Ebu’l-Beşer
el-Ebyazî
Dünyaya bakışları
açısında insanları üç grupta değerlendirmek mümkündür. Birinci kısım hayatı
sadece bu dünya ile sınırlı kabul eden ve bütün enerjisini dünyaya hasreden
insanlardan oluşur. Bu insanlar hayatın gerçekleri konusunda düşünmeyen,
tamamen sorumsuzca bir hayat sürmeye ve sadece gününü gün etmeye çalışan
insanlardır ki, bunlar Allah ve ahiret inancını ya kabu etmeyen, ya da bu
konuda gafil davranan kişilerdir. İkinci gruba dahil olan insanlar, tam tersi
olarak bu dünyanın boş ve anlamsız olduğuna inanan, bütün çabalarını ahirete
yönelten ve dünyaya iltifat etmeyenlerdir ki, bu gruba giren insanların oranı
cemiyette az düzeydedir. Üçücü olarak da, her iki yurdun da, yani hem dünya hem
de ahiretin önemine inanan ve her iki alemin gereğini yerine getirenler, dünya
ahiret dengesini en iyi şekilde sağlayanlardır.
Yüce dinimiz İslâm, bu üç
grub içinden özellikle birinci grubu açıkça tenkit etmekte ve bu gruba dahil
olanların dünyaya ait amellerinin boşa gideceği uyarısını yapmaktadır.
“İnsanlardan kimileri ‘Rabbimiz bize nasibimizi dünyada ver’ derler ki, onun
ahirette bir nasibibi yoktur”[1]
âyeti, yaptıkları işin karşılığını sadece dünyada görmek isteyenlerin durumunu
açıkça ortaya koymaktadır. Gerçekten de kimi insanlar dünyaya düşkündürler, hep
dünya için çalışırlar ve Allah’tan sadece dünyalık isterler. Çoğu zaman bu
insanlar dünyadaki isteklerini de elde ederler.
Ancak onların ahiretleri hüsrandır.
İslâm dini sadece ahiret
için çalışılmasını, daha doğru bir ifadeyle dünya ile bağın kesilmesini de hoş
görmez. Zira insanın dünyadan bağımsız olarak hayatını devam ettirmesi mümkün
değildir. İnsan yemeden, içmeden, sıcak
bir yuvaya sahip olmadan, diğer insanlarla ilişkiler kurmadan yaşayamaz. Bu
nedenle insanın çalışması, üretmesi gerekmektedir. Aksi takdirde maddî sıkıntı
geçim darlığı insanı sadece maddî yönden değil, manevî yönden de derin bir
şekilde etkilemektedir. Hz. Peygamber’in de “Fakirlik neredeyse küfür olayazdı”
şeklinde ifade ettiği gibi, ihtiyaç sahibi olmak müminin manevî hayatını tehdit
etmektedir. Bu nedenle müminlerin
sağlıklı bir hayat yaşayabilmeleri için varlıklı ve iktisadî yönden güçlü
olmaları gerekmektedir. Ayrıca zekât ve hac gibi ibadetlerin ancak zengin olan
müminler tarafından yerine getirilmesi gerektiği göz önünde bulundurulursa,
dünyadan el-etek çekmenin yanlışlığı daha açık bir şekilde ortaya çıkar.
Yüce dinimiz İslâm
bizlere, her iki dünyanın öneminin bilincinde olarak iki alem arasında bir
denge kurmamızı emretmekte, birisi için diğerinin gözden çıkarılmasının
yanlışlığını ortaya koymakta, her ikisi için de gayret sarfedilmesini
istemektedir. Mâide sûresinin 87 âyetinde, “Ey iman edenler, Allah’ın size
helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri kendinize haram kılmayın, haddi
aşmayın. Doğrusu Allah, haddi aşanları
sevmez”[2], buyurulurken,
Bakara sûresinde de “Allah’ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara, dünyadan da
nasibini almayı unutma, Allah’ın sana yaptığı iyilik gibi sen de iyilik et...”[3]
denilerek her iki alemin de vazgeçilemeyecek kadar önemli olduğu
vurgulanmaktadır.
Yukarıdaki âyetlerle
pararel bir şekilde Hz. Peygamber de (sav) : “Sizin en hayırlınız dünya için
ahiretini, ahireti için de dünyasını terketmeyen ve başkasına yük olmayandır”[4]
buyurarak ilk iki gruba giren insanları tenkit etmekte ve bir orta yol tavsiye etmektedir.
Hz. Peygamber’in de ifade
ettiği gibi müslümanın maddî-manevî ihtiyaçlarını ve görevlerini bir arada
yürütmesi, mütedil ve dengeli bir yol takip etmesi, yani hem dünya hem de
ahiret için çalışması; her iki alem için Allah’tan talepte bulunması mümkündür.
Bu hususu şu Kur‘ân âyeti veciz bir şekilde ortaya koyar: “İnsanlardan bazıları ‘Rabbimiz bize dünya da
da, ahirette de güzellikler ver, bizi cehennem azabından koru’ derler. İşte
onların, kazandıklarından nasipleri vardır...”[5]
Âyet ve hadislerden
anlaşılıyor ki, ahiret saadetini kazanmak için dünyadan vazgeçmek gerekmemekte,
aynı şekilde dünya ile meşgul olmak, ahireti unutmak olarak görülmemektedir.
Dünya ile ahiret birbirini takip eden ve tamamlayan iki zaman dilimidir. Bu
durumda dünya işi, ahiret işi gibi bir ayrım yapmanın da anlamsızlığı ortaya
çıkar. Müminin sadece yapması gereken işi vardır ve bunu yaptığı takdirde hem
dünyası mamur hem de ahireti mesud olacaktır. “Dünya ahiretin tarlasıdır” diyen
ecdadımız, dünya-ahiret ayrılmazlığını, başka bir ifadele dünya-ahiret
bütünlüğünü ne güzel dile getirmişlerdir. İnsan ahiretini kazanmak için bile
dünyada çalışmak zorundadır, yani ahiret dahi dünyada hak edilmektedir. Böyle
olunca dünya ile bağı en aza indirmek ve dünyadan kaçmanın ne kadar yanlış
olduğu gün gibi ortaya çıkar.
Ne mutlu her iki alemin
de hakkını veren ve dünyasını da ahiretini de mamur kılanlara
0 yorum:
Yorum Gönder