Yrd. Doç. Dr. Sıddık ÜNALAN
DİN
Din
nedir? sorusuna verilen cevaplar farklılık arz etmektedir.1
Bu farklılığın sebebi insanların yaşamış olduğu
dönemlerindeki felsefi akımlara bağlı olarak, bu insanların
dinleriyle olan ilişkileri ve içerisinde yaşamış oldukları
toplumun inançlarının tutarlılığından kaynaklanmaktadır.2
Ali Fuad Başgil’in naklettiğine göre, bu tanımların en ilgi
çekicisi 1694-1778 yılları arsında yaşamış olan Fransız
Voltaire din konusundaki düşünceleridir. Voltaire göre; “Din,
ruhaniler sınıfının halkı istismar için icat ettiği bir
efsanedir. Her devirde rahip ve kahin diye bir takım tembel ve işsiz
kimseler türemiştir. Bir nevi esrarengizliğe bürünerek, din ayin
ve ibadetlerini icat edip kurnazca tertipleyen bunlardır. Mabet ve
manastırlarda çalışmadan yiyip, yaşayan ve bir parazit sınıf
teşkil eden bu kimselerdir ki, Allah ve din efsanesini uydurmuş;
insanların cehlinden ve toyluğundan faydalanarak, bunu kendileri
için bir ekmek teknesi ve bir menfaat kazanı yapmışlardır.
Fakat, durmadan ilerleyen ilmin meşalesi, insanları aydınlatıp,
bu sayede tabiatın sırları ve tılsımları çözüldükçe,
ortada Tanrı diye bir vahim ve din diye karanlık bir efsane
kalmayacaktır.”3
Hiçbir ilmi ve tarihi kaynağa dayanmayan bu görüşün, o
dönemdeki kilisenin fonksiyonlarını yok etmek için söylenen bir
düşünce olduğunu belirtmek gerekir. Günümüzde halâ bu
düşüncede olan insanlar bulunmaktadır.
Halbuki
dinin insanlığın en tabii hakkı olan bir hayat tarzı olduğu ve
dine ihtiyaç duyulduğunu belirtmek gerekir. Bu konuda Kur’an-ı
Kerim’de “Allah
nezdin de hak din İslam’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden
ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkar edenler
bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.”4
Ayetten de anlaşıldığına göre din kelimesi, itaat ve ceza
manalarına gelir. Yukarda ki ayette, insanlar tarafından uyulması
istenen ilahi kanunun kastedildiği anlaşılmaktadır. Burada geçen
“İslam”
kelimesi ise itaat etmek ve bağlanmak, selamete kavuşmak, ibadette
ihlaslı davranmak, Tek Allah inancına dayanan ve Hz. Muhammed
(s.a)’in peygamberliği ile kemal noktasına ulaştırılmış
bulunan ilahi sistemlerin bütünü kast edilmiştir.
Dini bu iki anlatımla
anlattıktan sonra, dinin hangi boyutunu anlamışız veya
uygulamışız, bunun tahlilini yapmak gerekir. Biz dine mi uyuyoruz,
yoksa dini kendimize göre mi yorumluyoruz? Yoksa örfi, geleneksel,
kısacası taklit bir inanç içerisinde mi oluyoruz? Konumuzun akışı
içerisinde hakimiyet alanlarında dini kullanarak insanları nasıl
kullandıklarını göstermeye çalışacağız.
Acaba
Avrupalıları asgari müştereklerde birleştiren ve onları doğu
ülkelerine karşı birlikte hareket etmeye iten başlıca etken
nedir? İşte burada karşımıza din ve ekonomik faktörler
çıkmaktadır. Dikkat edilirse Avrupalıyı etnik ve sosyolojik
coğrafyanın yanı sıra, hem kıtada hem yeni dünya sathında,
mevcut fiziki ve sosyal farklılıklara rağmen, bir araya getiren
biricik yol, Hıristiyanlık ve buna bağlı olarak asırlarca süre
gelen haçlı zihniyetidir. Avrupalı bu şuurla asırlar boyu,
hayatlarını sürdürmüşler ve günümüzde de ayni birlik
içerisinde olma gayreti göstermeye devam etmişlerdir. Her ne kadar
aralarında bazı dönemlerde ve günümüzde mezhep (Katolik,
Ortodoks, Protestan, Anglikan) kavgaları devam etse de, yine birlik
içerisinde olmuşlardır. Hatta Hıristiyan dininin muharref
(bozulmuş) İncili ile, Tevrat’ın ortak adının da Kitab-ı
Mukaddes olarak ifade edildiği, Hıristiyan-Yahudi birliğinden şu
ana kadar en ufak bir çekişme görülmemesi dikkate şayandır.
Buna karşılık, Müslümanlar
ne yapıyor? Evvela dinlerinden utanacak kadar şiddetli bir
komplekse kapılıyor ve bundan bir türlü kurtulamıyor. Geri
kalmışlığın suçunu, hiç tanımadığı dinine yüklüyor ve
din birliğini ortadan kaldırmak için mezhep farklılığı, etnik
köken farklılığı, siyasi görüş farklılığı, hatta coğrafya
farklılığı gibi ne bulsa ona sarılıyor. Sonra hararetle
sarıldığı bu nüansları, din kardeşinden güya korumak için,
kıyasıya bir iç mücadeleye girişiyor. Avrupalılar da, pek tabii
olarak Müslümanların bu boğuşmasını körüklüyor ve onları
azami sayıda dilimlere bölüp, etnik ırk bazında, milliyetçilik
yaftasını kullanıyor. Ama asla kültür gibi müşterek unsurları
gündeme getirmiyor. Nihayet Avrupa birliği kurulurken kimse
milliyetçilikten söz etmiyor. Buna karşılık doğuda, herkese
milliyetçi olduklarını söylemekten de geri durmuyorlar.
Avrupa birliğindeki manzara ise,
Katolik–Latin Fransa, Angilikan–Anglosakson İngiltere,
Protestan–Germen Almanya, Ortodoks–Grek Yunanistan.... birleşerek
idealde tek devlet kurabiliyorlar. Biz ise cihanşümul Osmanlı
Devletini yitirdik şimdi bir küsür düzinesi Arap, yedisi Türk,
ikisi Acem... bir sürü devlete bölündük. Sonra da dili ve
mezhebi ayrı olan her grup ayrı devlet kurma sevdası peşine
düştük.
Görülüyor
ki güneydoğu olaylarını hazırlayan sebeplerin hepsinde, müşterek
düşmanların ince hesaplarla işlenmiş planları vardır. Bu
düşmanlar planlarını gerçekleştirmek için de dini ve dine
bağlı terminolojiyi kullanmaktadırlar. Kullanmış oldukları bu
terminolojiye yardım etmek için de belirli dönemlerde Fransa’dan,
İtalya’dan, İngiltere’den ve İran’dan gelen üst düzey
yetkililer, Doğu ve Güneydoğudaki insanlarımızın kafalarını
karıştırmaya devam ediyorlar. Hatta daha da ileri giderek buradaki
insanlara siz Hristiyansınız diyerek, İslam’dan, din
birliğinden, uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Buna bağlı
olarak içteki bazı siyasiler oy toplama kaygısıyla, iyi Müslüman,
kötü Müslüman gibi, ayırım yapmaktadırlar. İran ise,
asırlardır ulaşamadığı emeline “Hizbullah” kelimesiyle
insanlara vermiş olduğu Allah’ın askeri, taraftarı, yandaşı
gibi ifadelerle insanlara yeni bir kimlik kazandırarak bir birlerini
yok ettirmeyi körüklemektedir. Halbuki Hizbullah kelimesi yerine
“Hizbul İran”,
“Hizbul Terör”,terimlerini
kullanmanın daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Özellikle Doğu ve
Güneydoğu Anadolu bölgelerini seçen bu terör örgütleri,
emellerini gerçekleştirmek için dini ve dini müessesleri
kullandığı gibi, bu bölgenin coğrafyasından da faydalanmıştır.
COĞRAFYA
Bölge
kavramı coğrafya kökenli olup, daha çok fiziki coğrafya
bilim dalında kullanılmaktadır. Bu terimi bir takım sosyal
sancıların çekildiği, huzursuzlukların meydana geldiği ortam
içinde anlatmaya çalışacağız. Hatta bazen anlamını
genişleterek az sonra kaba taslak çizeceğimiz sınırların içinde
kalan arazinin hepsine yayacağız. Anadolu’nun stratejik önemi
hakkında bu güne kadar çok şey söylenip yazılmıştır. Bu
önemin büyüklüğü tartışılmaz. Ancak şurası unutulmamalıdır
ki Anadolu da Ortadoğu’nun bir parçası olduğu için öneminin
kendi payına düşeninden fazlasını taşımaktadır.
Önümüze bir dünya haritası
koyduğumuzda eski medeniyetleri doğuran üç büyük kıtayı
birleştirdiğini gördüğümüz geniş anlamıyla bu bölge,
Ortadoğu ismini taşımaya en layık bölgelerden biridir. Ayrıca
bu bölgenin dünyanın gerek stratejik, gerekse ekonomik ve
jeopolitik bakımdan en hassas ve en derin mesailere de konu olmağa
her yerden daha çok layık olduğunu düşünüyoruz. Burasını dar
sınırlarıyla şöyle tarif edebiliriz: Karadeniz’i Akdeniz’e
en kısa çizgilerle bağlayan yol olup, dikkatle incelendiğinde
görülür ki fiziki coğrafya bakımından eski karaların
merkezidir. Bölge, coğrafik bakımdan tamamen Asya kıtasında
kalmakla birlikte, kıtaları birbirine bağlayan yollar kavşağı
görünümündedir. Avrupa’nın Uzakdoğu’ya giden ana
karayolları buradan geçer. Kafkasya’dan Arabistan’a buradan
inilir. Sonra Afrika’yı diğer iki kıtaya bağlayan yollar da
buradan geçmek zorundadır.5
Ekonomik bakımdan tarih boyunca
dünyanın bel kemiği burası olmuş, hala günümüz de bu
özelliğini korumaktadır. Hatta deyim yerinde ise, dünyanın kalbi
Güneydoğu da atmaktadır. Eski ve yeni dünyanın Mezopotamya’sı
burasıdır. Dünyanın yedi harikasından biri olan Babil’in asma
bahçelerine burası hayat vermektedir. Mezopotamya’nın önemi kat
kat artarak günümüze kadar gelmiş, nihayet GAP ile Babil’in
asma bahçelerine üç bin yıl sonra nazire yapılacak bir önem
kazanmıştır. Günümüzde dünya ekonomisinin, dolayısıyla top
yekun uygarlığın, onsuz olmaz hayat kaynağı olan petrolün ve
suyun çok önemli bir kısmı bu bölgede ve az sonra değineceğimiz
gibi yakın çevresinden çıkmaktadır. Dolayısıyla bu bölge
tarih boyunca, kimin elinde bulunmuş ise o ekonomik bakımdan
dünyaya hakim olmuştur. İşte günümüzde emperyalizmin odağının
burada yoğunlaşması, bu ana sebeplerden kaynaklanmaktadır.
Petrol, su elektrik ve dünyanın en önemli körfez, liman ve
boğazlarının burada bir araya gelmesi emperyalist cazibeyi sürekli
kamçılamış ve dikkatini çekmiştir. Bölge ile bağlantılı
olan, daha net ifade ile onun çevreye uzantıları durumunda
bulunan, Anadolu ve Arabistan yarımadaları Maveraünnehir ve üst
yurt ile Kafkasya esasen buranın giriş kapıları, yaklaşım
sahaları olmakla, ayrıca sahip oldukları özgün stratejik önemi
artmaktadır.6
Bölgenin siyasi karizması ise,
saydığımız bu coğrafik ve ekonomik temeller üzerine inşa
olunmuştur. Avrasya steplerinin İskit-Hun uygarlıkları, Hint,
Çin, Etrüsk, Hiksos hatta krallık Roma’sı sadece kendi
bölgelerini ilgilendirirken, Mezopotamya uygarlığı bütün
dünyanın ilgi odağı olmuştur. Zira onların icraatlarının çoğu
birçok alanda günümüz uygarlığının da temellerini oluşturan
yazı, matematik, geometri, 60 tabanlı sayma sistemi, pi sayısı
gibi buluşlar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu buluşlar hala
günümüzde (bilgisayar çağında) öneminden bir şey kaybetmeyen
ilmi esaslar olarak özelliğini korumaktadır. Hititler ve
Mısırlılar, bu bölge için savaşmışlar ve ilk yazılı
antlaşmayı da burada imzalamışlardır. Orta Asya’nın bozkır
kültürünü temsil eden Türkler, ancak buraya hakim olduktan sonra
cihanşümul kültür dairesine girip, onun hamiliğini
üstlenmişlerdir.
Bu bölge kültürel yönden de
dünyanın merkezi olmuş, başta Sümerler olmak üzere Asurlular,
Akadlar, Urartular, Mittaniler ve hatta Fenikeliler gibi eski çağın
pek önemli medeniyetlerinin beşiği durumunda olmuştur. Hz.
İbrahim başta olmak üzere pek çok peygamberlerin de yurdu olmuş,
bu bölgeye kutsallık vermişlerdir. Böylece bildiğimiz ilahi
dinlerden de bazılarının doğduğu kutsal bölge durumuna
gelmiştir.
Günümüzde söz konusu yer,
Türkiye, İran, Irak, Suriye, Kuveyt, Azerbaycan, Ermenistan ve
Gürcistan arasında paylaşılmış bir bölge haline gelmiştir.
Rusya Federasyonuna ait küçük bir toprak parçası da bölgeye
dahil olmuş, bunlardan biri hariç diğerleri Türk ve Müslüman’dır.
Tarihin her devrinde olduğu gibi birim alana düşen en fazla
dilin-dinin ve mezhebin konuşulduğu başlıca yerlerden biri olma
özelliğini korumuştur. Dünyadaki kültürlerin çok zengin, çok
verimli, çok da rizikolu bir karışımı bu bölgede yaşamaktadır.
Nihayet dünya tarihinin en sinsi, en acımasız ve en vahşi
emperyalist oyunları da burada oynanmaktadır.
Bütün bunlar bölgenin
stratejik durumunu ortaya koyan, pek tabi neticeleridir.Buna ilave
olarak Türkiye, Türk-İslam dünyasının tarihi lideri ve güçlü
ülkesi görünümünü taşıdığından, cihan hakimiyetini yaşatma
davasına en müsait yapı ve konumda bulunduğundan, emperyalizmin
en yıkıcı çarpmalarını da o göğüslemek durumunda
kalmaktadır.
HAKİMİYET
Yeryüzündeki devletler arasında
ne zaman birbiriyle ilişki söz konusu olsa, bu ilişkinin
faktörlerinin hakimiyet ve güç olduğu görülmektedir. Bu
devletler diğer devletlere nüfuz etme ve onu hakimiyeti altına
alma gayreti, içinde olmuşlardır.İnsanlar hakimiyet kurma sevdası
adına öncelikle kendi cinsine daha sonrada hayvanları ve hatta
bitkileri bile etkisi altına almaya çalışmışlardır. İnsanoğlu
ormandaki ağaçları ve hayvanları yok edip kendi hakimiyetlerini
onlara bile kabul ettirmiştir. Hakimiyet diğer alanlarda da kendini
göstermiş ve ormandaki büyük ve güçlü ağaçlara yakın olan
diğer ağaçların cılız kaldığı ya da öldüğü görülmüştür.
Hayatını yalnız sürdüren hayvanlarla sürü halinde yaşayanlar
arasında bile çoğunluğun hakim olduğunu doğada görmekteyiz.
Kuş yuvalarındaki hakim kardeş karşısında, zayıf kalanın
hayat şansının olmadığını gözlemlemekteyiz.
İnsanoğlu için daha başka
türlü, insanca tecelli edecek uğraşlar ve buluşlar dururken,
neden bu kadar zalim ve acımasız olduğu dikkat çekmektedir. Bu
hakimiyetin hudutları kesindir. Ancak değişken olan faktör bu
hakimiyetin katılık derecesidir. Bu cezanın türü, tatbik şekli
ve dozu farklı olabilir. Bunun açık örneklerini, basından da
takip ettiğimize göre, intiharların, kan davalarının,
intikamların ve töre yasalarının uygulanmasında görmekteyiz. Bu
konuların dini yönünü düşündüğümüz zaman, durum buradaki
uygulamaya tamamen karşıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “
Haklı bir sebep
olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın.”7
şeklinde
buyrulurken, insanların kendilerini haklı çıkarmak için türlü
bahanelerle kendilerine pay çıkarmaya çalıştığını
görmekteyiz
Bu kurallara mensup olan
bireyler, kültür yapısına göre, değişik görüntülerle ortaya
çıkar ve hakimiyet unsuru o birimin karakterine bürünerek
varlığını sürdürürler. Asırlar boyunca meydana gelen bu üst
ve alt gruplar her dönemde kendini göstermiştir. Zengin-fakir,
asiller-köleler, şehirli-köylü ve din mensupları-dine mensup
olmayanlar gibi. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de “insanların
eşit yaratıldıkları ancak takva yönünden üstün oldukları”8
buyrulmaktadır.
Ancak bu gruplar büyüdükçe,
hakimiyetin tartışılmazlığı, görüntüsü, alanı ve çevresi
de o nispette büyürler. Büyüyen bu alanlar içerisinde serbest
hareket ve tavır koyma olayları da kendine has özelliklerle ortaya
çıkmaya başlar. Kendi kendilerine karar verme, yok etme ve tavır
koyma hâdiseleri fetva şeklinde oluşur. Yapılan bu illegal
hareketlere mensup olanlar, kendilerine göre cihad veya cenneti
kazanma gibi ödüller alacaklarını zannederler. Bu düşünce
içerisindeki insanlar kendilerini güya Allah’ın askeri
(Hizbullah) olarak düşünür ve haksız yere Allah’ın verdiği
cana kıyarlar. Halbuki Allah; “Kim
bir inananı (mü’min) kasten öldürürse cezası içinde ebediyen
kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onun için büyük
bir azap hazırlamıştır.”9
ayetiyle insan
öldürülmesini tamamen yasaklamıştır.
Halbuki yapmış
oldukları bu illegal olaylar gerçek manada din dışı ve Kur’an’a
uymayan bir olay olduğunu hiç aklından geçirmezler. Mesela:
kendilerini öldürmeleri, çocuklarını güya Allah’a kurban
etmeleri, kadınları insan yerine koymamaları, onlara söz hakkı
ve yaşama hakkı tanımamaları gibi olayları çoğaltmak
mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’a bakacak olursak “Geçim
endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da
sizinde rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük
bir suçtur”10
buyrulduğunu görürüz.
Hakim olma, nüfuz etme isteği
devlet olmakla da sona ermez. Her devletin başka devletleri şöyle
ya da böyle (siyasi, iktisadi, askeri, kültürel) etkilemek
istediği açıktır. Devletler arasındaki bu ilişkinin sonunda en
büyük devlet düşüncesi doğar. En büyük devlet ise cihan
hakimiyetinin temsilcisi sayılır. XIII.yy. Roma, Türkler ve
Moğolların, XVI. ve XVII yüzyılda Osmanlı Devletinin ve nihayet
günümüzde ABD’nin hakimiyetlerini örnek olarak vermek
mümkündür. Hatta günümüzde ABD’nin uzay çalışmalarını
onun hakimiyetini dünyanın dışına taşıma gayreti olarak
değerlendirenler bulunmaktadır.
Diğer yandan hakimiyet tesis
etmek isteyen bütün kuvvetlerin gücü ve büyüklüğü ne olursa
olsun, nihai hedefi cihan hakimiyetidir. Osmanlı Beyliği daha yirmi
otuz bin nüfuslu küçük bir oba iken, müstakbel cihan hakimiyeti
fikrini Osman Bey Şeyh Edebali’ye tabir ettirdiği meşhur
rüyasında formüle ediyordu.11
Hakimiyet davasıyla ortaya çıkan her devletin tarihinde ya da
mitolojisinde buna benzer figürlere rastlamak mümkündür.
Günümüzde bunun en çarpıcı örneği İsrail’in Ortadoğu
(arz-ı mev’ud), Ermenistan’ın Doğu ve Güneydoğuda büyük
Ermenistan devleti kurma ve Rus İmparatorluğu’nun sıcak
denizlere inme hayalleri, hala devam etmektedir. Hakimiyet
mümessillerinin idealize ettiği ve özenle koruduğu bir diğer
ülkü ise sonsuzluk, ebedilik, kıyamete kadar devam etme inancıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağı, onu kuran
Mustafa Kemal Atatürk
tarafından dile
getiriliyordu. Osmanlı
Devleti’nin bir sıfatı da
“devlet-i ebed
müddet” idi.
İbn Haldun’un söylediğine göre “devletler
de doğar, yaşar ve ölürler”12
ilkesini kabul edip, ancak Osmanlı Devleti’nin bu ilkeden müstesna
olduğuna inanıyorlardı. Hal böyle olunca, her devletin ebedilik
arzusu, diğerlerinin aleyhine işleyecektir. Dolayısıyla
menfaatler çatışacak ve bazılarının ebedi kalma arzusu diğer
bazılarının ebedi kalma arzunun sona erdirecek, daha yalın bir
ifade ile bazıları diğer bazılarına hakim olacaktır.
Hakimiyet kurmanın bir diğer
şartı da, bu idealleri tesis etmesi muhtemel diğer adaylarla
mücadele etmek, onları takatsiz düşürerek saf dışı bırakmak
için her türlü yola başvurmaktır. Kadim Çin imparatorluğunun
kuzeydeki Türk ve Moğol kabilelerinin arasına nifak sokarak onları
birbirine kırdırmak suretiyle hakimiyet altına alması, Roma’nın
kuzeyindeki Türk ve Got kavimlerini aynı formül ile zayıf
düşürülüp kontrol altına alması, Osmanlıların Katoliklere
karşı Ortodoks ve Protestanları himaye etmesi, günümüz Avrupa
devletlerinin güçlü Müslüman devletleri zayıflatıp kontrol
altında tutmak için çeşitli bazlarda (din, mezhep, etnik yapı,
siyasi kanaat...) bölüp birbirine saldırtma faaliyetleri ve hemen
her zaman bu faaliyetlere; güçlüye karşı zayıfı koruma ve
destekleme görüntüsü verme gayreti, bu görüşümüzü teyit
edebilecek delillerdendir. Ancak senaryonun, günümüz cihan hakimi
Avrupalılar tarafından tarihin gördüğü en renkli ve canlı
sahnelerle Türk-İslam alemi üzerinde oynandığı gerçeğini
altını çizmek lazımdır. Avrupalılar, Avrupa’daki bütün
çeşitlilik ve çelişkiliklere rağmen her bakımdan birleşmeye
doğru giderken ileride detaylı olarak göreceğimiz gibi
Müslümanların parçalanıp birbirlerini mahvetmek suretiyle
takatten düşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar.
XIX. Yüzyılın sömürücü
Avrupa devletleri ile Afrikalı sömürgeler arasındaki ilişki
bunun çarpıcı örneklerindendir. Osmanlı ülkesinde hakim unsur
olan Müslümanlar açlıktan kırılır, savaşlarda yüz binlerce
şehit verirken gayr-ı-müslim tebaa refah içinde çiftini-çubuğunu,
sanatını-zanaatını ve tezgahını sürdürüyordu.13
Hatta dini taassup etkisiyle fırsat buldukça dindaşları lehinde
devlete ihanet etmekten bile geri durmuyorlardı.
14
Bunun örneklerini tarih sayfalarında bulmak mümkündür. Günümüzde
ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki oyunlar bunun açık
örnekleri olarak değerlendirilebilir.
Yazımızda din-coğrafya ve
hakimiyet kavramlarını anlatmaya çalıştık. Günümüzde büyük
devletler, kurdukları hakimiyeti pekiştirmek için küçük
devletler ve etnik grupları bölüp milliyetçilik duygularını
kamçılayarak birbirine düşürürler. Dikkat edilirse A.B.D.
Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya gibi ülkelerde
etnik huzursuzluklar ya hiç yoktur, yahut bastırılmıştır. Fakat
üçüncü dünya ülkelerinde durum bunun tam tersidir. Bir diğer
dikkat çekici husus, söz konusu etnik huzursuzlukların en
şiddetlileri, en kanlı savaşlara yol açanları, en derin sosyal
yaralar açanları ya yukarıda sınırlarını çizdiğimiz bölgede
yani Ortadoğu’da, yahut buranın yaklaşım yolları üzerindedir.
PKK kaynaklı olaylar, İran-Irak savaşı, Körfez savaşı,
Ermeni-Azeri Savaşı, Gürcistan olayları, Filistin Meselesi,
birinci gruba dahil edilebilen olaylardır. İkinci grupta ise,
Balkanlarda Bosna Hersek ve Batı Trakya olayları ile Doğu
Akdeniz’de Kıbrıs...olayları örnek gösterilebilir.
Sovyetlerin hakimiyeti birkaç
ayda sona erdi. Polonya’da rejim bir iki yıl içinde değişti.
Romanya’da bu iş bir iki güne sığdırıldı. Fakland savaşı
birkaç hafta sürdü. Fakat bunlara karşılık, Ortadoğu’da
Filistin meselesi bir asrı geçti. İran Irak savaşı sekiz yıl
sürdü. Irak, her birkaç ayda bir sersemletici darbeler almaktadır.
PKK olayları yirminci yılına girdi. Ermeni Azeri (Ermeni-Türk)
mücadelesi bir asra dayandı. Afganistan 1979 yılından beri
sıcaklığını hala korumaktadır. Bütün bunlar tesadüf
değildir. Bu olayların hangisine bakarsanız bakın, altında
yukarıda saydığımız emperyalist devletlerden birinin ya da
birkaçının parmağını görürsünüz.
Ekonomik sebeplerin doğu
bölgelerimizde tezahür eden görüntüsü ise, farklı bir şekilde
ortaya çıkmaktadır. Bu husus da beraberinde yüksek rakamlarla
ifade olunan bir işsizlik ve geçim zorluğu sorununu doğurmuştur.
Halkın dayandığı temel geçim kaynakları arasında yer alan
tarım ve hayvancılık, hala ilkel esaslarla yapılmakta ya da
tamamen yok olmaktadır. Doğu Anadolu bölgemizde ekonomik
örgütlenme yok denecek kadar azdır. Yatırım yapabilecek
sermayedar kişi ve kuruluşlar, hammadde, ulaşım ve bilhassa
güvenlik ile ilgili güçlükler bakımından, bu bölgelerimize
soğuk bakmaktadırlar. İşte bu ekonomik geri kalmışlık
(kimilerine göre geri bırakılmışlık) da, bu bölgelerimizdeki
huzursuzluğu körükleyen mihraklarca istismar edilmekte ve bu
istismar da ırkçı bir kisveye büründürülerek cahil köy
delikanlılarına lanse edilmekte ve böylece terör kışkırtılmış
bulunmaktadırlar. İleride, önerilerle ilgili bölümümüzde de
değineceğimiz gibi devlet bir an önce doğu ekonomisine el atmalı
ve üç ana kategoride özetlenebilecek önlemler almalıdır:
Öncelikle hem bizzat yatırım yapmalı, hem de yatırım yapmak
isteyecek sermayedarları teşvik edip somut olarak desteklemelidir.
Sonra bu bölgelerimize teknik bilgi, ekipman ve personel aktarımı
yapılmalı ve ekonomik örgütlenmeye önem verilmelidir. Dini
konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve bölgede görev
yapan din görevlilerinden faydalanılmalıdır.
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
1-Sosyal Alanda
Halkın sosyal alanda tatmin
edilmesi, Devlet makamları, resmi özel bütün medya aracılığıyla
halka seslenerek onları aydınlatmalıdır. Bu diyalogda, bir
haberleşme, haber verme anlayışı içinde bir bilgi verme, hesap
verme esprisi izlenmeli, yeri geldikçe ihtar ve ikazlarda
bulunulmalıdır.
2-Güvenlik Alanında
a- Sınır güvenliği, yeniden
gözden geçirilerek daha dikkatli ve önemli bir hale
getirilmelidir. Bunun için fiziki tahkimatın yanı sıra, elektro
manyetik tahkimata da önem verilmelidir.
b-Uluslararası diplomasi yoluyla
bölgede faaliyet gösteren PKK ve Hizbullah terörüne destek veren
İsviçre, Fransa, Almanya, İtalya, Ermenistan, Suriye, Irak, İran
ve Kıbrıs Rum Kesimi...gibi devletlere karşı ciddi ve etkili
diplomasi yürütülmelidir. Sonra, teröre karşı olan ülkelerle
diyaloglar kurularak terörü yok etmek için her türlü yardım
sağlanmalıdır. Günümüzde olduğu gibi, bu konuda, uluslararası
hukuk uzmanlarının görüşleri alınmalı ve haklı davaları
haksız bir hale getirilmemelidir.
c-Basın özgürlüğünün
istismarının engellenmesi hukuk kuralları içindeki yerini yeniden
gözeden geçirerek daha etkili hale getirmelidir. Basın özgürlüğü
kisvesi altında sürdürülen yıkıcı, bölücü yayınlara izin
verilmemelidir.
3- Din Birliği Alanında
a-Din Görevlilerinin seçiminde,
bölgede bulunan müftü ve diğer yetkililerin din görevlilerini
seçerken liyakatli ve bölücü olmayanları seçmesi gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda daha dikkatli olması
ve seçimlerde adaletli ve vatanını seven insanları bu görevlere
getirmesi gerekmektedir.
b-Camiler ve Mescitlerin
korunmasında ve yapılandırılmasında cemaatle din görevlileri
arasında iyi bir diyalog kurulması gerekmektedir. Din görevlileri
hutbelerde ve nasihatlerde ülkenin bütünlüğü konusunu
ayetlerden ve Hz. Peygamberin hayatından örnekler vererek anlatması
gerektiğinin bilincinde olması gerekir. Bu konuda Mustafa Kemal
Atatürk’ün şu veciz sözleri ne kadar anlamlıdır. “Toplum
nazarında camilerimiz, bilgili din adamlarımızın hizmeti ile ve
cemaatımızın çok ileri düzeyde bilgi sahibi olmasıyla yücelir;
çünkü, bizim eksiklik ve aksaklıklarımız haklı olarak
eleştirilir. Müslümanlar,
“geri kalmış”,
“gelişmemiş”, “medeniyetsiz”, “cahil”, “yobaz”,
“çağdışı”,
vb. durumda iseler,
eleştirilirken, dolaylı olarak dinimizin eleştirilmesine
“geri götürdüğü”
suçlamasına
müsebbip olacaklardır. Bu duruma biz Müslümanlar sebep olduğumuz
için kendi suçumuzdan dolayı İslam’ ı suçlatmış olacağız.
Bundan dolayı dini yönden Allah’a karşı vebalimiz ağır
olacaktır.”15
c-Din adamları çağın
gereklerine göre yetiştirilmeli ve halkının hizmetine
sunulmalıdır. Halkın hizmetine sunulan çoğunluğu okumuş ve
bilime karşı gelmeyen din adamlarının bulunduğu bir memlekette
din, ilerlemeye engel olmaktan çıkar; ahlaka, doğruluğa yararlı
bir araç haline gelir.
SONUÇ
Türkiye birçok kaynaktan doğan
değişik sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Ancak hepsinin
ürettiği ortak mesele, Doğu ve Güneydoğu Anadolu meselesidir.
Güneydoğudaki huzursuzluğun yarattığı en büyük zararın
bedelini yine bu bölgedeki yaşayan insanlarımız ödemektedir.
Şurası unutulmamalıdır ki bu olayları körükleyenler, ayrılıkçı
mihrakları destekleyenler, buradaki insanları değil, kendi
menfaatleri istikametinde çalışan dış güçlerdir. Bu sonuca
ulaşabilmek için siyaset bilimci olmağa gerek yoktur. Güneydoğu
hadiselerini doğuran başlıca problemlere ve bunlarla ilgili çözüm
önerilerine yazımızın akışı içerisinde değinmeye çalıştık.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin konu ile ilgili sağlam bir
çözüm politikası olsaydı, bu meseleler belki de ortaya
çıkmayacaktı. Türk milletinin çok sağlam ve eski bir devlet
anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayış sayesinde, Türk
devletlerinde halk, asırlarca, önemli sosyal buhranlara meydan
verilmeden, refah içinde bir arada yaşamışlardır. Günümüzde
mikro milliyetçiliğin böyle bir imkana yer bırakmadığı
yolundaki iddiaları, düzinelerce etnik unsura Amerikalılık ruhu
vererek, bir arada tutan ABD gerçeği çürütmektedir. Halbuki
Türkiye’nin muzdarip olduğu bu meseleler ne Amerika olayı gibi
ne de ırk ayırımı gibidir. Asırlar boyu bir arada yaşamış et
tırnak gibi olmuş bir milleti ayrı düşünmek herhalde abes bir
görüş olsa gerek. İşte bu bağlamda din-coğrafya-hakimiyet
üçgenindeki bu bölgeyi ayrı düşünerek farklı bir ırk meydana
getirerek koparmak istenmektedir.
Uluslararası siyaset arenasında,
kimi zaman öyle hadiseler gelişir ki, bu olsa olsa filan devletin
işidir, dersiniz. İşte ülkemizin hüviyetli bir uluslar arası
karakteristiği mevcut değildir. Görülüyor ki devletimizi
küçültmeye başlayan bu olaylar tümüyle dış mihrakların bir
oyunundan ve Ermenistan hayalinden başka bir şey değildir. Buna
göre küçülen devletlerin de analı babalı büyümediği, ancak
istikrarlı, mantıklı, akılcı ve milli politikalarla
büyüyebildiği ortadadır. Bunlardan birincisi tarihi bakımdan
ilginçtir; Ermenilerin şu anda Azerbaycan’da işledikleri
cinayetler ile seksen yıl önce Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki
işledikleri arasında bir fark bulunmamaktadır. Tecavüz edilen
hanımın göğsü ile çocuğun kafası kesilerek bir diğerinin
yerine dikilmek istenmesi, hangi emelin çıkarları olduğunu
göstermektedir. İkincisi ise, terör örgütlerinin İran-Ermenistan
sınırlarında barınması ve oradan Türkiye’ye geçip
cinayetlerini işleyerek tekrar dönmeleri hangi amaca hizmet
ettiklerini belli etmiyor mu?
Son bir husus da bizim, toplum
olarak milli değerlerimizden ve dini anlamamızdan uzaklaşmış
bulunmamızıdır. Bugün insanlarımız, rahatlıkla yalan
söyleyebiliyor, vergi kaçırabiliyor, kaçak enerji tüketebiliyor,
kendi milli değerlerini ve dini vazifelerini yerine
getirmeyebiliyor. Hatta en yetişmiş, en aydın, en olgun
bireylerimiz bile, mahkeme karşısında suçunu itiraftan kaçınıp
yalan söylemek suretiyle başkasının hakkını çiğneyebiliyor.
Kendi kültür ve medeniyetinden nefret edebiliyor ve Türk
büyüklerine hakaret, küfür edip onları hor ve hakir görebiliyor.
Dinimizi, örfümüzü, töremizi tanımadığımız için, onları
doğru dürüst anlatamadığımızdan dolayı dinin gereksiz
olduğunu söyleyebiliyoruz. Halbuki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu
güne kadar gizli kalmış not defterinde “Tanrı birdir ve
büyüktür, Hafıza Kur’an okutun” gibi yazıların altını
çizerek yazmıştır. Ayrıca “Bizi yola sevk eden
soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf
ve temiz halkımızı hep kuralları sözleri ile aldata
gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz.... Görürsünüz ki,
milleti mahveden, esir eden, harap eden, fenalıklar hep din örtüsü
altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir...Baylar ve hey
millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler,
müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki
tarikat, medeniyet tarikatıdır ve medeniyet yoludur.”
Sağlam kalmış biricik
müessesemiz olan aileyi de yıkabilmek için türlü fosforlu
maskeler altında, var gücümüzle çalışıyoruz. Düşmanlarımız,
hem bu zaaflarımızı değerlendiriyor, hem de bir kesimimizi
silahlandırıp bizi birbirimize saldırtıyor.
Neticede görülüyor ki,
rahatsızlığımız, yazımızın başlarında tanıttığımız
Bölge üzerinde Hakim İçin Hakimiyet tesis etme gayesiyle çalışan
düşmanlarımızın faaliyetinden kaynaklanıyor. Buna göre ne
olacak?..Esaret-ölüm-tarih sahnesinden silinmek, bunları yok
edenlere küfür edip günahkar olacağımıza, onu yeniden ve en son
bilgiler ışığında tesis etmeye çalışalım. Nitekim yılan
zehiri yılan için hayati bir salgı iken, başkaları için ölüm
sebebidir.
Saygılarımla
4
Al-i İmran, 3/19
5
İ.Reşat Özkan, “Yeni Dünya Düzeni Söylemi ve Türkiye
Gerçeği”, Türkiye
Günlüğü, S. 33,
Mart-Nisan 1995, s. 231 vd.
7
İsra, 17/33
8
Hucurat, 49/13, (Hz. Adem ve Havva’dan çoğalan insanlar,
yeryüzünde çeşitli renk ve dilde küçüklü büyüklü
topluluklar oluşturmuşlardır. Küçükten büyüğe, kabileden
milletlere varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun temel
sebebinin kitlelerin birbirini tanıyıp, anlaşmak olduğu
anlaşılmaktadır. Yani soy-sopla övünmek yerine, birleşip
bütünleşmek teşvik edilmiştir.)
9
Nisa, 4/93
10
İsra,17/31
14
Davut Kılıç, Osmanlı
İdaresindeki Ermeniler Arasında Dini ve Siyasi Mücadeleler,
Elazığ 1999, s. 44
0 yorum:
Yorum Gönder