25 Temmuz 2017 Salı

Mekkeli Müşriklerin İslamiyete Karşı Çıkmalarında Etkili Olan Faktörler (IV)

 Edip Akyol
VII- HZ. PEYGAMER’İN ANLATTIKLARININ MEKKELİLERİN                 BİLGİLERİYLE UYUŞMAMASI
Mekkeli müşrikler, helal ve haram ile ilgili akide ve inançları da atalarından aldıklarını söylüyor ve bu hususta hiçbir değişiklik yapmaya yanaşmıyorlardı. Hâlbuki onların helal dediği bazı şeyler iğrenç ve büyük günahlardandı. Aynı şekilde onları haram ilan ettiği bazı şeyler de İslamiyet’e göre uygun, caiz kapsamında değerlendiriliyordu.

Tevhid, insanları kazanma ve harcama biçimlerine, davranışlarına, hal ve hareketlerine, kısaca hayatlarının her alanına karışıyordu. Resûller, tevhidi tebliği ederken “yeryüzünde fesat çıkarmayın; yol başlarına durup insanları imandan ve hayırdan alıkoymayın; ölçüde ve tartıda haksızlık yapmayın, verirken az verip, alırken çok almayın, yetimin ve yoksulun hakkını yemeyin, yetimi, yoksulu ve yolda kalmışı doyurun ve giydirin; mallarınızdan infak edin, isteyeni geri çevirmeyin, kazancınızı şu yollardan kazanıp şu yollara harcayın…” diye, hiç de müşrik müstekbirlerinin, dünya hayatını hedef edinmişlerin, yemek, içmek, eğlenmek ve cinsel ilişkiden başka yaşam felsefeleri olmayan, zevke tapanların işine gelmeyecek kurallar koyuyordu. Onlar bu kurallara uyamaz ve hayatlarını değiştiremezlerdi. Keyiflerince yaşıyorlardı, keyiflerince kazanıp, keyiflerince harcıyorlardı. Heveslerini tanrılaştırmışlardı: “evlerine dönerken neşeyle dönerlerdi.”[1] Bu bakımdan tevhidin ön gördüğü insanca hayatı kabul edemezler ve başkalarının uymalarını istedikleri kurallara kendileri uyamazlardı.[2]
Dünyada Zenginlik Ve Fakirliği, Hayır Ve Şerrin Ölçüsü Olarak Kabul Etmek
İnsanların sapkınlığının bir sebebi de, bir insanın iyi veya kötü amelinin ölçüsü olarak zenginlik ve fakirliği kabul etmesidir. Bazı insanlar, bu dünyada kim rahat, lüks ve mutlu bir yaşam sürüyorsa, ameli ne kadar kötü ve ahlakı ne kadar iğrenç olursa olsun, onun başarılı olduğunu sanırlar; aynı şekilde kim fakir ve perişansa, onun dünyada da ahrette de başarısız olduğuna inanırlar. Bu tamamıyla yanlış ve sakat bir düşüncedir. Tarih boyunca bu yanlış, insanların sapmasına ve hakka tabi olmamasına neden olmuştur.[3]
Şefaat İle İlgili Yanlış İnanç
Müşrik Araplarda yaygın olan inanışa göre, Allah’ın bazı sevgili kulları onları cehennem ateşinden mutlaka kurtaracaktı. Onun için onlara tapıyorlardı. Ahrette bu kimseler onları kurtaracağına göre kendilerini dünya nimetlerinden alıkoymaları anlamsızdı. O halde iyilik yapmaya, bazı şeylerden feragat etmeye ve fedakârlık yapmaya ne gerek vardı. Cahilce inanca göre, ahrette onlara şefaatçi olacak bu Allah’ın kulları ve tapılan kimseler, bütün zor anlarında kendilerini kurtaracaktı.
Böyle kurtarıcılar olunca da dünyadan vazgeçmeye, fedakârlıkta bulunmaya ve çokça ibadet etmeye gerek görmüyorlardı.[4]
Tavaf
Tavaf esnasında erkekler genellikle tamamen çıplak; kadınlar ise tüm elbiselerini çıkartır yukardan aşağıya yırtmaçlı bir gömlek giyerlerdi. Bu şekilde tavaf etmeyi Kâbe’ye bir saygı telakki ederlerdi ve bundan sevap umarlardı.[5]
Allah, onların bu şekilde tavaflarını yasaklayarak şöyle buyurmuştur: “Ey Âdemoğulları! Her mescit huzurunda ziynetinizi alın (giyin). Yiyin, için, israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş? De ki: onlar dünya hayatında iman edenler içindir…”[6]
Öldükten Sonra Dirilmek
İslam dini, insanların öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve hesaba çekileceklerini, iyilik yapanlara mükâfatları, kötülük yapıp günah işleyenlere de cezalarının verileceğini bildirmiştir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “kapıları çalacak o dehşetli hadise… O kızgın ateştir”[7], “kıyamet çığlığı geldiği zaman… O gün herkesin kendisine yetecek kadar derdi vardır.”[8]
Ne var ki Kureyş’ten “müşrikler” Allah’a inanıyorlar ve tanrılarını ona aracı ediyorlarsa da, içlerinden makam ve mali nüfuz sahibi olan bazıları, zındık ve dehri idi.[9]
Müşrikler, insanların öldükten sonra tekrar dirileceğini, elinden kudret ve kuvvetin alınıp yaptıklarından adaletle hesaba çekileceğini söyleyen bu dini kabul etmeye yanaşmamışlardır. Bu tablo onları ürkütmüştür.

VIII-       ARAPLAR ARASINDA HRİSTYANLIĞA OLAN KİN
Muhammedî davet ortaya çıktığında, Habeş kralının Yemen valisi Ebrehe’nin Mekke’ye saldırı hatırası, Kureyş’in hafızasında capcanlı bir anı olarak duruyordu. Bu olay, Hz. Muhammed’in doğduğu yıl meydana gelmişti. Bu yıl, “Fil Yılı” (M.570) olarak bilinir. Saldırı, aslında milletler arası ticareti Yemenlilerin eline, dolayısıyla Bizans müttefiki Habeşistan’a taşımak suretiyle Yemen ile Suriye arasındaki, milletler arası Mekke hâkimiyetini kırmak maksadı taşımakla birlikte, bu hedefin gerçekleşmesi bir dini merkez olarak da Mekke’yi yok etmeyi gerektiriyordu. İşte bu yüzden Ebrehe’nin saldırısı,  Kâbe’yi yıkmayı ve Arap haccını kaldırıp, Yemen’de yaptırdığı mabet olan “Kılis”e (Kenîs, kenîse) hac yaptırmayı da hedefliyordu. Arap hafızası, bu olayın ayrıntılarını canlı tutmuştur. Kureyş’in sosyal, dini ve siyasi muhayyilesi buna büyük bir zenginlik de katmıştır. Bu bağlamda tarihi kaynaklar, şu bilgiyi verirler: “Ebrehe, Kılîs’i San’a’da yaptırdı. Yeryüzünde hiçbir benzeri bulunmayan bir kiliseydi. Sonra Habeş kralı Necaşi’ye şunları yazdı: Ey kral! Ben senin için senden önce hiçbir kralın yaptırmadığı bir kilise yaptırdım. Arap haccını oraya döndürünceye kadar çalışmamı sürdüreceğim.” Araplar, Ebrehe’nin Necaşi’ye mektup yazdığından söz edince, Kinane’den bir adam kızdı. Kılîs’e kadar gitti ve oraya pisledi. Sonra çekip beldesine geldi. Ebrehe, bunu duyunca “…öfkelendi ve yıkmak üzere Beyt’e (Kâbe’ye) gideceğine yemin etti. Habeşlilere hazırlık yapmalarını emretti. Fillerle birlikte gelip, Mekke’nin dışına karargâh kurdular. Kureyş, o günkü büyüğü olan peygamberimizin dedesi Abdulmuttalib’i, Ebrehe ile görüşmeye gönderdi. “Çekip gitmek ve Beyt’i yıkmamak şartıyla ona Tîhame mallarının üçte birini önerdiler ama o, kabul etmedi. Abdulmuttalib, Kureyş’e geldi, durumu bildirdi ve Mekke’den çıkıp dağ başlarında ve kovuklarda yer tutmalarını emretti. Ebrehe, sabahleyin Mekke’ye girmeye hazırlandı. Filini de hazırladı ve ordusuna yer aldırdı. Ne var ki bu saldırı başarısız oldu. Kur’an buna şöyle işaret ediyor: “ Ey Muhammed! (Kâbe’yi yıkmaya gelen) fil sahiplerine rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine, sert taşlar atan sürülerle kuş gönderdi. Sonunda onları, yenilmiş ekin gibi yaptı.”[10]
Bu olaydan dolayı Kureyş, Hristyanlardan nefret ediyordu. Çünkü Kâbe’yi yıkmak üzere gelen Ebrehe El Eşrem Hristyandı. Yine bundan dolayı Araplar, Mecusîleri Hristyanlara tercih ediyordu. İranlıların Hristyan Bizans’ı yenmelerine seviniyorlardı. Müslümanlar ise Bizans’ın mağlubiyetinden müteessir olmuş ve bu sırada Rum süresinin şu ayeti nazil olmuştu: “Rumlar, (İran topraklarına) en yakın bir yerde mağlup oldular. Fakat onlar, bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde galip gelecekler. O günde Müminler Allah’ın yardımı ile şâd olacaklar.[11]
Putperestliğe karşı İslam’ın Hristyanlıkla birkaç ortak noktası vardı. O zamanlar Müslümanların kıblesi Kudüs idi. Müslümanlar, Medine’ye hicretten sonra bile namazlarında yüzlerini oraya çevirirlerdi. Bu hareketler Kureyş’e Hz. Muhammed’in Hıristyanlığı tesis etme fikrinde olduğu telakkisi vermişti.
Kureyş’in Hıristiyanlığa olan kini ve Müslümanlığın Hıristiyanlıkla bazı noktalarda müşterek olması, müşriklerin İslamiyet’e karşı koymalarına neden olmuştur.

SONUÇ
“- Ey Fazl’ın babası, yeğeninin saltanatı ne kadar da büyümüş!”
            “- Yazık sana! O saltanat değil, nübüvvettir...”
            Bu konuşma binlerce kişilik İslam ordusunun Mekke sırtlarında şehre girişini seyreden iki kişi arasında geçiyordu. Bu basit bir muhavere değildi. Aynı zamanda iki farklı dünya görüşünün aynı olayı nasıl değerlendirdiğinin de basit bir örneği idi. Başka bir deyimle kazanan güçle, yirmi küsur senelik mücadele sonunda Mekke gibi ilk ve son kalesini kaybeden güç arasındaki siyaset felsefesinin farklılığının deliliydi. İkisi de aynı olayı gözledikleri halde birbirine taban tabana zıt iki farklı bakış açısıyla ifade ediyorlardı gördüklerini.
            Mekke’yi temsil eden bakış, olayı dünyevi güç açısından değerlendiriyordu. Birçoğu birbirine can düşmanı olan ve hepsinin farklı değerlere inandığı bunca farklı kabileyi tek inanç (Tevhid), tek lider (Rasul), tek slogan (Allah-u Ekber) etrafında birleştiren şeyin olsa olsa yalnızca zorbalık ve dünyevi güce dayanan ‘Saltanat’ olabileceğini düşünüyorlardı.
            Medine’yi temsil eden mantık, böylesine ezici bir kuvvetle, yıllardır kendisine ve inancına karşı kör bir inatla ayak diremiş insanların ellerindeki en büyük karargâhı fetheden bir ordunun komutanının, sultanlara ve padişahlara yaraşır bir tantana ve gururla değil de, hamd ve şükürle yükümlü olduğu Rabbi karşısında, başı devesinin hörgücüne değecek kadar engin bir tevazu ve toprak gibi bir mahviyet içerisinde geçişini gösteriyor ve hükmünü veriyordu: “Saltanat değil, nübüvvettir bu!”[12]
            Muhammedî daveti, Kureyş ileri gelenleri daha başından itibaren onu siyasi biçimde okuyup, ona karşı siyaset uyguladılar. Onlar bu davette, ekonomik yapılarının, dolayısıyla siyasi iktidarlarının, hatta bizzat varoluşlarının temelini sarsmayı hedef alan bir çağrı gördüler. Putlara saldırı ve tek tanrıya ibadete çağrının anlamı, Muhammedî davetin yaptığı gibi kaynağı “akide” olsa bile, Arap kabilelerini hac ve onunla bağlantılı ticaret ve Mekke’ye çeken siyasi sarsmaya, dolayısıyla Kureyş’in iktidar, ekonomik ve siyasi iktidar kaynağını yok etmeye çağrıdan ibaretti. Öte yandan, Kureyş’in kendisine karşı siyaset uygulaması karşısında Muhammedî davetin pasif kalması düşünülemezdi. Bilakis aynı silahla ona karşı savaşması zorunlu idi; bu hayatın kanunudur. En azından, siyasi silahı, silahlarından biri yapmak zorundaydı. Fiilen olan da zaten budur.[13]
            Kur’an’ın indiği toplumda onu anlama sorununun olmadığı kesindir. Ona inanmama sorunu vardı. Bu da, inat, tekebbür (büyüklenme), taklit, cehalet ve menfaat gibi sebeplerden kaynaklanıyordu.
            Hayatı zor kılan veya peygamberlerin amaçladıkları hedefin gerçekleşmemesini zorlaştıran şey insanın dar görüşlülüğü ve bencilliğidir.
            Asr-ı Saadet’te Müşrik Mekke toplumunun Hz. Peygamber (s.a.s.)’i ve Tevhid inancını yanlış değerlendirdiklerini görmekteyiz.
            Yanlış değerlendirme iki türlüdür: 1-Değer biçmek, 2-Değer atfetmek. Değer biçmek ahlakî muhteva taşıyan bir olayı, bir ilişkiyi veya böylesi olay ve ilişkilerin sergilendiği bir metni içinde yaşadığı toplumda o anda egemen olan değer yargılarına (morala) göre, onlar açısından moda ve yükselen değer ne ise ona göre –kendi gözleriyle bakmadan, görmeden- değerlendirmektir (taklit). Değer atfetmek ise, gördüğü veya okuduğu olayları, ilişkileri, kişinin kendi menfaatleri, egosu içinde bulunduğu psikolojik, duygusal ilişkileri açısından değerlendirmek ve yorumlamaktır. Bunlar Aristo’nun dediği gibi hep hedef kaçırmalardır.[14]
            İnkârın ahlakî arka planına baktığımız zaman; Kur’an’da ‘küfür’ ve ‘tekzip’ olayı Allah’ın inkâr edilmesi hususunda değil, tevhid inancının ve peygamber (kitap)’in kabul edilmesi hususunda ortaya çıkar. Mevdudî’nin dediği gibi: “Kur’an’da söz konusu edilen toplumların tümü Allah’a inanıyorlardı. Peygamberler ‘ateizm’  ile değil ‘şirk’ ile mücadele etmişlerdir. Örneğin, Yahudilerin tekzibi peygamber ve kitaba yönelir. Hıristiyanlarınki hem peygamber/kitaba hem de Kur’an’ın tevhid öğretisinedir. Müşriklerin inkâr ve tekzipleri ise, hem tevhid öğretisine hem de peygamber/kitaba yönelmiştir. Kur’an bu direnişi, baştan sona kadar kalbin bir ‘kesbi’ olarak ahlakî düzlemde değerlendirir.[15]
            Mekke toplumuna baktığımız zaman, o dönemde şimdiki gibi yaşamakla inanmak arasında uçurumlar oluşmadığından, tapınma hem inanmayı hem de yaşamayı birlikte ifade ediyordu. Gerek dini hayat gerekse ekonomik ve sosyal hayat iç içe girmiş bir bütünü oluşturuyordu. Bunlardan birine müdahale etmek Mekke’deki Kurulu düzenin alt-üst olmasına yeterdi. Hz. Peygamber’ in nübüvvetin ilk yıllarını gizli tutmasının bir nedeni de budur.
            Nitekim Rasulüllah (s.a.v) onları tevhide çağırdığı zaman şiddetle karşı çıkmaları da bunu göstermektedir. Çünkü tevhidi kabul etmeleri halinde ekonomik ve sosyal düzenleri sarsılacaktı.
            Bununla birlikte, her ne kadar Mekke Müşrikleri’nin atalarının inançlarında direnç gösterdikleri görünse de aslında onların inanç karşısında ne kadar lakayt kaldıklarını, Hz. Peygamber (s.a.s)’e yapmış oldukları şu tekliften anlayabiliriz:
            İbn Abbas’ın rivayetine göre, Kureyşliler Rasulüllah’a şöyle diyorlardı: “Biz sana o kadar mal veririz ki Mekke’de herkesten daha zengin olursun. Eğer bir kadın istersen onunla seni evlendiririz. İstersen seni önder olarak kabul ederiz. Yalnız tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul etmezsen başka bir teklifimiz var; bu senin için de bizim için de daha hayırlı olur. “Gel bir yıl tanrılarımız olan Lat ve Uzza’ya (bizim taptığımız gibi) ibadet et, biz de bir yıl senin tanrına (senin inandığın gibi) ibadet edelim” dediler.[16]
            Bu teklif, hak olsun batıl olsun inancından emin olanların yapacağı bir teklif değildir. Nitekim buna cevabı Rasulüllah değil, Kafirun süresi ile Allah (c.c) vermektedir: “...Sizin dininiz size, benim dinim bana.”
            Bu durumda Müşriklerin Müslümanlara karşı verdikleri savaş, batıl da olsa bir inancı korumanın savaşıdır diyemiyoruz. Müşriklerin en çok inandıkları şey menfaatleri ve saltanatları olmuştur. Saltanatlarına halel getireceğine inandıkları tüm çıkışları yok etmeye çalışmışlar ve böylesi durumlarda en acımasız zulümleri de yapmaktan çekinmemişlerdir.









BİBLOĞRAFYA
AYDIN, Hayati, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, İst.1999
BUTİ, Said Ramazan, Fıkhu’s-Sire, Terc. Ali Nar-Orhan Aktepe, İst. 1987
CABİRİ, Abid, Arap-İslam Siyasal Aklı, çev. Vecdi Akyüz, İst. 2001
ÇAKAN, İsmail Lütfü, Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi.
DOĞRUL, Ömer Rıza, Büyük İslam Tarihi, İst. 1977
Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Çağ. Yay. İst. 1993
EL CEVZİYYE, İbn Kayyim, Zâdu’l Me’ad, çev. Komisyon, İst. 1989
GÜLER, İlhami, Sabit Din Dinamik Şeriat, Ank. 2002, İman –Ahlak ilişkisi, Ank. 2003
HİZMETLİ, Sabri, İlk Dönem İslam Tarihi, Ank. 2001
HASAN, İbrahim Hasan, İslam Tarihi, Terc. Komisyon, İst. 1985
İbn Hişam, Siret, çev. Hasan Ege, İst. 1994
İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt 15, Sayı 4, 2002
İSLAMOĞLU, Mustafa, Hilafetten Saltanata, İst. 2004
KAPAR, M. Ali, Hz. Muhammed’in Müşriklerle Münasebeti, İst.1987
KESKİOĞLU, Osman, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ank.1991
KÖKSAL, M. Asım, İslam Tarihi.
MEVDUDİ, S. Ebu’l A’la, tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz Peygamberin Hayatı, çev. Ahmet Asrar, İst. 1992, Tefhimü’l Kur’an, Terc. Komisyon, ist. 1996
NEDVİ, Seyyid Süleyman, Büyük İslam Tarihi, çev. Ali Günceli
Ömer Özsoy-İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, Ank. 2001
ŞARKAVİ, Abdurrahman, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed. Terc. Muharrem Tan, ist. 1993
UYSAL, Asım, Kelime-i Tevhid Uğrunda peygamberimize ve Ashabına Yapılan İşkenceler,    Konya, 1990
ÜNAL, Ali, Mekke Rasullerin Yolu, ist. 1985






[1] Ahzap 31.
[2] Ünal, s.162.
[3] Uysal, s.97.
[4] Mevdudi II/326. Hasan I/108. İsmail Lütfi Çakan, K. Kerim’e Göre Peygamberler Ve Tevhid Mücadelesi, II/77.
[5] İbn Hişam I/269.
[6] Araf 31–32.
[7] Karia1–11.
[8] Abese 33–37.
[9] Cabiri s.129.
[10] Fil 1-5. Cabiri s.133-134.
[11] Rum 1-4.
[12] Mustafa İslamoğlu, Hilafetten Saltanata, İst. 2004, s. 33–34
[13] Cabirî, s.72
[14] İlhami Güler, Sabit Din Dinamik Şeriat, s. 170-171
[15] Güler, s. 58
[16] Mevdudî, Tefhimul’l Kur’an, Terc. Komisyon, İst. 1996, VII/275–276

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar