V- LİDERLİK DÜŞÜNCESİ
Muhammedî davetin önündeki engellerden birisi de Mekke
halkının arasındaki liderlik düşüncesidir.
Arabistan’da
bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Devlet kavramı da kabile
gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile muhtariyet sahibiydi. Bir
anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru da
hemen hemen hiç yoktu. Her yerde orman kanunu uygulanıyordu demek doğru olur.
Yasa ve kurallar güçlü ve kaba kuvvetten yanaydı. Kim daha güçlüyse lider oydu.[1]
Liderlik
ve karizma olgusuna sosyolojik bir açıdan bakacak olursak; Max Weber’e göre
Karizma şahsa ait özel bir sıfattır. Bu sıfat sayesinde o kişi diğer
insanlardan ayrılmakta ve tabiatüstü, insanüstü veya en azından pek görülmedik
güç ve özelliklerle dolu bir insan olarak kabul görmektedir. Bu sıfatlar herkes
tarafından elde edilir cinsten olmayıp daha ziyade ilahi kaynaklıdır. Veya örnek
teşkil edecek mahiyettedir. Bu vasıflara dayanarak o kişi bir lider olarak
muamele görür.
Bu
tanımda karizmatik özelliğin bir sonucu olan liderlik, karizmanın asli bir
unsuru değildir. Bir kişinin karizma özelliği olmasına karşılık liderliği söz
konusu olmayabilir. Bir kişinin lider olması, doğuştan gelen bir nimet olmayıp
etrafındaki insanların kabullerine bağlıdır. Karizmatik kişiliğe haiz bir
kişinin etrafındaki bazı kişilerden kabul görmesi onun liderliği için en önemli
unsurdur. Weber’in de üzerinde durduğu husus, lideri toplumun ortaya çıkardığı
gerçeğidir. Peygamberler karizmatik vasfı kendilerinde bulundurmuşlardır. Ancak
her peygamberin bir lider daha doğrusu siyasî bir lider olduğunu söylemek
zordur. Örneğin Hz. İsa (a.s.) manevî anlamda liderliği olan ama siyasî anlamda
liderliği bulunmayan peygamberlerdendir. Bu, kendi toplumunun onun etrafında
toplanmaması ve onu desteklememiş olmasından kaynaklanmaktadır.[2]
Buna
göre karizmanın doğuştan gelip, sadece peygamberlere has olan ve peygamberlerin
son bulmasıyla birlikte ortadan kalkan bir özellik olduğunu söyleyebiliriz.
Yani peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s) ile karizmanın da ortadan
kalktığını en azından önemli ölçüde bittiğini söyleyebiliriz. Liderlik ise
müşriklerin iddia ettiği gibi zenginlik, evlat çokluğu vs. gibi özelliklerle
değil, toplumun, özelliklerinden dolayı bir kimsenin etrafında toplanıp onu
lider kabul etmesiyle oluşan bir husus olduğu iddia edilebilir. Bu
değerlendirmeyi yaptıktan sonra tevhid ile şirkin değerlendirmesini ve dönemin
liderlik düşüncesini aktarmaya çalışacağız.
Kureyş
itikadına göre olsa olsa Mekke veya Taif büyüklerinden biri peygamber
olabilirdi. Kur’an-ı Kerim, Kureyş’in bu düşüncesini “bu Kur’an niçin iki beldenin ulularından birine inmedi?”[3]
mealindeki ayetiyle ifade eder. Kureyş’e göre bu ulular Velid b. Rebia, Ebu Mesud Es-sekafî gibi kişiler
olabilirdi.
Kureyş’e
göre liderliği elde etmek için en büyük şartlar servet ve çok çocuk sahibi
olmaktır. Bütün vahşi kabileler, evlatları olmayan ve serveti az olan birinin
liderliğini akıllarına sığdıramazlar. Bundan dolayı Araplarca Mekke’nin ileri
gelenlerinde Velid b. Muğire, Taif’in ileri gelenlerinden Urve b. Mesud
Es-Sekafî gibi kişiler dini, medeni liderliğe layık görülüyorlardı. Yani
müşriklerin bu tezine göre, Allah bir beşere vahiy indirecek olsaydı, bu iki
asilzadeden birine indirirdi. Hâlbuki Hz. Muhammed hem zengin değildi hem de
ona varis olacak erkek çocukları yaşamıyordu.[4]
Buna
göre Hz. Muhammed’in peygamberlik ve liderlik mevkiini işgal etmesi imkânsızdı.
Bu
itibarla Mekke içerisinde kendisine peygamberliğin gelmesini umanlar arasında
bunların dışında Ümeyye b. Ebi’s Salt da bulunmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s)
nübüvvet verilince kıskançlığından dolayı iman etmemiş, müşrikleri Hz.
Peygamber aleyhine kışkırtmıştır.[5]
Kısacası
müşriklere göre kitap, neden Firavun gibi mallara, mülke, akan ırmaklara ve
kullara sahip birine değil, neden Semud’un ileri gelenlerine değil, neden
Nemrut’a değil, neden kavimlerince güya saygı gösterilen, zengin, güçlü ve
akıllı! İnsanlara değil de, bir çobana, “doğru
dürüst konuşamayan bir zavallıya”, malı-mülkü olmayan bir yoksula gelir.
Neden Muğire b. Velid’e veya Sakif’in reisine değil de Abdullah oğlu Muhammed
gibi doğruluğundan başka serveti olmayan birine verilir? Allah bula bula, kitap
verecek, kavimleri yanında hiç de doğruluktan başka değeri olmayan, Musa’yı,
İbrahim’i, İsa’yı ve Muhammed’i bulmuş?[6]
Fakat
unutulmamalıdır ki şirkin insanı değerlendirmesiyle tevhidin insanı
değerlendirmesi oldukça farklıdır. Birbirlerine taban tabana zıttır. Şirkin
gözünde şerefli insan güçlü insandır, zengin insandır, yüksek dünyevi makamda
olan insandır, fiziki açıdan düzgün ve yapılı insandır. Hâlbuki bu tür
kriterlerin tevhit nazarında kıymeti yoktur. Tevhit bu gibileri için
“giydirilmiş odunlar” deyimini kullanır. Tevhidin gözünde insan olmak
bakımından çobanla hükümdar aynıdır. Köle ile efendi arasında fark yoktur. En
zengin insanın bir gömlek de olsa fakire üstünlüğünden söz edilemez. İnsan olma
bakımından herkesi Allah’ın nazarında bir tarağın dişleri gibi eşittir. Tevhit,
şirkin ayırdığı gibi ırk ve renk ayrımına da bir dirhem prim vermez. İnsanın
üstünlüğü ancak insanlığındadır, tevhide imanı veya imansızlığındadır, iman ve
amelindeki derecesindedir.
Bu
bakımdan hiçbir güçlü, servet, mülk ve oğul sahibi, fiziki açıdan düzgün ve bir
kısım insanların gözünde değerli görünen kişi veya kişilerin, işçiler,
çiftçiler, çobanlar, zayıflar, yoksullar ve şu veya bu renkten insanlar üstünde
rableşme hakları yoktur. Böyle olduğu için şirkin elebaşları tevhide yanaşmaya
çalışmazlar, yanaşmamışlardır ve daima karşı olmuşlardır.[7]
İnsan
makam sevgisine meftundur. Bu sevgi, insan ruhundan kaynaklanmaktadır. “ Sana ruhtan sorarlar. De ki ruh, rabbimin
emrindedir.”, “…ona ruhumdan üflediğim zaman…”[8]
Gibi ayetlerde ruh, rabbanî bir emir olarak telakki edilmektedir. İşte bu
ruhtan ötürü, insan makam sahibi olmayı sever. Çünkü bu ona tanrılık zevkini
vermektedir.
Tanrılık,
anlam olarak üstünlükte benzersiz olmayı, varlıkta da, başkaları üzerinde amir
olmayı gerektirmektedir. Mal ve makam, bu duyguya götüren iki kaynak
olmaktadır. Mal elde etmek suretiyle insanlar arasından sıyrılmak zor
olduğundan kişi, kolay olan makam ve şöhrete yönelmek suretiyle bu duygusunu
tatmine yönelmektedir. Bu doğal sevgi, malın elde edilmesinde isyankârlığa
yeltenme gibi fırsatların oluşması zamanında, fertler üzerindeki şiddetli
etkisi itibariyle daha da belirginleşmektedir.[9]
Bundan
dolayı, tarih içinde iktidarı ele geçiren zorbaların, kurnazca tanrılık
rollerini oynadıkları görülmektedir. Hatta bunlar arasında Firavun gibi
tanrılığını alenen iddia edenler de çıkmıştır. Nitekim Firavun Mısır halkına
karşı: “ben sizin en yüce rabbinizim…”[10]
demiştir.
Mekke
müşriklerinin, İslam’ın ilk günlerinde kendi dinlerini yalanlayan ve
tanrılarına karşı hakarette bulunan Hz. Peygamber’e teklif ettikleri rüşvetin
içerisinde liderlik ve melikliğin bulunması bu konudaki zafiyetin tarih boyunca
hiç eksilmediğini, aksine her zaman tazeliğini koruduğunu gösterir.
Servet
âşıkları köle edinme sevdasında oldukları gibi, makam sevdalıları da insanları
kendi emirleri altına alma, onları kendilerine bağlama ve gönüllerini zapt etme
peşindedir. Mal sahipleri, kişileri zorla emirleri altında çalıştırırken, makam
sahipleri, hür insanları iradeleri ile zevkle kendilerine itaat ettirmekte;
onların gönlünde mevki sahibi olmaktadırlar. Tanrıdan ruh alan insan,
Eflatun’un tabiriyle, güç ve iktidar dönemlerinde amansız despot ve tiran iken,
bu güçleri kendilerinde hissetmedikleri zaman ise köle ruhlu bir insan olup, bu
sefer makam sahiplerinin emrinde çalışan bir zavallıya dönerler. Bundan
dolayıdır ki, peygamberliğin kendi içlerinde iki şehrin ileri gelenlerinden
birine verilmesi gerektiğini söyleyen Mekke müşriklerinin gönlünde, makam
sahiplerine hizmet etmek, onların menfaatlerini kendi menfaatlerinden ön planda
tutmak yatmaktadır. “ Ve dediler ki: Bu
Kur’an iki şehrin ileri gelenlerinden birine indirilseydi olmaz mıydı”[11]
Peygamberliği kendilerine değil de, efendilerine, reislerine layık
görüyorlardı.[12]
Hz. Peygamber’e gösterilen ifade ve tavır, Hz. Musa’ya
gösterile ifade ve tavrın aynısıdır. “Musa
ve Harun’u mucizelerimizle Firavun ve toplumuna gönderdik… Onlar dediler ki:
babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk
sizin olsun diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.”[13]
Kur’an’da bu tür insanların makam ve
statülerini kaybetmemek için bile bile iman etmedikleri vurgulanmaktadır. “ Biz sizinle beraber doğru yola uyarsak,
yerlerimizden atılırız.”[14]
Bu da makam sevgisinin en ulvî değerleri dahi, uğrundan feda edecek bir saplantıya
kadar ulaşabileceğini göstermektedir.[15]
VI- MEVCUT SOSYAL YAPININ DEĞİŞMESİ
Bütün dünyada olduğu gibi Arap Yarımadası’nda da
kölelik yaygındı. Bedenlerinin köle olmasının yanında akıl ve iradeleri de hür
değildi. Köle, efendisinin dini dışında başka bir dine inanamazdı. Ancak
efendisinin sevdiği şeyleri sevebilir, sevmediğini sevemezdi. Zaten cismi
efendisinin emirlerine amade idi. İslam gelince aklın ve kalbin köleliğini
kabul etmedi. Köleliğin buralara sirayet etmemesi gerektiğini belirtti. İslam’a
göre köle de bir insandı ve onun kalbi ve aklına hükmedilmezdi. Dininde,
sevgisinde, nefretinde hürdü. Cisminin köleliği de mutlak değildi. Yeme, içme
ve evlenme gibi hususlarda efendisine karşı hakları vardı. Efendisi, köle için
haram olan bir şeyi yapmasını istemesini ve kendisine ağır gelen işleri
yapmasını isteyemezdi, böyle bir yetkisi yoktu.[16]
Araplar, insanlar arasındaki sosyal tabakalara çok
önem veriyordu. Her bireyin cemiyet içinde sosyal bir statüsü vardı, onun
dışına çıkamazdı. Hâlbuki Hz. Muhammed’in davet ettiği din insanlar arasındaki
eşitliği ön plana çıkarmıştı. Bu din, efendi ile köleyi eşit tutuyordu. Hatta
köle efendisinden muttaki ise köleyi daha üstün tutuyordu. Kur’an-ı Kerim’de: “Elbette ki Allah nezdinde en şerefli
olanınız takva yönünden en yüksek olanınızdır”[17] buyrulmaktadır.
İşte bu yüzden efendiler, adetlerini ve hayat düzenlerini yıkan ve kendileriyle
“basit” köleleri eşit tutan bu dine yanaşmadıkları gibi, mücadelede de kararlı
göründüler.[18]
Bir gün Ebû Leheb peygamberimize: “ben iman edersem bana ne var?” diye sormuş, “Bütün müminlere ne varsa sana da o var” cevabını alınca, “beni başkalarıyla eşit tutan din olmaz
olsun” diyerek inkârında
diretmiştir.[19]
Müşriklerin elebaşları horladıkları insanların
düzeyine inmekten utanırlar, çevrelerinde dönen insanlar, özellikle güzel
kadınlar onlara ne derse onu düşünürler; evet ne der o kadınlar sıradan bir
gence uydukları zaman, nasıl da ayıplarlar kendilerini. Müşrikler, kınayanın
kınamasından korkarlar. Ancak insanların gözünde büyük olma sevdası taşırlar
yüreklerinde. Bir resulün geleceğini dört gözle bekleyen ve onun geldiğini
öğrenen Umeyye b. Ebi Said gibi: “Sakif
kadınlarının Abdi-menaf oğullarından bir gence tabi olduğumu haber almalarından
utandığım için iman etmiyorum.” derler.[20]
Müşrikler, Hz. Muhammed’in toplumda mevcut geleneksel
kan bağını bozup, putlarını kırarak otoriteyi ele geçirmesinden ve belki de en
önemlisi, onların ekonomik ve sosyal hayatları için son derce önemli bir yer
tutan Kâbe’ye insanların gelmesini engellemesinden veya Kâbe’nin onlara
kazandırmış olduğu güvenli ticaret yapabilme özelliklerinin ellerinden
gitmesinden korkmaktaydılar. İslam, Mekke’de sadece yeni bir din ve fikir
ortaya çıkarmamış, aynı zamanda mevcut hayat düzenini değiştirmek üzere
gelmiştir.[21]
Mekke şehri tarıma elverişsiz bir vadide kurulmuştu.
Şehir ekonomisi esas itibariyle ticarete dayanıyordu. Şehrin bütün sosyal
ilişkileri ticaret tarafından düzenlenir duruma gelmişti. Büyük tacirler,
şehrin tartışmasız yöneticileri konumuna gelmişti. Şehirde son söz her zaman
onlara aitti. Kuralları onlar koyar, ticari ilişkilerindeki çıkarları koruyacak
gelenekler, yine onlar tarafından topluma dayatılırdı. Mal sahibi de onlardı,
varis de onlardı. Borç isteyen kişi, kendisi için değerli bir şeyi borç verene
rehin bırakmak zorundaydı. Kimi zavallılar borç alabilmek için çocuklarını,
eşlerini hatta kendilerini rehin olarak gösterirlerdi. Borcu ödeme vakti
gelince ödenecek miktar alınan miktarın üç-dört misline yükselirdi. Borçlu
borcunu ödeyemeyince rehin alınan şey ve kişi borç veren kişinin mülkiyetine
geçerdi ve onun üstünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilirdi.[22]
Arabistan’da insanların genel ahlakının bozulmasından
dolayı fuhşun her çeşidi yaygındı, fahişelik de almış yürümüştü. Cahiliyye’de
nikâhların sınırı yoktu. Bir kişi on ya da daha fazla nikâh yapabilirdi. Bu
kadar çok evliliğin faturası da çok olurdu. Masraflar çoğalınca, eşleri çok
olan kimse akrabalar, yeğenler ve yetim kişilerin mal-mülküne konardı.
Araplarda üvey anne ile evlenmek de ayıp sayılmazdı.
Araplar Yahudilerden hayli etkilendikleri için, tıpkı
Yahudiler gibi kadın ve kızların iddet günleri sırasında cenabetli olduklarını
düşünürlerdi. Adet geçirmekte olan bir kadın veya bir kızın pişirdiği yemekler
yenmez, verdiği su içilmezdi. Onunla oturulmaz, yemek yenmez, hatta böyle bir
kadına dokunmak bile günah sayılırdı. Kısacası aybaşı süresince bir kadın,
evinde karantinaya alınırdı.[23]
Cahiliye döneminde Arapların en büyük sosyal
ayıplarından biri boşanmanın çok yaygın oluşuydu. Hatta bir kadın defalarca
kocası tarafından boşanıp tekrar kocası tarafından alınabilirdi. Kocasından
boşanmış bir kadın başkasıyla evlenemezdi.
Cahiliye Arap toplumunda güçlü olanlar her zaman
zayıflara baskı ve zülüm uyguluyorlardı. Hele velisi olmayan sahipsiz, yetim
erkek ve kız çocuğa her türlü haksızlık reva görülürdü. Arabistan’da ölen
kişinin bıraktığı mirastan kadın ve çocuklara pay bırakılmazdı.
Araplar arasında kız çocuklarını diri diri gömmek gibi
vahşi bir adet çok eski çağlarda çeşitli sebeplerden başlamıştır. Bunun birinci
sebebi ekonomik ve maddi durumlarının son derece bozuk olmasıydı. Doğan çocuk
kız olunca hemen hor görülür, hem aileye maddi bir külfet olarak kabul
edilirdi.
Cahiliye döneminde kan davası, Arapların en önemli
özelliklerinden biriydi. Bir aile veya bir kabile kendi fertlerinden biri veya
birden fazla kişinin öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı.
Arabistan’da huzur ve asayiş diye bir şey yoktu. Her tarafta insanların kanı
akıtılıyor, hırsızlık, soygunculuk ve yağma yapılıyordu. Hırsızlık ve
soygunculuk bazen kabilece yapılıyordu.[24]
Bütün bu haksızlığın, ahlaksızlığın, zulmün ve
adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir toplumda bir peygamberin ortaya çıkarak bu
alışkanlıkları ortadan kolayca kaldırması düşünülemezdi. Hele bundan çıkar
sağlayanların buna göz yummaları beklenemezdi.
Hz. Peygamber’in yeni getirmiş olduğu dinle birlikte
hainler dışlanacak, insan hakları hiçbir ayırım yapılmadan verilecek,
siyah-beyaz, efendi-köle, zengin-fakir, kadın-erkek ayrımı olmayacaktı.
Bu yeni toplumda hırsızlar cezalandırılacak, emanete
ihanet edenler hak ettikleri cezaya çarptırılacak, kısas uygulanacak ama
bunların hiç birinde zengin-fakir, efendi-köle ayrımı yapılmayacaktı.
Aile kurumu koruma altına alınıyor, zina edenler ise
cezalandırılacak, anne, eş, hayat arkadaşı olan kadının onuru her şeyin üstünde
tutulacak, erkeğin kadını bir süre kullanıp atmasına müsaade edilmeyecek, bir
kadın birden fazla erkeğe teslim edilmeyecekti. Kadının gururuna saygı
duyulacak, ancak istediği kişiyle evlendirilecekti. Kadın bir eşya gibi
kullanılmayacaktı.
Müşrikler, doğan kız çocuklarını acımadan diri diri
toprağa gömüyorlardı. Tevhid ise bunların hiç birine müsaade etmiyordu. Belki de
kız çocuklarının toprağa diri gömülmesinin sebebi müşrikler arasında kadının
hiçbir değerinin olmamasından kaynaklanıyordu. Kız çocuklarını büyüttükten
sonra bu hallere düşmektense daha çocukken öldürülmesi daha iyiydi onlar için.
Tevhid ise kadınları bu durumdan kurtararak,
gururlarının ayaklar altına alınamayacağını, erkelerle eşit haklara sahip
olduklarını, onlara bir eşya muamelesinin yapılamayacağını, diledikleri kişiyle
evlenebileceklerini, hatta “cennet
anaların ayağı altındadır” diyerek onların ne kadar değerli varlık olduğunu
vurgulamaktadır. Durum böyle iken müşrikler bütün bu yaptıklarına dur diyen
tevhidi nasıl kabul edebilirlerdi. Kabul etmedikleri gibi diğer insanları da
engellemeye çalışmışlardır.
[1]
Mevdudi, II/21-22.
[2]
İbrahim Görener, Hz. Peygamber Ve Sosyal Gerçeklik, İslamî Araştırmalar, C. 15,
S.4, 2002, s.515.
[3]
Zuhruf, 31.
[4]
Doğrul, I/60. Köksal III-IV/51. Kapar, s.116–117.
[5]
Kapar, s.117.
[6] Ünal,
s.259.
[7] Ünal,
s.159–160.
[8] İsra
85. Hicr 29.
[9]
Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan
Psikolojisi, İst. 1999, s.151.
[10]
Naziat 24.
[11] Zuhruf
31-32.
[12]
Aydın, s.151-152.
[13]
Yunus 75-78.
[14]
Kasas 57.
[15]
Aydın, s.154.
[16]
D.G.İ.T. I/208.
[17]
Hucurat 13.
[18]
D.G.İ.T. I/209.
[19]
Köksal, IV/49.
[20]
Köksal, IV/224.
[21]
Görener, s.519.
[22]
Abdurrahman Şarkavî, Özgürlük Peygamberi
Hz. Muhammed, çev. Muharrem Tan, İst. 1993, 17.
[23]
Mevdudi, s.37–38.
[24]
Mevdudi, s.38–43.
0 yorum:
Yorum Gönder