabet olan
“Kılis”e (Kenîs, kenîse) hac yaptırmayı da hedefliyordu. Arap hafızası, bu
olayın ayrıntılarını canlı tutmuştur. Kureyş’in sosyal, dini ve siyasi
muhayyilesi buna büyük bir zenginlik de katmıştır. Bu bağlamda tarihi
kaynaklar, şu bilgiyi verirler: “Ebrehe,
Kılîs’i San’a’da yaptırdı. Yeryüzünde hiçbir benzeri bulunmayan bir kiliseydi.
Sonra Habeş kralı Necaşi’ye şunları yazdı: Ey kral! Ben senin için senden önce
hiçbir kralın yaptırmadığı bir kilise yaptırdım. Arap haccını oraya
döndürünceye kadar çalışmamı sürdüreceğim.” Araplar, Ebrehe’nin Necaşi’ye
mektup yazdığından söz edince, Kinane’den bir adam kızdı. Kılîs’e kadar gitti
ve oraya pisledi. Sonra çekip beldesine geldi. Ebrehe, bunu duyunca “…öfkelendi
ve yıkmak üzere Beyt’e (Kâbe’ye) gideceğine yemin etti. Habeşlilere hazırlık
yapmalarını emretti. Fillerle birlikte gelip, Mekke’nin dışına karargâh
kurdular. Kureyş, o günkü büyüğü olan peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib’i, Ebrehe
ile görüşmeye gönderdi. “Çekip gitmek ve Beyt’i yıkmamak şartıyla ona Tîhame
mallarının üçte birini önerdiler ama o, kabul etmedi. Abdulmuttalib, Kureyş’e
geldi, durumu bildirdi ve Mekke’den çıkıp dağ başlarında ve kovuklarda yer
tutmalarını emretti. Ebrehe, sabahleyin Mekke’ye girmeye hazırlandı. Filini de
hazırladı ve ordusuna yer aldırdı. Ne var ki bu saldırı başarısız oldu. Kur’an
buna şöyle işaret ediyor: “ Ey Muhammed!
(Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine rabbinin ne ettiğini görmedin mi?
Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine, sert taşlar atan
sürülerle kuş gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı.”[10]
Bu olaydan dolayı Kureyş, Hristyanlardan
nefret ediyordu. Çünkü Kâbe’yi yıkmak üzere gelen Ebrehe El Eşrem Hristyandı.
Yine bundan dolayı Araplar, Mecusîleri Hristyanlara tercih ediyordu.
İranlıların Hristyan Bizans’ı yenmelerine seviniyorlardı. Müslümanlar ise
Bizans’ın mağlubiyetinden müteessir olmuş ve bu sırada Rum süresinin şu ayeti
nazil olmuştu: “Rumlar, (İran
topraklarına) en yakın bir yerde mağlup oldular. Fakat onlar, bu mağlubiyetten
sonra birkaç sene içinde galip gelecekler. O günde Müminler Allah’ın yardımı
ile şâd olacaklar.[11]
Putperestliğe karşı İslam’ın Hristyanlıkla
birkaç ortak noktası vardı. O zamanlar Müslümanların kıblesi Kudüs idi.
Müslümanlar, Medine’ye hicretten sonra bile namazlarında yüzlerini oraya
çevirirlerdi. Bu hareketler Kureyş’e Hz. Muhammed’in Hıristyanlığı tesis etme
fikrinde olduğu telakkisi vermişti.
Kureyş’in Hıristiyanlığa olan kini ve
Müslümanlığın Hıristiyanlıkla bazı noktalarda müşterek olması, müşriklerin
İslamiyet’e karşı koymalarına neden olmuştur.
SONUÇ
“- Ey
Fazl’ın babası, yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş!”
“- Yazık
sana! O saltanat değil, nübüvvettir...”
Bu konuşma
binlerce kişilik İslam ordusunun Mekke sırtlarında şehre girişini seyreden iki
kişi arasında geçiyordu. Bu basit bir muhavere değildi. Aynı zamanda iki farklı
dünya görüşünün aynı olayı nasıl değerlendirdiğinin de basit bir örneği idi.
Başka bir deyimle kazanan güçle, yirmi küsur senelik mücadele sonunda Mekke
gibi ilk ve son kalesini kaybeden güç arasındaki siyaset felsefesinin
farklılığının deliliydi. İkisi de aynı olayı gözledikleri halde birbirine taban
tabana zıt iki farklı bakış açısıyla ifade ediyorlardı gördüklerini.
Mekke’yi
temsil eden bakış, olayı dünyevi güç açısından değerlendiriyordu. Birçoğu
birbirine can düşmanı olan ve hepsinin farklı değerlere inandığı bunca farklı
kabileyi tek inanç (Tevhid), tek lider (Rasul), tek slogan (Allah-u Ekber)
etrafında birleştiren şeyin olsa olsa yalnızca zorbalık ve dünyevi güce dayanan
‘Saltanat’ olabileceğini düşünüyorlardı.
Medine’yi
temsil eden mantık, böylesine ezici bir kuvvetle, yıllardır kendisine ve
inancına karşı kör bir inatla ayak diremiş insanların ellerindeki en büyük
karargâhı fetheden bir ordunun komutanının, sultanlara ve padişahlara yaraşır
bir tantana ve gururla değil de, hamd ve şükürle yükümlü olduğu Rabbi
karşısında, başı devesinin hörgücüne değecek kadar engin bir tevazu ve toprak
gibi bir mahviyet içerisinde geçişini gösteriyor ve hükmünü veriyordu:
“Saltanat değil, nübüvvettir bu!”[12]
Muhammedî
daveti, Kureyş ileri gelenleri daha başından itibaren onu siyasi biçimde
okuyup, ona karşı siyaset uyguladılar. Onlar bu davette, ekonomik yapılarının,
dolayısıyla siyasi iktidarlarının, hatta bizzat varoluşlarının temelini
sarsmayı hedef alan bir çağrı gördüler. Putlara saldırı ve tek tanrıya ibadete
çağrının anlamı, Muhammedî davetin yaptığı gibi kaynağı “akide” olsa bile, Arap
kabilelerini hac ve onunla bağlantılı ticaret ve Mekke’ye çeken siyasi
sarsmaya, dolayısıyla Kureyş’in iktidar, ekonomik ve siyasi iktidar kaynağını
yok etmeye çağrıdan ibaretti. Öte yandan, Kureyş’in kendisine karşı siyaset
uygulaması karşısında Muhammedî davetin pasif kalması düşünülemezdi. Bilakis
aynı silahla ona karşı savaşması zorunlu idi; bu hayatın kanunudur. En azından,
siyasi silahı, silahlarından biri yapmak zorundaydı. Fiilen olan da zaten
budur.[13]
Kur’an’ın
indiği toplumda onu anlama sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu
vardı. Bu da, inat, tekebbür (büyüklenme), taklit, cehalet ve menfaat gibi
sebeplerden kaynaklanıyordu.
Hayatı zor
kılan veya peygamberlerin amaçladıkları hedefin gerçekleşmemesini zorlaştıran
şey insanın dar görüşlülüğü ve bencilliğidir.
Asr-ı
Saadet’te Müşrik Mekke toplumunun Hz. Peygamber (s.a.s.)’i ve Tevhid inancını
yanlış değerlendirdiklerini görmekteyiz.
Yanlış
değerlendirme iki türlüdür: 1-Değer biçmek, 2-Değer atfetmek. Değer biçmek
ahlakî muhteva taşıyan bir olayı, bir ilişkiyi veya böylesi olay ve ilişkilerin
sergilendiği bir metni içinde yaşadığı toplumda o anda egemen olan değer
yargılarına (morala) göre, onlar açısından moda ve yükselen değer ne ise ona
göre –kendi gözleriyle bakmadan, görmeden- değerlendirmektir (taklit). Değer
atfetmek ise, gördüğü veya okuduğu olayları, ilişkileri, kişinin kendi
menfaatleri, egosu içinde bulunduğu psikolojik, duygusal ilişkileri açısından
değerlendirmek ve yorumlamaktır. Bunlar Aristo’nun dediği gibi hep hedef
kaçırmalardır.[14]
İnkârın
ahlakî arka planına baktığımız zaman; Kur’an’da ‘küfür’ ve ‘tekzip’ olayı
Allah’ın inkâr edilmesi hususunda değil, tevhid inancının ve peygamber (kitap)’in
kabul edilmesi hususunda ortaya çıkar. Mevdudî’nin dediği gibi: “Kur’an’da
söz konusu edilen toplumların tümü Allah’a inanıyorlardı. Peygamberler
‘ateizm’ ile değil ‘şirk’ ile mücadele
etmişlerdir. Örneğin, Yahudilerin tekzibi peygamber ve kitaba yönelir. Hıristiyanlarınki
hem peygamber/kitaba hem de Kur’an’ın tevhid öğretisinedir. Müşriklerin inkâr
ve tekzipleri ise, hem tevhid öğretisine hem de peygamber/kitaba yönelmiştir.
Kur’an bu direnişi, baştan sona kadar kalbin bir ‘kesbi’ olarak ahlakî düzlemde
değerlendirir.[15]
Mekke
toplumuna baktığımız zaman, o dönemde şimdiki gibi yaşamakla inanmak arasında
uçurumlar oluşmadığından, tapınma hem inanmayı hem de yaşamayı birlikte ifade
ediyordu. Gerek dini hayat gerekse ekonomik ve sosyal hayat iç içe girmiş bir
bütünü oluşturuyordu. Bunlardan birine müdahale etmek Mekke’deki Kurulu düzenin
alt-üst olmasına yeterdi. Hz. Peygamber’ in nübüvvetin ilk yıllarını gizli
tutmasının bir nedeni de budur.
Nitekim
Rasulüllah (s.a.v) onları tevhide çağırdığı zaman şiddetle karşı çıkmaları da
bunu göstermektedir. Çünkü tevhidi kabul etmeleri halinde ekonomik ve sosyal düzenleri
sarsılacaktı.
Bununla
birlikte, her ne kadar Mekke Müşrikleri’nin atalarının inançlarında direnç
gösterdikleri görünse de aslında onların inanç karşısında ne kadar lakayt
kaldıklarını, Hz. Peygamber (s.a.s)’e yapmış oldukları şu tekliften anlayabiliriz:
İbn
Abbas’ın rivayetine göre, Kureyşliler Rasulüllah’a şöyle diyorlardı: “Biz sana
o kadar mal veririz ki Mekke’de herkesten daha zengin olursun. Eğer bir kadın
istersen onunla seni evlendiririz. İstersen seni önder olarak kabul ederiz.
Yalnız tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul etmezsen başka
bir teklifimiz var; bu senin için de bizim için de daha hayırlı olur. “Gel bir
yıl tanrılarımız olan Lat ve Uzza’ya (bizim taptığımız gibi) ibadet et, biz de
bir yıl senin tanrına (senin inandığın gibi) ibadet edelim” dediler.[16]
Bu teklif,
hak olsun batıl olsun inancından emin olanların yapacağı bir teklif değildir.
Nitekim buna cevabı Rasulüllah değil, Kafirun süresi ile Allah (c.c)
vermektedir: “...Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
Bu durumda
Müşriklerin Müslümanlara karşı verdikleri savaş, batıl da olsa bir inancı
korumanın savaşıdır diyemiyoruz. Müşriklerin en çok inandıkları şey menfaatleri
ve saltanatları olmuştur. Saltanatlarına halel getireceğine inandıkları tüm
çıkışları yok etmeye çalışmışlar ve böylesi durumlarda en acımasız zulümleri de
yapmaktan çekinmemişlerdir.
BİBLOĞRAFYA
AYDIN, Hayati, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, İst.1999
BUTİ, Said Ramazan, Fıkhu’s-Sire, Terc. Ali Nar-Orhan
Aktepe, İst. 1987
CABİRİ, Abid, Arap-İslam Siyasal Aklı, çev. Vecdi Akyüz,
İst. 2001
ÇAKAN, İsmail Lütfü, Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve
Tevhid Mücadelesi.
DOĞRUL, Ömer Rıza, Büyük İslam Tarihi, İst. 1977
Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Çağ. Yay. İst. 1993
EL CEVZİYYE, İbn Kayyim, Zâdu’l Me’ad, çev. Komisyon, İst.
1989
GÜLER, İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ank. 2002, İman
–Ahlak ilişkisi, Ank. 2003
HİZMETLİ, Sabri, İlk Dönem İslam Tarihi, Ank. 2001
HASAN, İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Terc. Komisyon, İst.
1985
İbn Hişam, Siret, çev. Hasan Ege, İst. 1994
İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 15, Sayı 4, 2002
İSLAMOĞLU, Mustafa, Hilafetten Saltanata, İst. 2004
KAPAR, M. Ali, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti,
İst.1987
KESKİOĞLU, Osman, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı,
Ank.1991
KÖKSAL, M. Asım, İslam Tarihi.
MEVDUDİ, S. Ebu’l A’la, tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve
Hz Peygamberin Hayatı, çev. Ahmet Asrar, İst. 1992, Tefhimü’l Kur’an, Terc.
Komisyon, ist. 1996
NEDVİ, Seyyid Süleyman, Büyük İslam Tarihi, çev. Ali Günceli
Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, Ank. 2001
ŞARKAVİ, Abdurrahman, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed.
Terc. Muharrem Tan, ist. 1993
UYSAL, Asım, Kelime-i Tevhid Uğrunda peygamberimize ve
Ashabına Yapılan İşkenceler, Konya,
1990
ÜNAL, Ali, Mekke Rasullerin Yolu, ist. 1985
[1] Ahzap
31.
[2] Ünal,
s.162.
[3]
Uysal, s.97.
[4]
Mevdudi II/326. Hasan I/108. İsmail Lütfi Çakan, K. Kerim’e Göre Peygamberler Ve Tevhid Mücadelesi, II/77.
[5] İbn
Hişam I/269.
[6] Araf
31–32.
[7]
Karia1–11.
[8] Abese
33–37.
[9]
Cabiri s.129.
[10] Fil
1-5. Cabiri s.133-134.
[11] Rum
1-4.
[12]
Mustafa İslamoğlu, Hilafetten Saltanata, İst. 2004, s. 33–34
[13]
Cabirî, s.72
[14]
İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 170-171
[15]
Güler, s. 58
[16]
Mevdudî, Tefhimul’l Kur’an, Terc. Komisyon, İst. 1996, VII/275–276
0 yorum:
Yorum Gönder