9 Haziran 2017 Cuma

Din-Coğrafya ve Hakimiyet Bağlamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi

Yrd. Doç. Dr. Sıddık ÜNALAN

DİN

Din nedir? sorusuna verilen cevaplar farklılık arz etmektedir.1 Bu farklılığın sebebi insanların yaşamış olduğu dönemlerindeki felsefi akımlara bağlı olarak, bu insanların dinleriyle olan ilişkileri ve içerisinde yaşamış oldukları toplumun inançlarının tutarlılığından kaynaklanmaktadır.2 Ali Fuad Başgil’in naklettiğine göre, bu tanımların en ilgi çekicisi 1694-1778 yılları arsında yaşamış olan Fransız Voltaire din konusundaki düşünceleridir. Voltaire göre; “Din, ruhaniler sınıfının halkı istismar için icat ettiği bir efsanedir. Her devirde rahip ve kahin diye bir takım tembel ve işsiz kimseler türemiştir. Bir nevi esrarengizliğe bürünerek, din ayin ve ibadetlerini icat edip kurnazca tertipleyen bunlardır. Mabet ve manastırlarda çalışmadan yiyip, yaşayan ve bir parazit sınıf teşkil eden bu kimselerdir ki, Allah ve din efsanesini uydurmuş; insanların cehlinden ve toyluğundan faydalanarak, bunu kendileri için bir ekmek teknesi ve bir menfaat kazanı yapmışlardır. Fakat, durmadan ilerleyen ilmin meşalesi, insanları aydınlatıp, bu sayede tabiatın sırları ve tılsımları çözüldükçe, ortada Tanrı diye bir vahim ve din diye karanlık bir efsane kalmayacaktır.”3 Hiçbir ilmi ve tarihi kaynağa dayanmayan bu görüşün, o dönemdeki kilisenin fonksiyonlarını yok etmek için söylenen bir düşünce olduğunu belirtmek gerekir. Günümüzde halâ bu düşüncede olan insanlar bulunmaktadır.
Halbuki dinin insanlığın en tabii hakkı olan bir hayat tarzı olduğu ve dine ihtiyaç duyulduğunu belirtmek gerekir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de “Allah nezdin de hak din İslam’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkar edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.”4 Ayetten de anlaşıldığına göre din kelimesi, itaat ve ceza manalarına gelir. Yukarda ki ayette, insanlar tarafından uyulması istenen ilahi kanunun kastedildiği anlaşılmaktadır. Burada geçen “İslam” kelimesi ise itaat etmek ve bağlanmak, selamete kavuşmak, ibadette ihlaslı davranmak, Tek Allah inancına dayanan ve Hz. Muhammed (s.a)’in peygamberliği ile kemal noktasına ulaştırılmış bulunan ilahi sistemlerin bütünü kast edilmiştir.
Dini bu iki anlatımla anlattıktan sonra, dinin hangi boyutunu anlamışız veya uygulamışız, bunun tahlilini yapmak gerekir. Biz dine mi uyuyoruz, yoksa dini kendimize göre mi yorumluyoruz? Yoksa örfi, geleneksel, kısacası taklit bir inanç içerisinde mi oluyoruz? Konumuzun akışı içerisinde hakimiyet alanlarında dini kullanarak insanları nasıl kullandıklarını göstermeye çalışacağız.
Acaba Avrupalıları asgari müştereklerde birleştiren ve onları doğu ülkelerine karşı birlikte hareket etmeye iten başlıca etken nedir? İşte burada karşımıza din ve ekonomik faktörler çıkmaktadır. Dikkat edilirse Avrupalıyı etnik ve sosyolojik coğrafyanın yanı sıra, hem kıtada hem yeni dünya sathında, mevcut fiziki ve sosyal farklılıklara rağmen, bir araya getiren biricik yol, Hıristiyanlık ve buna bağlı olarak asırlarca süre gelen haçlı zihniyetidir. Avrupalı bu şuurla asırlar boyu, hayatlarını sürdürmüşler ve günümüzde de ayni birlik içerisinde olma gayreti göstermeye devam etmişlerdir. Her ne kadar aralarında bazı dönemlerde ve günümüzde mezhep (Katolik, Ortodoks, Protestan, Anglikan) kavgaları devam etse de, yine birlik içerisinde olmuşlardır. Hatta Hıristiyan dininin muharref (bozulmuş) İncili ile, Tevrat’ın ortak adının da Kitab-ı Mukaddes olarak ifade edildiği, Hıristiyan-Yahudi birliğinden şu ana kadar en ufak bir çekişme görülmemesi dikkate şayandır.
Buna karşılık, Müslümanlar ne yapıyor? Evvela dinlerinden utanacak kadar şiddetli bir komplekse kapılıyor ve bundan bir türlü kurtulamıyor. Geri kalmışlığın suçunu, hiç tanımadığı dinine yüklüyor ve din birliğini ortadan kaldırmak için mezhep farklılığı, etnik köken farklılığı, siyasi görüş farklılığı, hatta coğrafya farklılığı gibi ne bulsa ona sarılıyor. Sonra hararetle sarıldığı bu nüansları, din kardeşinden güya korumak için, kıyasıya bir iç mücadeleye girişiyor. Avrupalılar da, pek tabii olarak Müslümanların bu boğuşmasını körüklüyor ve onları azami sayıda dilimlere bölüp, etnik ırk bazında, milliyetçilik yaftasını kullanıyor. Ama asla kültür gibi müşterek unsurları gündeme getirmiyor. Nihayet Avrupa birliği kurulurken kimse milliyetçilikten söz etmiyor. Buna karşılık doğuda, herkese milliyetçi olduklarını söylemekten de geri durmuyorlar.
Avrupa birliğindeki manzara ise, Katolik–Latin Fransa, Angilikan–Anglosakson İngiltere, Protestan–Germen Almanya, Ortodoks–Grek Yunanistan.... birleşerek idealde tek devlet kurabiliyorlar. Biz ise cihanşümul Osmanlı Devletini yitirdik şimdi bir küsür düzinesi Arap, yedisi Türk, ikisi Acem... bir sürü devlete bölündük. Sonra da dili ve mezhebi ayrı olan her grup ayrı devlet kurma sevdası peşine düştük.
Görülüyor ki güneydoğu olaylarını hazırlayan sebeplerin hepsinde, müşterek düşmanların ince hesaplarla işlenmiş planları vardır. Bu düşmanlar planlarını gerçekleştirmek için de dini ve dine bağlı terminolojiyi kullanmaktadırlar. Kullanmış oldukları bu terminolojiye yardım etmek için de belirli dönemlerde Fransa’dan, İtalya’dan, İngiltere’den ve İran’dan gelen üst düzey yetkililer, Doğu ve Güneydoğudaki insanlarımızın kafalarını karıştırmaya devam ediyorlar. Hatta daha da ileri giderek buradaki insanlara siz Hristiyansınız diyerek, İslam’dan, din birliğinden, uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Buna bağlı olarak içteki bazı siyasiler oy toplama kaygısıyla, iyi Müslüman, kötü Müslüman gibi, ayırım yapmaktadırlar. İran ise, asırlardır ulaşamadığı emeline “Hizbullah” kelimesiyle insanlara vermiş olduğu Allah’ın askeri, taraftarı, yandaşı gibi ifadelerle insanlara yeni bir kimlik kazandırarak bir birlerini yok ettirmeyi körüklemektedir. Halbuki Hizbullah kelimesi yerine “Hizbul İran”, “Hizbul Terör”,terimlerini kullanmanın daha uygun olacağı kanaatindeyiz. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini seçen bu terör örgütleri, emellerini gerçekleştirmek için dini ve dini müessesleri kullandığı gibi, bu bölgenin coğrafyasından da faydalanmıştır.

COĞRAFYA

Bölge kavramı coğrafya kökenli olup, daha çok fiziki coğrafya bilim dalında kullanılmaktadır. Bu terimi bir takım sosyal sancıların çekildiği, huzursuzlukların meydana geldiği ortam içinde anlatmaya çalışacağız. Hatta bazen anlamını genişleterek az sonra kaba taslak çizeceğimiz sınırların içinde kalan arazinin hepsine yayacağız. Anadolu’nun stratejik önemi hakkında bu güne kadar çok şey söylenip yazılmıştır. Bu önemin büyüklüğü tartışılmaz. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Anadolu da Ortadoğu’nun bir parçası olduğu için öneminin kendi payına düşeninden fazlasını taşımaktadır.
Önümüze bir dünya haritası koyduğumuzda eski medeniyetleri doğuran üç büyük kıtayı birleştirdiğini gördüğümüz geniş anlamıyla bu bölge, Ortadoğu ismini taşımaya en layık bölgelerden biridir. Ayrıca bu bölgenin dünyanın gerek stratejik, gerekse ekonomik ve jeopolitik bakımdan en hassas ve en derin mesailere de konu olmağa her yerden daha çok layık olduğunu düşünüyoruz. Burasını dar sınırlarıyla şöyle tarif edebiliriz: Karadeniz’i Akdeniz’e en kısa çizgilerle bağlayan yol olup, dikkatle incelendiğinde görülür ki fiziki coğrafya bakımından eski karaların merkezidir. Bölge, coğrafik bakımdan tamamen Asya kıtasında kalmakla birlikte, kıtaları birbirine bağlayan yollar kavşağı görünümündedir. Avrupa’nın Uzakdoğu’ya giden ana karayolları buradan geçer. Kafkasya’dan Arabistan’a buradan inilir. Sonra Afrika’yı diğer iki kıtaya bağlayan yollar da buradan geçmek zorundadır.5
Ekonomik bakımdan tarih boyunca dünyanın bel kemiği burası olmuş, hala günümüz de bu özelliğini korumaktadır. Hatta deyim yerinde ise, dünyanın kalbi Güneydoğu da atmaktadır. Eski ve yeni dünyanın Mezopotamya’sı burasıdır. Dünyanın yedi harikasından biri olan Babil’in asma bahçelerine burası hayat vermektedir. Mezopotamya’nın önemi kat kat artarak günümüze kadar gelmiş, nihayet GAP ile Babil’in asma bahçelerine üç bin yıl sonra nazire yapılacak bir önem kazanmıştır. Günümüzde dünya ekonomisinin, dolayısıyla top yekun uygarlığın, onsuz olmaz hayat kaynağı olan petrolün ve suyun çok önemli bir kısmı bu bölgede ve az sonra değineceğimiz gibi yakın çevresinden çıkmaktadır. Dolayısıyla bu bölge tarih boyunca, kimin elinde bulunmuş ise o ekonomik bakımdan dünyaya hakim olmuştur. İşte günümüzde emperyalizmin odağının burada yoğunlaşması, bu ana sebeplerden kaynaklanmaktadır. Petrol, su elektrik ve dünyanın en önemli körfez, liman ve boğazlarının burada bir araya gelmesi emperyalist cazibeyi sürekli kamçılamış ve dikkatini çekmiştir. Bölge ile bağlantılı olan, daha net ifade ile onun çevreye uzantıları durumunda bulunan, Anadolu ve Arabistan yarımadaları Maveraünnehir ve üst yurt ile Kafkasya esasen buranın giriş kapıları, yaklaşım sahaları olmakla, ayrıca sahip oldukları özgün stratejik önemi artmaktadır.6
Bölgenin siyasi karizması ise, saydığımız bu coğrafik ve ekonomik temeller üzerine inşa olunmuştur. Avrasya steplerinin İskit-Hun uygarlıkları, Hint, Çin, Etrüsk, Hiksos hatta krallık Roma’sı sadece kendi bölgelerini ilgilendirirken, Mezopotamya uygarlığı bütün dünyanın ilgi odağı olmuştur. Zira onların icraatlarının çoğu birçok alanda günümüz uygarlığının da temellerini oluşturan yazı, matematik, geometri, 60 tabanlı sayma sistemi, pi sayısı gibi buluşlar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu buluşlar hala günümüzde (bilgisayar çağında) öneminden bir şey kaybetmeyen ilmi esaslar olarak özelliğini korumaktadır. Hititler ve Mısırlılar, bu bölge için savaşmışlar ve ilk yazılı antlaşmayı da burada imzalamışlardır. Orta Asya’nın bozkır kültürünü temsil eden Türkler, ancak buraya hakim olduktan sonra cihanşümul kültür dairesine girip, onun hamiliğini üstlenmişlerdir.
Bu bölge kültürel yönden de dünyanın merkezi olmuş, başta Sümerler olmak üzere Asurlular, Akadlar, Urartular, Mittaniler ve hatta Fenikeliler gibi eski çağın pek önemli medeniyetlerinin beşiği durumunda olmuştur. Hz. İbrahim başta olmak üzere pek çok peygamberlerin de yurdu olmuş, bu bölgeye kutsallık vermişlerdir. Böylece bildiğimiz ilahi dinlerden de bazılarının doğduğu kutsal bölge durumuna gelmiştir.
Günümüzde söz konusu yer, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Kuveyt, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında paylaşılmış bir bölge haline gelmiştir. Rusya Federasyonuna ait küçük bir toprak parçası da bölgeye dahil olmuş, bunlardan biri hariç diğerleri Türk ve Müslüman’dır. Tarihin her devrinde olduğu gibi birim alana düşen en fazla dilin-dinin ve mezhebin konuşulduğu başlıca yerlerden biri olma özelliğini korumuştur. Dünyadaki kültürlerin çok zengin, çok verimli, çok da rizikolu bir karışımı bu bölgede yaşamaktadır. Nihayet dünya tarihinin en sinsi, en acımasız ve en vahşi emperyalist oyunları da burada oynanmaktadır.
Bütün bunlar bölgenin stratejik durumunu ortaya koyan, pek tabi neticeleridir.Buna ilave olarak Türkiye, Türk-İslam dünyasının tarihi lideri ve güçlü ülkesi görünümünü taşıdığından, cihan hakimiyetini yaşatma davasına en müsait yapı ve konumda bulunduğundan, emperyalizmin en yıkıcı çarpmalarını da o göğüslemek durumunda kalmaktadır.

HAKİMİYET

Yeryüzündeki devletler arasında ne zaman birbiriyle ilişki söz konusu olsa, bu ilişkinin faktörlerinin hakimiyet ve güç olduğu görülmektedir. Bu devletler diğer devletlere nüfuz etme ve onu hakimiyeti altına alma gayreti, içinde olmuşlardır.İnsanlar hakimiyet kurma sevdası adına öncelikle kendi cinsine daha sonrada hayvanları ve hatta bitkileri bile etkisi altına almaya çalışmışlardır. İnsanoğlu ormandaki ağaçları ve hayvanları yok edip kendi hakimiyetlerini onlara bile kabul ettirmiştir. Hakimiyet diğer alanlarda da kendini göstermiş ve ormandaki büyük ve güçlü ağaçlara yakın olan diğer ağaçların cılız kaldığı ya da öldüğü görülmüştür. Hayatını yalnız sürdüren hayvanlarla sürü halinde yaşayanlar arasında bile çoğunluğun hakim olduğunu doğada görmekteyiz. Kuş yuvalarındaki hakim kardeş karşısında, zayıf kalanın hayat şansının olmadığını gözlemlemekteyiz.
İnsanoğlu için daha başka türlü, insanca tecelli edecek uğraşlar ve buluşlar dururken, neden bu kadar zalim ve acımasız olduğu dikkat çekmektedir. Bu hakimiyetin hudutları kesindir. Ancak değişken olan faktör bu hakimiyetin katılık derecesidir. Bu cezanın türü, tatbik şekli ve dozu farklı olabilir. Bunun açık örneklerini, basından da takip ettiğimize göre, intiharların, kan davalarının, intikamların ve töre yasalarının uygulanmasında görmekteyiz. Bu konuların dini yönünü düşündüğümüz zaman, durum buradaki uygulamaya tamamen karşıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “ Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın.”7 şeklinde buyrulurken, insanların kendilerini haklı çıkarmak için türlü bahanelerle kendilerine pay çıkarmaya çalıştığını görmekteyiz
Bu kurallara mensup olan bireyler, kültür yapısına göre, değişik görüntülerle ortaya çıkar ve hakimiyet unsuru o birimin karakterine bürünerek varlığını sürdürürler. Asırlar boyunca meydana gelen bu üst ve alt gruplar her dönemde kendini göstermiştir. Zengin-fakir, asiller-köleler, şehirli-köylü ve din mensupları-dine mensup olmayanlar gibi. Halbuki Kur’an-ı Kerim’de “insanların eşit yaratıldıkları ancak takva yönünden üstün oldukları8 buyrulmaktadır.
Ancak bu gruplar büyüdükçe, hakimiyetin tartışılmazlığı, görüntüsü, alanı ve çevresi de o nispette büyürler. Büyüyen bu alanlar içerisinde serbest hareket ve tavır koyma olayları da kendine has özelliklerle ortaya çıkmaya başlar. Kendi kendilerine karar verme, yok etme ve tavır koyma hâdiseleri fetva şeklinde oluşur. Yapılan bu illegal hareketlere mensup olanlar, kendilerine göre cihad veya cenneti kazanma gibi ödüller alacaklarını zannederler. Bu düşünce içerisindeki insanlar kendilerini güya Allah’ın askeri (Hizbullah) olarak düşünür ve haksız yere Allah’ın verdiği cana kıyarlar. Halbuki Allah; “Kim bir inananı (mü’min) kasten öldürürse cezası içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onun için büyük bir azap hazırlamıştır.”9 ayetiyle insan öldürülmesini tamamen yasaklamıştır. Halbuki yapmış oldukları bu illegal olaylar gerçek manada din dışı ve Kur’an’a uymayan bir olay olduğunu hiç aklından geçirmezler. Mesela: kendilerini öldürmeleri, çocuklarını güya Allah’a kurban etmeleri, kadınları insan yerine koymamaları, onlara söz hakkı ve yaşama hakkı tanımamaları gibi olayları çoğaltmak mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’a bakacak olursak “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizinde rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur10 buyrulduğunu görürüz.
Hakim olma, nüfuz etme isteği devlet olmakla da sona ermez. Her devletin başka devletleri şöyle ya da böyle (siyasi, iktisadi, askeri, kültürel) etkilemek istediği açıktır. Devletler arasındaki bu ilişkinin sonunda en büyük devlet düşüncesi doğar. En büyük devlet ise cihan hakimiyetinin temsilcisi sayılır. XIII.yy. Roma, Türkler ve Moğolların, XVI. ve XVII yüzyılda Osmanlı Devletinin ve nihayet günümüzde ABD’nin hakimiyetlerini örnek olarak vermek mümkündür. Hatta günümüzde ABD’nin uzay çalışmalarını onun hakimiyetini dünyanın dışına taşıma gayreti olarak değerlendirenler bulunmaktadır.
Diğer yandan hakimiyet tesis etmek isteyen bütün kuvvetlerin gücü ve büyüklüğü ne olursa olsun, nihai hedefi cihan hakimiyetidir. Osmanlı Beyliği daha yirmi otuz bin nüfuslu küçük bir oba iken, müstakbel cihan hakimiyeti fikrini Osman Bey Şeyh Edebali’ye tabir ettirdiği meşhur rüyasında formüle ediyordu.11 Hakimiyet davasıyla ortaya çıkan her devletin tarihinde ya da mitolojisinde buna benzer figürlere rastlamak mümkündür. Günümüzde bunun en çarpıcı örneği İsrail’in Ortadoğu (arz-ı mev’ud), Ermenistan’ın Doğu ve Güneydoğuda büyük Ermenistan devleti kurma ve Rus İmparatorluğu’nun sıcak denizlere inme hayalleri, hala devam etmektedir. Hakimiyet mümessillerinin idealize ettiği ve özenle koruduğu bir diğer ülkü ise sonsuzluk, ebedilik, kıyamete kadar devam etme inancıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalacağı, onu kuran Mustafa Kemal Atatürk tarafından dile getiriliyordu. Osmanlı Devleti’nin bir sıfatı dadevlet-i ebed müddet” idi. İbn Haldun’un söylediğine göre “devletler de doğar, yaşar ve ölürler”12 ilkesini kabul edip, ancak Osmanlı Devleti’nin bu ilkeden müstesna olduğuna inanıyorlardı. Hal böyle olunca, her devletin ebedilik arzusu, diğerlerinin aleyhine işleyecektir. Dolayısıyla menfaatler çatışacak ve bazılarının ebedi kalma arzusu diğer bazılarının ebedi kalma arzunun sona erdirecek, daha yalın bir ifade ile bazıları diğer bazılarına hakim olacaktır.
Hakimiyet kurmanın bir diğer şartı da, bu idealleri tesis etmesi muhtemel diğer adaylarla mücadele etmek, onları takatsiz düşürerek saf dışı bırakmak için her türlü yola başvurmaktır. Kadim Çin imparatorluğunun kuzeydeki Türk ve Moğol kabilelerinin arasına nifak sokarak onları birbirine kırdırmak suretiyle hakimiyet altına alması, Roma’nın kuzeyindeki Türk ve Got kavimlerini aynı formül ile zayıf düşürülüp kontrol altına alması, Osmanlıların Katoliklere karşı Ortodoks ve Protestanları himaye etmesi, günümüz Avrupa devletlerinin güçlü Müslüman devletleri zayıflatıp kontrol altında tutmak için çeşitli bazlarda (din, mezhep, etnik yapı, siyasi kanaat...) bölüp birbirine saldırtma faaliyetleri ve hemen her zaman bu faaliyetlere; güçlüye karşı zayıfı koruma ve destekleme görüntüsü verme gayreti, bu görüşümüzü teyit edebilecek delillerdendir. Ancak senaryonun, günümüz cihan hakimi Avrupalılar tarafından tarihin gördüğü en renkli ve canlı sahnelerle Türk-İslam alemi üzerinde oynandığı gerçeğini altını çizmek lazımdır. Avrupalılar, Avrupa’daki bütün çeşitlilik ve çelişkiliklere rağmen her bakımdan birleşmeye doğru giderken ileride detaylı olarak göreceğimiz gibi Müslümanların parçalanıp birbirlerini mahvetmek suretiyle takatten düşmesi için ellerinden geleni yapıyorlar.
XIX. Yüzyılın sömürücü Avrupa devletleri ile Afrikalı sömürgeler arasındaki ilişki bunun çarpıcı örneklerindendir. Osmanlı ülkesinde hakim unsur olan Müslümanlar açlıktan kırılır, savaşlarda yüz binlerce şehit verirken gayr-ı-müslim tebaa refah içinde çiftini-çubuğunu, sanatını-zanaatını ve tezgahını sürdürüyordu.13 Hatta dini taassup etkisiyle fırsat buldukça dindaşları lehinde devlete ihanet etmekten bile geri durmuyorlardı. 14 Bunun örneklerini tarih sayfalarında bulmak mümkündür. Günümüzde ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki oyunlar bunun açık örnekleri olarak değerlendirilebilir.
Yazımızda din-coğrafya ve hakimiyet kavramlarını anlatmaya çalıştık. Günümüzde büyük devletler, kurdukları hakimiyeti pekiştirmek için küçük devletler ve etnik grupları bölüp milliyetçilik duygularını kamçılayarak birbirine düşürürler. Dikkat edilirse A.B.D. Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya gibi ülkelerde etnik huzursuzluklar ya hiç yoktur, yahut bastırılmıştır. Fakat üçüncü dünya ülkelerinde durum bunun tam tersidir. Bir diğer dikkat çekici husus, söz konusu etnik huzursuzlukların en şiddetlileri, en kanlı savaşlara yol açanları, en derin sosyal yaralar açanları ya yukarıda sınırlarını çizdiğimiz bölgede yani Ortadoğu’da, yahut buranın yaklaşım yolları üzerindedir. PKK kaynaklı olaylar, İran-Irak savaşı, Körfez savaşı, Ermeni-Azeri Savaşı, Gürcistan olayları, Filistin Meselesi, birinci gruba dahil edilebilen olaylardır. İkinci grupta ise, Balkanlarda Bosna Hersek ve Batı Trakya olayları ile Doğu Akdeniz’de Kıbrıs...olayları örnek gösterilebilir.
Sovyetlerin hakimiyeti birkaç ayda sona erdi. Polonya’da rejim bir iki yıl içinde değişti. Romanya’da bu iş bir iki güne sığdırıldı. Fakland savaşı birkaç hafta sürdü. Fakat bunlara karşılık, Ortadoğu’da Filistin meselesi bir asrı geçti. İran Irak savaşı sekiz yıl sürdü. Irak, her birkaç ayda bir sersemletici darbeler almaktadır. PKK olayları yirminci yılına girdi. Ermeni Azeri (Ermeni-Türk) mücadelesi bir asra dayandı. Afganistan 1979 yılından beri sıcaklığını hala korumaktadır. Bütün bunlar tesadüf değildir. Bu olayların hangisine bakarsanız bakın, altında yukarıda saydığımız emperyalist devletlerden birinin ya da birkaçının parmağını görürsünüz.
Ekonomik sebeplerin doğu bölgelerimizde tezahür eden görüntüsü ise, farklı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu husus da beraberinde yüksek rakamlarla ifade olunan bir işsizlik ve geçim zorluğu sorununu doğurmuştur. Halkın dayandığı temel geçim kaynakları arasında yer alan tarım ve hayvancılık, hala ilkel esaslarla yapılmakta ya da tamamen yok olmaktadır. Doğu Anadolu bölgemizde ekonomik örgütlenme yok denecek kadar azdır. Yatırım yapabilecek sermayedar kişi ve kuruluşlar, hammadde, ulaşım ve bilhassa güvenlik ile ilgili güçlükler bakımından, bu bölgelerimize soğuk bakmaktadırlar. İşte bu ekonomik geri kalmışlık (kimilerine göre geri bırakılmışlık) da, bu bölgelerimizdeki huzursuzluğu körükleyen mihraklarca istismar edilmekte ve bu istismar da ırkçı bir kisveye büründürülerek cahil köy delikanlılarına lanse edilmekte ve böylece terör kışkırtılmış bulunmaktadırlar. İleride, önerilerle ilgili bölümümüzde de değineceğimiz gibi devlet bir an önce doğu ekonomisine el atmalı ve üç ana kategoride özetlenebilecek önlemler almalıdır: Öncelikle hem bizzat yatırım yapmalı, hem de yatırım yapmak isteyecek sermayedarları teşvik edip somut olarak desteklemelidir. Sonra bu bölgelerimize teknik bilgi, ekipman ve personel aktarımı yapılmalı ve ekonomik örgütlenmeye önem verilmelidir. Dini konularda, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve bölgede görev yapan din görevlilerinden faydalanılmalıdır.

ÇÖZÜM ÖNERİLERİ


1-Sosyal Alanda
Halkın sosyal alanda tatmin edilmesi, Devlet makamları, resmi özel bütün medya aracılığıyla halka seslenerek onları aydınlatmalıdır. Bu diyalogda, bir haberleşme, haber verme anlayışı içinde bir bilgi verme, hesap verme esprisi izlenmeli, yeri geldikçe ihtar ve ikazlarda bulunulmalıdır.
2-Güvenlik Alanında
a- Sınır güvenliği, yeniden gözden geçirilerek daha dikkatli ve önemli bir hale getirilmelidir. Bunun için fiziki tahkimatın yanı sıra, elektro manyetik tahkimata da önem verilmelidir.
b-Uluslararası diplomasi yoluyla bölgede faaliyet gösteren PKK ve Hizbullah terörüne destek veren İsviçre, Fransa, Almanya, İtalya, Ermenistan, Suriye, Irak, İran ve Kıbrıs Rum Kesimi...gibi devletlere karşı ciddi ve etkili diplomasi yürütülmelidir. Sonra, teröre karşı olan ülkelerle diyaloglar kurularak terörü yok etmek için her türlü yardım sağlanmalıdır. Günümüzde olduğu gibi, bu konuda, uluslararası hukuk uzmanlarının görüşleri alınmalı ve haklı davaları haksız bir hale getirilmemelidir.
c-Basın özgürlüğünün istismarının engellenmesi hukuk kuralları içindeki yerini yeniden gözeden geçirerek daha etkili hale getirmelidir. Basın özgürlüğü kisvesi altında sürdürülen yıkıcı, bölücü yayınlara izin verilmemelidir.
3- Din Birliği Alanında
a-Din Görevlilerinin seçiminde, bölgede bulunan müftü ve diğer yetkililerin din görevlilerini seçerken liyakatli ve bölücü olmayanları seçmesi gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konuda daha dikkatli olması ve seçimlerde adaletli ve vatanını seven insanları bu görevlere getirmesi gerekmektedir.
b-Camiler ve Mescitlerin korunmasında ve yapılandırılmasında cemaatle din görevlileri arasında iyi bir diyalog kurulması gerekmektedir. Din görevlileri hutbelerde ve nasihatlerde ülkenin bütünlüğü konusunu ayetlerden ve Hz. Peygamberin hayatından örnekler vererek anlatması gerektiğinin bilincinde olması gerekir. Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk’ün şu veciz sözleri ne kadar anlamlıdır. “Toplum nazarında camilerimiz, bilgili din adamlarımızın hizmeti ile ve cemaatımızın çok ileri düzeyde bilgi sahibi olmasıyla yücelir; çünkü, bizim eksiklik ve aksaklıklarımız haklı olarak eleştirilir. Müslümanlar, “geri kalmış”, “gelişmemiş”, “medeniyetsiz”, “cahil”, “yobaz”, “çağdışı”, vb. durumda iseler, eleştirilirken, dolaylı olarak dinimizin eleştirilmesine “geri götürdüğüsuçlamasına müsebbip olacaklardır. Bu duruma biz Müslümanlar sebep olduğumuz için kendi suçumuzdan dolayı İslam’ ı suçlatmış olacağız. Bundan dolayı dini yönden Allah’a karşı vebalimiz ağır olacaktır.”15
c-Din adamları çağın gereklerine göre yetiştirilmeli ve halkının hizmetine sunulmalıdır. Halkın hizmetine sunulan çoğunluğu okumuş ve bilime karşı gelmeyen din adamlarının bulunduğu bir memlekette din, ilerlemeye engel olmaktan çıkar; ahlaka, doğruluğa yararlı bir araç haline gelir.

SONUÇ

Türkiye birçok kaynaktan doğan değişik sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Ancak hepsinin ürettiği ortak mesele, Doğu ve Güneydoğu Anadolu meselesidir. Güneydoğudaki huzursuzluğun yarattığı en büyük zararın bedelini yine bu bölgedeki yaşayan insanlarımız ödemektedir. Şurası unutulmamalıdır ki bu olayları körükleyenler, ayrılıkçı mihrakları destekleyenler, buradaki insanları değil, kendi menfaatleri istikametinde çalışan dış güçlerdir. Bu sonuca ulaşabilmek için siyaset bilimci olmağa gerek yoktur. Güneydoğu hadiselerini doğuran başlıca problemlere ve bunlarla ilgili çözüm önerilerine yazımızın akışı içerisinde değinmeye çalıştık. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin konu ile ilgili sağlam bir çözüm politikası olsaydı, bu meseleler belki de ortaya çıkmayacaktı. Türk milletinin çok sağlam ve eski bir devlet anlayışı bulunmaktadır. Bu anlayış sayesinde, Türk devletlerinde halk, asırlarca, önemli sosyal buhranlara meydan verilmeden, refah içinde bir arada yaşamışlardır. Günümüzde mikro milliyetçiliğin böyle bir imkana yer bırakmadığı yolundaki iddiaları, düzinelerce etnik unsura Amerikalılık ruhu vererek, bir arada tutan ABD gerçeği çürütmektedir. Halbuki Türkiye’nin muzdarip olduğu bu meseleler ne Amerika olayı gibi ne de ırk ayırımı gibidir. Asırlar boyu bir arada yaşamış et tırnak gibi olmuş bir milleti ayrı düşünmek herhalde abes bir görüş olsa gerek. İşte bu bağlamda din-coğrafya-hakimiyet üçgenindeki bu bölgeyi ayrı düşünerek farklı bir ırk meydana getirerek koparmak istenmektedir.
Uluslararası siyaset arenasında, kimi zaman öyle hadiseler gelişir ki, bu olsa olsa filan devletin işidir, dersiniz. İşte ülkemizin hüviyetli bir uluslar arası karakteristiği mevcut değildir. Görülüyor ki devletimizi küçültmeye başlayan bu olaylar tümüyle dış mihrakların bir oyunundan ve Ermenistan hayalinden başka bir şey değildir. Buna göre küçülen devletlerin de analı babalı büyümediği, ancak istikrarlı, mantıklı, akılcı ve milli politikalarla büyüyebildiği ortadadır. Bunlardan birincisi tarihi bakımdan ilginçtir; Ermenilerin şu anda Azerbaycan’da işledikleri cinayetler ile seksen yıl önce Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki işledikleri arasında bir fark bulunmamaktadır. Tecavüz edilen hanımın göğsü ile çocuğun kafası kesilerek bir diğerinin yerine dikilmek istenmesi, hangi emelin çıkarları olduğunu göstermektedir. İkincisi ise, terör örgütlerinin İran-Ermenistan sınırlarında barınması ve oradan Türkiye’ye geçip cinayetlerini işleyerek tekrar dönmeleri hangi amaca hizmet ettiklerini belli etmiyor mu?
Son bir husus da bizim, toplum olarak milli değerlerimizden ve dini anlamamızdan uzaklaşmış bulunmamızıdır. Bugün insanlarımız, rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, vergi kaçırabiliyor, kaçak enerji tüketebiliyor, kendi milli değerlerini ve dini vazifelerini yerine getirmeyebiliyor. Hatta en yetişmiş, en aydın, en olgun bireylerimiz bile, mahkeme karşısında suçunu itiraftan kaçınıp yalan söylemek suretiyle başkasının hakkını çiğneyebiliyor. Kendi kültür ve medeniyetinden nefret edebiliyor ve Türk büyüklerine hakaret, küfür edip onları hor ve hakir görebiliyor. Dinimizi, örfümüzü, töremizi tanımadığımız için, onları doğru dürüst anlatamadığımızdan dolayı dinin gereksiz olduğunu söyleyebiliyoruz. Halbuki Mustafa Kemal Atatürk’ün bu güne kadar gizli kalmış not defterinde “Tanrı birdir ve büyüktür, Hafıza Kur’an okutun” gibi yazıların altını çizerek yazmıştır. Ayrıca “Bizi yola sevk eden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep kuralları sözleri ile aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz.... Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden, fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülüklerden gelmiştir...Baylar ve hey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır ve medeniyet yoludur.”
Sağlam kalmış biricik müessesemiz olan aileyi de yıkabilmek için türlü fosforlu maskeler altında, var gücümüzle çalışıyoruz. Düşmanlarımız, hem bu zaaflarımızı değerlendiriyor, hem de bir kesimimizi silahlandırıp bizi birbirimize saldırtıyor.
Neticede görülüyor ki, rahatsızlığımız, yazımızın başlarında tanıttığımız Bölge üzerinde Hakim İçin Hakimiyet tesis etme gayesiyle çalışan düşmanlarımızın faaliyetinden kaynaklanıyor. Buna göre ne olacak?..Esaret-ölüm-tarih sahnesinden silinmek, bunları yok edenlere küfür edip günahkar olacağımıza, onu yeniden ve en son bilgiler ışığında tesis etmeye çalışalım. Nitekim yılan zehiri yılan için hayati bir salgı iken, başkaları için ölüm sebebidir.
Saygılarımla

1 Osman Zümrüt, Atatürk’ün İslam Dini Anlayışı, Kültür Bakanlığı, Ankara 1999, s. 1-31
2 Geniş bilgi için bkz., Mustafa Öztürk, Tarih Felsefesi, Elazığı 1999, s. 68-88
3 Ali Fuad Başgil, Din ve Laiklik, İstanbul 1996 ,s.25.
4 Al-i İmran, 3/19
5 İ.Reşat Özkan, “Yeni Dünya Düzeni Söylemi ve Türkiye Gerçeği”, Türkiye Günlüğü, S. 33, Mart-Nisan 1995, s. 231 vd.
6 Öztürk, a.g.e., s. 53-55
7 İsra, 17/33
8 Hucurat, 49/13, (Hz. Adem ve Havva’dan çoğalan insanlar, yeryüzünde çeşitli renk ve dilde küçüklü büyüklü topluluklar oluşturmuşlardır. Küçükten büyüğe, kabileden milletlere varıncaya kadar farklılık gösteren bu oluşumun temel sebebinin kitlelerin birbirini tanıyıp, anlaşmak olduğu anlaşılmaktadır. Yani soy-sopla övünmek yerine, birleşip bütünleşmek teşvik edilmiştir.)
9 Nisa, 4/93
10 İsra,17/31
11 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I, TTK., Ankara 1994, s. 105-109
12 İbn Haldun, Mukaddime, (Çev:Z.K. Ugan), İstanbul 1990, s. 431-436
13 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C. II, İstanbul 1995, s. 9-10
14 Davut Kılıç, Osmanlı İdaresindeki Ermeniler Arasında Dini ve Siyasi Mücadeleler, Elazığ 1999, s. 44
15 Zümrüt, a.g.e., s. 84

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar