22 Temmuz 2017 Cumartesi

Mekkeli Müşriklerin İslamiyete Karşı Çıkmalarında Etkili Olan Faktörler (III)

 Edip Akyol
V-      LİDERLİK DÜŞÜNCESİ
Muhammedî davetin önündeki engellerden birisi de Mekke halkının arasındaki liderlik düşüncesidir.
            Arabistan’da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Devlet kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile muhtariyet sahibiydi. Bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru da hemen hemen hiç yoktu. Her yerde orman kanunu uygulanıyordu demek doğru olur. Yasa ve kurallar güçlü ve kaba kuvvetten yanaydı. Kim daha güçlüyse lider oydu.[1]

            Liderlik ve karizma olgusuna sosyolojik bir açıdan bakacak olursak; Max Weber’e göre Karizma şahsa ait özel bir sıfattır. Bu sıfat sayesinde o kişi diğer insanlardan ayrılmakta ve tabiatüstü, insanüstü veya en azından pek görülmedik güç ve özelliklerle dolu bir insan olarak kabul görmektedir. Bu sıfatlar herkes tarafından elde edilir cinsten olmayıp daha ziyade ilahi kaynaklıdır. Veya örnek teşkil edecek mahiyettedir. Bu vasıflara dayanarak o kişi bir lider olarak muamele görür.
            Bu tanımda karizmatik özelliğin bir sonucu olan liderlik, karizmanın asli bir unsuru değildir. Bir kişinin karizma özelliği olmasına karşılık liderliği söz konusu olmayabilir. Bir kişinin lider olması, doğuştan gelen bir nimet olmayıp etrafındaki insanların kabullerine bağlıdır. Karizmatik kişiliğe haiz bir kişinin etrafındaki bazı kişilerden kabul görmesi onun liderliği için en önemli unsurdur. Weber’in de üzerinde durduğu husus, lideri toplumun ortaya çıkardığı gerçeğidir. Peygamberler karizmatik vasfı kendilerinde bulundurmuşlardır. Ancak her peygamberin bir lider daha doğrusu siyasî bir lider olduğunu söylemek zordur. Örneğin Hz. İsa (a.s.) manevî anlamda liderliği olan ama siyasî anlamda liderliği bulunmayan peygamberlerdendir. Bu, kendi toplumunun onun etrafında toplanmaması ve onu desteklememiş olmasından kaynaklanmaktadır.[2]
            Buna göre karizmanın doğuştan gelip, sadece peygamberlere has olan ve peygamberlerin son bulmasıyla birlikte ortadan kalkan bir özellik olduğunu söyleyebiliriz. Yani peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s) ile karizmanın da ortadan kalktığını en azından önemli ölçüde bittiğini söyleyebiliriz. Liderlik ise müşriklerin iddia ettiği gibi zenginlik, evlat çokluğu vs. gibi özelliklerle değil, toplumun, özelliklerinden dolayı bir kimsenin etrafında toplanıp onu lider kabul etmesiyle oluşan bir husus olduğu iddia edilebilir. Bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra tevhid ile şirkin değerlendirmesini ve dönemin liderlik düşüncesini aktarmaya çalışacağız.
            Kureyş itikadına göre olsa olsa Mekke veya Taif büyüklerinden biri peygamber olabilirdi. Kur’an-ı Kerim, Kureyş’in bu düşüncesini “bu Kur’an niçin iki beldenin ulularından birine inmedi?”[3] mealindeki ayetiyle ifade eder. Kureyş’e göre bu ulular Velid  b. Rebia, Ebu Mesud Es-sekafî gibi kişiler olabilirdi.
            Kureyş’e göre liderliği elde etmek için en büyük şartlar servet ve çok çocuk sahibi olmaktır. Bütün vahşi kabileler, evlatları olmayan ve serveti az olan birinin liderliğini akıllarına sığdıramazlar. Bundan dolayı Araplarca Mekke’nin ileri gelenlerinde Velid b. Muğire, Taif’in ileri gelenlerinden Urve b. Mesud Es-Sekafî gibi kişiler dini, medeni liderliğe layık görülüyorlardı. Yani müşriklerin bu tezine göre, Allah bir beşere vahiy indirecek olsaydı, bu iki asilzadeden birine indirirdi. Hâlbuki Hz. Muhammed hem zengin değildi hem de ona varis olacak erkek çocukları yaşamıyordu.[4]
            Buna göre Hz. Muhammed’in peygamberlik ve liderlik mevkiini işgal etmesi imkânsızdı.
            Bu itibarla Mekke içerisinde kendisine peygamberliğin gelmesini umanlar arasında bunların dışında Ümeyye b. Ebi’s Salt da bulunmaktadır. Hz. Muhammed (s.a.s) nübüvvet verilince kıskançlığından dolayı iman etmemiş, müşrikleri Hz. Peygamber aleyhine kışkırtmıştır.[5]
            Kısacası müşriklere göre kitap, neden Firavun gibi mallara, mülke, akan ırmaklara ve kullara sahip birine değil, neden Semud’un ileri gelenlerine değil, neden Nemrut’a değil, neden kavimlerince güya saygı gösterilen, zengin, güçlü ve akıllı! İnsanlara değil de, bir çobana, “doğru dürüst konuşamayan bir zavallıya”, malı-mülkü olmayan bir yoksula gelir. Neden Muğire b. Velid’e veya Sakif’in reisine değil de Abdullah oğlu Muhammed gibi doğruluğundan başka serveti olmayan birine verilir? Allah bula bula, kitap verecek, kavimleri yanında hiç de doğruluktan başka değeri olmayan, Musa’yı, İbrahim’i, İsa’yı ve Muhammed’i bulmuş?[6]
            Fakat unutulmamalıdır ki şirkin insanı değerlendirmesiyle tevhidin insanı değerlendirmesi oldukça farklıdır. Birbirlerine taban tabana zıttır. Şirkin gözünde şerefli insan güçlü insandır, zengin insandır, yüksek dünyevi makamda olan insandır, fiziki açıdan düzgün ve yapılı insandır. Hâlbuki bu tür kriterlerin tevhit nazarında kıymeti yoktur. Tevhit bu gibileri için “giydirilmiş odunlar” deyimini kullanır. Tevhidin gözünde insan olmak bakımından çobanla hükümdar aynıdır. Köle ile efendi arasında fark yoktur. En zengin insanın bir gömlek de olsa fakire üstünlüğünden söz edilemez. İnsan olma bakımından herkesi Allah’ın nazarında bir tarağın dişleri gibi eşittir. Tevhit, şirkin ayırdığı gibi ırk ve renk ayrımına da bir dirhem prim vermez. İnsanın üstünlüğü ancak insanlığındadır, tevhide imanı veya imansızlığındadır, iman ve amelindeki derecesindedir.
            Bu bakımdan hiçbir güçlü, servet, mülk ve oğul sahibi, fiziki açıdan düzgün ve bir kısım insanların gözünde değerli görünen kişi veya kişilerin, işçiler, çiftçiler, çobanlar, zayıflar, yoksullar ve şu veya bu renkten insanlar üstünde rableşme hakları yoktur. Böyle olduğu için şirkin elebaşları tevhide yanaşmaya çalışmazlar, yanaşmamışlardır ve daima karşı olmuşlardır.[7]
            İnsan makam sevgisine meftundur. Bu sevgi, insan ruhundan kaynaklanmaktadır. “ Sana ruhtan sorarlar. De ki ruh, rabbimin emrindedir.”, “…ona ruhumdan üflediğim zaman…”[8] Gibi ayetlerde ruh, rabbanî bir emir olarak telakki edilmektedir. İşte bu ruhtan ötürü, insan makam sahibi olmayı sever. Çünkü bu ona tanrılık zevkini vermektedir.
            Tanrılık, anlam olarak üstünlükte benzersiz olmayı, varlıkta da, başkaları üzerinde amir olmayı gerektirmektedir. Mal ve makam, bu duyguya götüren iki kaynak olmaktadır. Mal elde etmek suretiyle insanlar arasından sıyrılmak zor olduğundan kişi, kolay olan makam ve şöhrete yönelmek suretiyle bu duygusunu tatmine yönelmektedir. Bu doğal sevgi, malın elde edilmesinde isyankârlığa yeltenme gibi fırsatların oluşması zamanında, fertler üzerindeki şiddetli etkisi itibariyle daha da belirginleşmektedir.[9]
            Bundan dolayı, tarih içinde iktidarı ele geçiren zorbaların, kurnazca tanrılık rollerini oynadıkları görülmektedir. Hatta bunlar arasında Firavun gibi tanrılığını alenen iddia edenler de çıkmıştır. Nitekim Firavun Mısır halkına karşı: “ben sizin en yüce rabbinizim…”[10] demiştir.
            Mekke müşriklerinin, İslam’ın ilk günlerinde kendi dinlerini yalanlayan ve tanrılarına karşı hakarette bulunan Hz. Peygamber’e teklif ettikleri rüşvetin içerisinde liderlik ve melikliğin bulunması bu konudaki zafiyetin tarih boyunca hiç eksilmediğini, aksine her zaman tazeliğini koruduğunu gösterir.
            Servet âşıkları köle edinme sevdasında oldukları gibi, makam sevdalıları da insanları kendi emirleri altına alma, onları kendilerine bağlama ve gönüllerini zapt etme peşindedir. Mal sahipleri, kişileri zorla emirleri altında çalıştırırken, makam sahipleri, hür insanları iradeleri ile zevkle kendilerine itaat ettirmekte; onların gönlünde mevki sahibi olmaktadırlar. Tanrıdan ruh alan insan, Eflatun’un tabiriyle, güç ve iktidar dönemlerinde amansız despot ve tiran iken, bu güçleri kendilerinde hissetmedikleri zaman ise köle ruhlu bir insan olup, bu sefer makam sahiplerinin emrinde çalışan bir zavallıya dönerler. Bundan dolayıdır ki, peygamberliğin kendi içlerinde iki şehrin ileri gelenlerinden birine verilmesi gerektiğini söyleyen Mekke müşriklerinin gönlünde, makam sahiplerine hizmet etmek, onların menfaatlerini kendi menfaatlerinden ön planda tutmak yatmaktadır. “ Ve dediler ki: Bu Kur’an iki şehrin ileri gelenlerinden birine indirilseydi olmaz mıydı”[11] Peygamberliği kendilerine değil de, efendilerine, reislerine layık görüyorlardı.[12]
Hz. Peygamber’e gösterilen ifade ve tavır, Hz. Musa’ya gösterile ifade ve tavrın aynısıdır. “Musa ve Harun’u mucizelerimizle Firavun ve toplumuna gönderdik… Onlar dediler ki: babalarımızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin olsun diye mi bize geldin? Hâlbuki biz size inanacak değiliz.”[13]
            Kur’an’da bu tür insanların makam ve statülerini kaybetmemek için bile bile iman etmedikleri vurgulanmaktadır. “ Biz sizinle beraber doğru yola uyarsak, yerlerimizden atılırız.”[14] Bu da makam sevgisinin en ulvî değerleri dahi, uğrundan feda edecek bir saplantıya kadar ulaşabileceğini göstermektedir.[15]


VI-      MEVCUT SOSYAL YAPININ DEĞİŞMESİ
Bütün dünyada olduğu gibi Arap Yarımadası’nda da kölelik yaygındı. Bedenlerinin köle olmasının yanında akıl ve iradeleri de hür değildi. Köle, efendisinin dini dışında başka bir dine inanamazdı. Ancak efendisinin sevdiği şeyleri sevebilir, sevmediğini sevemezdi. Zaten cismi efendisinin emirlerine amade idi. İslam gelince aklın ve kalbin köleliğini kabul etmedi. Köleliğin buralara sirayet etmemesi gerektiğini belirtti. İslam’a göre köle de bir insandı ve onun kalbi ve aklına hükmedilmezdi. Dininde, sevgisinde, nefretinde hürdü. Cisminin köleliği de mutlak değildi. Yeme, içme ve evlenme gibi hususlarda efendisine karşı hakları vardı. Efendisi, köle için haram olan bir şeyi yapmasını istemesini ve kendisine ağır gelen işleri yapmasını isteyemezdi, böyle bir yetkisi yoktu.[16]
Araplar, insanlar arasındaki sosyal tabakalara çok önem veriyordu. Her bireyin cemiyet içinde sosyal bir statüsü vardı, onun dışına çıkamazdı. Hâlbuki Hz. Muhammed’in davet ettiği din insanlar arasındaki eşitliği ön plana çıkarmıştı. Bu din, efendi ile köleyi eşit tutuyordu. Hatta köle efendisinden muttaki ise köleyi daha üstün tutuyordu. Kur’an-ı Kerim’de: “Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız takva yönünden en yüksek olanınızdır”[17] buyrulmaktadır. İşte bu yüzden efendiler, adetlerini ve hayat düzenlerini yıkan ve kendileriyle “basit” köleleri eşit tutan bu dine yanaşmadıkları gibi, mücadelede de kararlı göründüler.[18]
Bir gün Ebû Leheb peygamberimize: “ben iman edersem bana ne var?” diye sormuş, “Bütün müminlere ne varsa sana da o var” cevabını alınca, “beni başkalarıyla eşit tutan din olmaz olsun”  diyerek inkârında diretmiştir.[19]
Müşriklerin elebaşları horladıkları insanların düzeyine inmekten utanırlar, çevrelerinde dönen insanlar, özellikle güzel kadınlar onlara ne derse onu düşünürler; evet ne der o kadınlar sıradan bir gence uydukları zaman, nasıl da ayıplarlar kendilerini. Müşrikler, kınayanın kınamasından korkarlar. Ancak insanların gözünde büyük olma sevdası taşırlar yüreklerinde. Bir resulün geleceğini dört gözle bekleyen ve onun geldiğini öğrenen Umeyye b. Ebi Said gibi: “Sakif kadınlarının Abdi-menaf oğullarından bir gence tabi olduğumu haber almalarından utandığım için iman etmiyorum.” derler.[20]
Müşrikler, Hz. Muhammed’in toplumda mevcut geleneksel kan bağını bozup, putlarını kırarak otoriteyi ele geçirmesinden ve belki de en önemlisi, onların ekonomik ve sosyal hayatları için son derce önemli bir yer tutan Kâbe’ye insanların gelmesini engellemesinden veya Kâbe’nin onlara kazandırmış olduğu güvenli ticaret yapabilme özelliklerinin ellerinden gitmesinden korkmaktaydılar. İslam, Mekke’de sadece yeni bir din ve fikir ortaya çıkarmamış, aynı zamanda mevcut hayat düzenini değiştirmek üzere gelmiştir.[21]
Mekke şehri tarıma elverişsiz bir vadide kurulmuştu. Şehir ekonomisi esas itibariyle ticarete dayanıyordu. Şehrin bütün sosyal ilişkileri ticaret tarafından düzenlenir duruma gelmişti. Büyük tacirler, şehrin tartışmasız yöneticileri konumuna gelmişti. Şehirde son söz her zaman onlara aitti. Kuralları onlar koyar, ticari ilişkilerindeki çıkarları koruyacak gelenekler, yine onlar tarafından topluma dayatılırdı. Mal sahibi de onlardı, varis de onlardı. Borç isteyen kişi, kendisi için değerli bir şeyi borç verene rehin bırakmak zorundaydı. Kimi zavallılar borç alabilmek için çocuklarını, eşlerini hatta kendilerini rehin olarak gösterirlerdi. Borcu ödeme vakti gelince ödenecek miktar alınan miktarın üç-dört misline yükselirdi. Borçlu borcunu ödeyemeyince rehin alınan şey ve kişi borç veren kişinin mülkiyetine geçerdi ve onun üstünde dilediği gibi tasarrufta bulunabilirdi.[22]
Arabistan’da insanların genel ahlakının bozulmasından dolayı fuhşun her çeşidi yaygındı, fahişelik de almış yürümüştü. Cahiliyye’de nikâhların sınırı yoktu. Bir kişi on ya da daha fazla nikâh yapabilirdi. Bu kadar çok evliliğin faturası da çok olurdu. Masraflar çoğalınca, eşleri çok olan kimse akrabalar, yeğenler ve yetim kişilerin mal-mülküne konardı. Araplarda üvey anne ile evlenmek de ayıp sayılmazdı.
Araplar Yahudilerden hayli etkilendikleri için, tıpkı Yahudiler gibi kadın ve kızların iddet günleri sırasında cenabetli olduklarını düşünürlerdi. Adet geçirmekte olan bir kadın veya bir kızın pişirdiği yemekler yenmez, verdiği su içilmezdi. Onunla oturulmaz, yemek yenmez, hatta böyle bir kadına dokunmak bile günah sayılırdı. Kısacası aybaşı süresince bir kadın, evinde karantinaya alınırdı.[23]
Cahiliye döneminde Arapların en büyük sosyal ayıplarından biri boşanmanın çok yaygın oluşuydu. Hatta bir kadın defalarca kocası tarafından boşanıp tekrar kocası tarafından alınabilirdi. Kocasından boşanmış bir kadın başkasıyla evlenemezdi.
Cahiliye Arap toplumunda güçlü olanlar her zaman zayıflara baskı ve zülüm uyguluyorlardı. Hele velisi olmayan sahipsiz, yetim erkek ve kız çocuğa her türlü haksızlık reva görülürdü. Arabistan’da ölen kişinin bıraktığı mirastan kadın ve çocuklara pay bırakılmazdı.
Araplar arasında kız çocuklarını diri diri gömmek gibi vahşi bir adet çok eski çağlarda çeşitli sebeplerden başlamıştır. Bunun birinci sebebi ekonomik ve maddi durumlarının son derece bozuk olmasıydı. Doğan çocuk kız olunca hemen hor görülür, hem aileye maddi bir külfet olarak kabul edilirdi.
Cahiliye döneminde kan davası, Arapların en önemli özelliklerinden biriydi. Bir aile veya bir kabile kendi fertlerinden biri veya birden fazla kişinin öldürülmesinin bedelini takdir ettikleri ölçüde alırlardı. Arabistan’da huzur ve asayiş diye bir şey yoktu. Her tarafta insanların kanı akıtılıyor, hırsızlık, soygunculuk ve yağma yapılıyordu. Hırsızlık ve soygunculuk bazen kabilece yapılıyordu.[24] 
Bütün bu haksızlığın, ahlaksızlığın, zulmün ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü bir toplumda bir peygamberin ortaya çıkarak bu alışkanlıkları ortadan kolayca kaldırması düşünülemezdi. Hele bundan çıkar sağlayanların buna göz yummaları beklenemezdi.
Hz. Peygamber’in yeni getirmiş olduğu dinle birlikte hainler dışlanacak, insan hakları hiçbir ayırım yapılmadan verilecek, siyah-beyaz, efendi-köle, zengin-fakir, kadın-erkek ayrımı olmayacaktı.
Bu yeni toplumda hırsızlar cezalandırılacak, emanete ihanet edenler hak ettikleri cezaya çarptırılacak, kısas uygulanacak ama bunların hiç birinde zengin-fakir, efendi-köle ayrımı yapılmayacaktı.
Aile kurumu koruma altına alınıyor, zina edenler ise cezalandırılacak, anne, eş, hayat arkadaşı olan kadının onuru her şeyin üstünde tutulacak, erkeğin kadını bir süre kullanıp atmasına müsaade edilmeyecek, bir kadın birden fazla erkeğe teslim edilmeyecekti. Kadının gururuna saygı duyulacak, ancak istediği kişiyle evlendirilecekti. Kadın bir eşya gibi kullanılmayacaktı.
Müşrikler, doğan kız çocuklarını acımadan diri diri toprağa gömüyorlardı. Tevhid ise bunların hiç birine müsaade etmiyordu. Belki de kız çocuklarının toprağa diri gömülmesinin sebebi müşrikler arasında kadının hiçbir değerinin olmamasından kaynaklanıyordu. Kız çocuklarını büyüttükten sonra bu hallere düşmektense daha çocukken öldürülmesi daha iyiydi onlar için.
Tevhid ise kadınları bu durumdan kurtararak, gururlarının ayaklar altına alınamayacağını, erkelerle eşit haklara sahip olduklarını, onlara bir eşya muamelesinin yapılamayacağını, diledikleri kişiyle evlenebileceklerini, hatta “cennet anaların ayağı altındadır” diyerek onların ne kadar değerli varlık olduğunu vurgulamaktadır. Durum böyle iken müşrikler bütün bu yaptıklarına dur diyen tevhidi nasıl kabul edebilirlerdi. Kabul etmedikleri gibi diğer insanları da engellemeye çalışmışlardır.




[1] Mevdudi, II/21-22.
[2] İbrahim Görener, Hz. Peygamber Ve Sosyal Gerçeklik, İslamî Araştırmalar, C. 15, S.4, 2002, s.515.
[3] Zuhruf, 31.
[4] Doğrul, I/60. Köksal III-IV/51. Kapar, s.116–117.
[5] Kapar, s.117.
[6] Ünal, s.259.
[7] Ünal, s.159–160.
[8] İsra 85. Hicr 29.
[9] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, İst. 1999, s.151.
[10] Naziat 24.
[11] Zuhruf 31-32.
[12] Aydın, s.151-152.
[13] Yunus 75-78.
[14] Kasas 57.
[15] Aydın, s.154.
[16] D.G.İ.T. I/208.
[17] Hucurat 13.
[18] D.G.İ.T. I/209.
[19] Köksal, IV/49.
[20] Köksal, IV/224.
[21] Görener, s.519.
[22] Abdurrahman Şarkavî, Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed, çev. Muharrem Tan, İst. 1993, 17.
[23] Mevdudi, s.37–38.
[24] Mevdudi, s.38–43.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar