Giriş
İbn Haldun
kaoslarla dolu bir dönemin tecrübesiyle olgunlaşır.Kendisinin de bir çok farklı
görevlerle de olsa siyasi sorumluluklar aldığı yönetimlerin sürekli değiştiği
siyasi bir hayat mevcuttur.Onun hayatı aynı zamanda bir serüvencinin
hayatıdır.Ömrünün tüm aşamasında ilmi meclislerinde bulunur.Kaliteli bir eğitim
alır.Ciddi bir ilmi geleneği olan bir ailenin temsilcisidir aynı zamanda.Tunus,
Fas ve Endülüs gibi medeniyet açısından önemli sayılacak merkezlerde önemli
görevlerde bulunur.O aynı zamanda gününe ulaşan İslam uygarlığının ilmi
eserlerine de hakimdir.Onun mukaddimesi kendisine kadar ulaşan birikimin bir
kritiğidir. İbn Haldun bu kitabında bir medeniyet tarihçisi, ilimler
metodolojisi uzmanı gibidir.Ama onun ilimler nazariyesi ve tasnifi bizim
konumuzun dışında kalmaktadır bu çalışmada.Ancak bizi ilgilendiren kısım onun
oluşturduğunu ilan ettiği ilmin kendi gözlemlerine dayandırarak kaleme aldığı
şehir ve şehirli olgusu.
Ona göre
ilimler medeni olabilmiş toplumlarda doğar ve gelişir.Şehirli olmak
medeniliktir. Devletin ortaya çıktığı ve zaruri ihtiyaçlardan sonra insanların
sanata ve ilme zaman ayırdıkları dönem medeni toplumun da oluştuğu dönemdir.Ona
göre medeniyet siyasi ve ekonomik gelişmişlikle sağlanır.Şehir ve şehirlinin
oluşması devletin varlığına bağlıdır.İşte güçlü bir devlet yapısının bulunduğu
toplumlarda gelişeceğini iddia ettiği ilimlerle ilgili temel eleştiri ve
kritiklerde bulunmuş olsa da İbn Haldun için asıl problem onun için pratik
değeri olan tarih ilminin içinde bulunduğu vakıadır Onun çalışmasının asıl
hedefi tarihi; hikayeci anlatım seviyesinden, araştırma, sebep belirtme ve
yorumlama temeline dayalı bilimsel seviyeye çıkarmak arzusuna dayanıyordu.[1]
Bizim de
çalışmamızda konu ettiğimiz toplumsal yaşam yani onun deyimiyle umran vazgeçilmez
bir kavramdır ve kurduğu ilmin de adıdır.Tarihin amacı umranın haberlerini
nakletmektir.Öyleyse tarihçinin umranla ilgili aktarımlar yaparken bilmesi
gereken şeyler vardır.Ki bu umranın tabiatında olan ve İbn Haldun’un kendi
gözlem ve tecrübeleriyle ortaya çıkardığı yasalardır.Ona göre “sosyal hayatta
vuku bulan her olayın ve ortaya çıkan her durumun, olması gereken kendine has
bir doğası vardır.”[2]Öyleyse tarihçi kendisine
gelen bilginin umranın doğasına uygun olup olmadığına bakması
gereklidir.Böylelikle tarihçi bir takım hurafeleri tarih değerlendirmesi
dışında tutacaktır.O kendisinden önceki kimi tarihçilerin bu hususa dikkat
etmediklerini ve bunun sonucunda aklın kabullenmesinin imkansız olduğu kimi
durumların tarih bilgisi olarak kitaplarda yer aldığını söylemekte ve bunu isim
ve olay vererek belgelemektedir.[3]
İbn Haldun’a
göre tarih ilmiyle uğraşanların metot olarak diğer İslami disiplinlerde
kullanılan cerh ve ta’dil yöntemini kullanmaları sıhhatli sonucu garanti
etmemektedir.Ona göre haberlerin doğru ve gerçek olanlarını yalan olanlarından
ayırmak, sosyal hayatın karakterini ve doğasını
bilmekle mümkündür.Bu tutum ravilerin durumunu incelemekten önce
gelir.Ona göre ravilerin doğruluğunun araştırılması daha çok inşai ( Allah’ın
yerine getirilmesini farz kıldığı sorumlulukları bildiren) ilimlerde
geçerlidir.Rivayet edenin durumu ancak haberin kendi içinde doğruluğunun
incelenmesinden sonra yapılabilir.[4] İşte
bir tarihçinin yazdığı tarihte doğruya ulaşabilmek için uyması gereken
kuralları Mukaddime yazarı ayrıntılı bir şekilde bu eserinde
açıklamaktadır.Bunun en önemli kısmı umran teorisi dediğimiz toplum hayatının
vazgeçilmez doğası olarak anlatılır.Öyle ki İbn Haldun umranı organik bir canlı
gibi görürü. Onun belli bir ömrü geçirdiği evreleri vardır ve bunlar bir silsile
şeklinde birbirini takip eder.
İbn Haldun’a
göre tarihçileri yanıltan en önemli eksik onların umranın sahip olduğu doğadan
habersiz olmalarıdır.Ve bu umran bilgisiyle ilgilenen bilimi ilk kez kendinin
oluşturduğunu yasalarını kendisinin keşfettiğinden bahisle daha öncekilerin
bunun farkına varmamalarının onların ilgi alanlarıyla yani haberlerin meyveleriyle, bizzat haberin
kendisiyle ilgilenmelerine bağlamaktadır.Bundan dolayıdır ki filozoflar
haberlerin olabilirlikleriyle ilgilenmemişlerdir.[5] İbn Haldun
umran ilmine konu olarak insan uygarlığını, toplum hayatını ve ondaki her meseleyi ve durumu teker teker
açıklamak olarak belirler.Ve kendi ilminin
İbn Haldun
bugünkü anlamda bilimsel diyebileceğimiz akla dayanan ama dini yönü de olan bir
düşünce sistematiğiyle vakıaya yaklaşmaktadır.O akıldan bahsederken her ne
kadar anladığımız anlamdaki akıldan bahsetse de bazı şeylerin aklın sınırları
dışında kaldığını da kabul eder.Bununla çift yönlü bir bakışının olduğunu
söyleyebiliriz.Bu onun düşüncesinde bir çelişki gibi durmaktadır.Akıldan
bahsederken kimi düşüncelerinin bugünkü insanın bahsettiğinin dışında bir
akıldan bahsetmesi o günkü akıl
algılaması ve tarihinin sahip olduğu düşüce sisteminden dolayıdır.
Günümüzde İbn
Haldun birçok ilmi disiplin tarafından sahiplenilmekte ve kimi disiplinlerin
direkt kurucusu sayılmaktadır.Özellikle toplumsal hayat ve insanın toplumla
olan ilişkisini irdelemesi ve bunlar için genel geçer kurallar vazetmesine
müteallik olarak sosyoloji için kurucu kabul edilmektedir.Aynı zamanda tarihin
akışıyla ilgili değerlendirmeleri sebebiyle haklı olarak bir tarih felsefecisi
sayılmaktadır.Şüphesiz bugünün modern ilimlerine malzeme olan bir çok konudan
bahsetmektedir İbn Haldun dahası konusu insan olan her ilimden bahsetmektedir
desek yerindedir.Öyle ki tarihçilerin rivayetlerinin asılsızlığını
değerlendirirken bizzat insan biyolojisinden bahsetmekte insanın doğasının
söylenen şeye aykırı olduğundan hareketle rivayetin asılsız olduğunu
belirlemektedir.İnsan yerleşimleri için uygun yerlerin nasıl olması gerektiğini
anlatırken coğrafyadan bahsetmektedir.Örnekleri çoğaltmak mümkün.Ancak eserin
yazılış amacına ve amacın güttüğü pratik sonuca baktığımızda İbn Haldun’un
Mukaddimesinin tarihi, sanat ve edebiyat düzeyinden bilim düzeyine çıkartmayı
hedefleyen yeni bir ilimin temellerinin atıldığı ve yazıldığı bir eser olarak
görmemiz gerekir.[6]
Tüm bunlardan
sonra nasıl olup da İbn Haldun’un tüm bunları yazdığını, yazabildiğini
sorduğumuzda onun sahip olduğu tecrübi bilgiye ve gününe kadar ulaşan felsefi
mirasa göz atmamız gerekir.Ve onun içinde yaşadığı uygarlığa ve toplum
hafızasına.Temelde yazılan eserlere mukaddime yazmak alışıla gelmiş bir tutum
olmakla beraber bu mukaddimelerin genelde ele alacakları disiplinle ilgili
bilgi vermek ve onunla ilgili varsa yeni bir takım iyileştirici düşünceler için
yazıldıklarını görmekteyiz.[7]
Şunu belirtmek
sanırım faydalı olacaktır İbn Haldun’un yazdığı mukaddime büyük ölçüde gözleme
dayanması nedeniyledir ki kullandığı kavramlar ve çalıştığı toplum yani
incelediği hareket tarzını ortaya koyduğu kendi toplumudur. İbn Haldun bu
kitabı sanki Araplar için yazmıştır.Kitabını olan biteni anlama algılama bir
anlam verme olarak değerlendirdiğimizde bunu doğal karşılamamız mümkündür.Kaldı
ki ulaşabildiği bütün toplumların bilgisinden de bahsettiği bir gerçek.Ama özel
olarak kendi toplumunu ve tecrübesini mihenk olarak aldığını
söyleyebiliriz.Bundandır ki kullandığı kavramlar da tanım olarak kendi
toplumunu dahası yaşadığı çağdaki toplumu anlatır.O bizzat gözlemlerini
aktarmaktadır.Bizim çalışmamıza temel olan hadari , bedevi ve umran kavramları
belli ölçüde bu gün de karşılıkları bulunsa da temelde döneminin
kavramlarıdır.Ve daha çok o dönemin umranını anlatır.Bu söylenilenler eserin
tarihsel bağlama hapsedildiği ve içeriğinin yazıldığı tarihle ilgili olduğu
anlamına gelmemeli.Sadece hareket noktasının halihazırda var olan gerçeklik
oluğunu belirmek içindir.
İbn Haldun’a
göre toplumsal hayat yani umran kaçınılmaz bir zorunluluktur.[8]O bu
sonuca, insanın doğası gereği, diğer hemcinsleriyle bir arada yaşamak zorunda
olmasını dahası tek başınayken yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayamayacağını ve
neslini devam ettiremeyeceğine dayanarak varmaktadır.İnsanların yaşamak için
gerekli olan yiyecekleri ancak yardımlaşarak üreteceklerini tafsilatlandırır. Dahası
insanın güvenlik ihtiyacı da onu toplum içinde yaşamaya zorlamaktadır.Kişi
kendisini korumak için gerekli alet edevata yalnız başına ulaşamaz ve
üretemez.Buğdayın ekim aşamasından ekmek olma aşamasına gelinceye kadar
geçirdiği üretim evreleri ve bir silahın üretimi aşamasına kadar geçen birden
çok insanın aynı hedef için çabalamasını gerektirmektedir.İnsanın en temel
ihtiyaçları için bile olsa bir arada yaşama zorunluluğu onu daha ileri bir
aşamada toplumsal bir birlik halinde yaşamaya götürmekte ve dahası bir yönetim
organizasyonunu bir yöneticiyi nihayetinde bir devlet yapılanmasını ortaya
koymaktadır.
İbn Haldun
umran ilmi derken her şeyden önce toplumsal hayatı içine alan tüm ilişki kavram
ve nesnelerin hulasasını kastetmektedir.Ona göre bir memleketteki şehir,
şehirli, şehirlinin uğraş alanları; sanat, ticaret, ve insanı ilgilendiren her
türlü sosyal ilişkinin yanında asıl olarak devlet umranın konusudur.Bedevilik
umran kavramının dışında yer almaz.Her ne kadar umrandan kastın şehirli bir sosyal
olgu olduğu sanılsa da bedevilerin de umran kavramı içinde önemli bir yeri
vardır.Bedevilerin umran içinde kendine has katkı ve belirleyicilikleri hatta
bir şehir hayatında onlara has bir tutum ve tavır vardır İbn Haldun’a
göre.Bedevi çölde yada kırsal kesimde yaşayan şehirli olmayan insani
özelliklerini kaybetmemiş saf insandır. İbn Haldun şehirli ve medeni için hadari
kavramını kullanır.Bu bedevilikten sonra gelen medenileşmiş şehirlerde yaşayan
toplum anlamınadır.Onun en önemli
kavramlarından birisi de asabiyettir. Öyle ki umranın şekillenmesini sağlayan
itici güç diyebiliriz bu kavram için.Sözlük anlamı olarak akrabalık, hısımlık
ve taraftarlık gibi anlama gelen bu kavram genel olarak kişinin kan bağıyla
bağlı olduğu kabilesi ve kavmini ifade eder. İbn Haldun bu kavramı toplum
içerisinde belli bir güce akrabalar ve kabile vasıtasıyla ulaşma anlamında
kullanmaktadır.Kan bağına yani kavme dayandığını belirttik.Burada millet olma
bilinci itici bir güçtür.
Tüm bunlardan
sonra çalışmamızı İbn Haldun’un Mukaddime’sinden yani onun düşüncelerini
temellendirdiği çalışmasını esas alarak
ona göre şehir ve şehirli olgusunu incelemeye çalışacağız.
İbn Haldun’da
şehirliyi anlamak öncelikle bedevilik gerçeğini de iyi kavramayı şart
koşmaktadır.Hakkı zatında şehirli yaşam bedeviliğin bir uzantısıdır aynı
zamanda.Başka bir deyişle bedevilik insan için şehirliliğe bir
geçiştir.Öncelikle insan bedevi yaşamdadır. Onun deyimiyle bedevilik,
şehirlilikten önce gelir.
Bedevilik yada
şehirlilik aslında doğal bir haldir.İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşılamak
için bir arada yaşamak zorundadırlar öyle ki bu zorunluluk toplumsal hayatı bir
arada yaşamayı getirir. Her şeyden önce insanlar ikincil yani lüks
diyebileceğimiz ihtiyaçlarından önce temel ve zaruri olan gereksinimlerini karşılamak
için bunu yaparlar.İnsanların bedevilik yada şehirli olması da bu temel
gereksinimleri ve fazlasını sağlama noktasındaki durumlarıyla birebir ilintili
olmaktadır.İnsanlar yaşamak için geçim vasıtalarına ulaşmak, kendilerine uygun
işlerde çalışmak durumundadırlar. Öyle ki çok çeşitli olan meslekler içinde
kişiler kendilerine uygun olanı seçerler yada kendilerini bir mesleğin içinde
bulurlar.İşte bu durum kişinin şehirli mi yoksa bedevi mi olacağını
belirlemektedir.
Geçimlerini
çiftçilikle ve hayvancılıkla sağlamak durumunda olanlar haliyle Badiyelerde
yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Hayvanları için otlaklar, ekebilecekleri tarlalar
ancak buralarda bulunmaktadır.Ayrıca hayvancılıkla uğraşmak aynı zamanda göçer
olmayı da beraberinde getirmektedir.Bu insanların aralarındaki sosyal ilişki
asgari düzeydedir. Onlar gıda , barınak ve ısınma ihtiyaçlarını karşılamak üzere
gerekli olan asgari ilişkiler içinde olurlar.
Başlangıçta
bütün insanlar bedevi yaşamdadırlar ancak yaşam şartları düzelir zorunlu
gereksinimlerini karşılamaktan başka belirli bir bolluk ve refaha ulaşırlarsa
yerleşik hayata yani şehir hayatına geçmektedirler.Artık burada insan asgari
gereksinimlerinin üzerinde zevkine göre giyinme yeme içme alışkanlıkları
kazanmakta.Güzel evler ve bahçeler yapmaktadır.Bütün bunlar belirli bir refaha
bağlıdır.Bunlar medeni insanlardır artık.Kazançları zorunlu ihtiyaçlarını
karşılamaktan öteye onları belli bir konfor içinde kalmalarına yetecek
düzeydedir. İbn Haldun’a göre hem bedevi yaşam hem de kentsel yaşam kaçınılmaz
bir tabi zorunluluktur.[9]
Bedevi hayata
basitlik hakimdir.Bütün her şey asgari ve ihtiyaçları karşılamanız üzerinde
değildir.Meskenler hayvan derilerinden yapılmış çadırlar, kamıştan, yada taştan
yapılmış ama yüksek olmayan evler şeklindedir.Dağlardaki oyuk ve mağaralar da
bedevi yaşam için birer meskendir.[10]
Çiftçilikle
uğraşanların belirgin vasıfları daha çok yerleşik bir hayat yaşamaktadırlar.Dağlarda
yada köylerde çamurdan yapılmış evlerde yaşamaktadırlar.Geçimlerini
hayvancılıkla sağlayanlar ise daha çok göçebe hayatı yaşamaktadır.Çünkü bu
insanlar otlak ve su bulabilmek için zorunlu olarak sürekli dolaşmak
zorundadırlar. Özellikle deve besleyen Arap kabileleri için çölün
derinliklerinde gezinmek doğal bir haldir.Çünkü develerin yaşamlarını sürdürmeleri
için tepeliklerdeki yiyecekler yeterli olmamakta; sahraların ağaçlarına
otlarına ve turlu su kaynaklarına ihtiyaç duyarlar.Aynı şekilde devenin doğum
içinde tabiat olarak sıcağa ihtiyacı vardır.Tüm bunlardan insanların yaşam şekillerinin doğal zorunluluklara tabi
olduğunu görmekteyiz.
İbn Haldun
şehirli yaşama geçişi bedeviliğin gelişmesinin bir sonucu olarak
görür.Şehirlerde yaşayan insanlar zaman içerisinde durumu düzelen kazançları
zorunlu ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ikincil diyebileceğimiz lüks
ihtiyaçları da karşılayabilecek bedeviler şehirlere yerleşmekte ve medeni bir
hayat yaşamaya başlamaktadırlar.”Ne zaman ki insanın yaşamında ekonomik bir
rahatlık oluşur, bolluk ve lüks ortaya çıkar, ancak o zamandan sonra içinde bir
“şehre yönelme arzusu” doğar.Bütün bedevi kabilelerin yaşadıkları süreç bu
şekildedir.Şehirli ise badiyeye gitmesini gerektirecek bir zaruret hali söz
konusu olmadıkça veya şehir halkının yaşadığı gibi yaşamaktan aciz kalmadıkça (
yoksullaşmadıkça) badiyeye gitmek istemez.[11]
İbn Haldun
şehirleri bedevilerin kurduğu ve bedeviliğin şehirlilikten daha eski olduğu
düşüncesindedir.O bu gerçeği anlamak için şehir halkı üzerinde ufak bir
araştırmanın bunu kanıtlayacağını eğer onların asıllarını araştırırsak
badiyelerden geldiklerini göreceğimizi söyler.Yine ona göre şehirli yaşam ve
bedevi yaşam da kendi içinde bir takım farklılıklar ve ayrılıklar
gösterebilmektedir.Şehirdeki bir mahallenin diğerinden yine Badiyelerde yaşayan
bedevi kabilelerden her birinin diğerinden sayı ve özellik olarak ayrıldığını
belirtmekte farklılığa dikkat çekmektedir.
İbn Haldun
bedevi insanla şehirli arasında ahlaki yönden karşılaştırmalarda bulunur.Ona
göre bedevi şehirliye nazaran içinde bulunduğu doğal yaşam şartları gereği daha
az dünyaya meyleden ve nefsini daha az kirletendir.
Ona göre
şehir, insanın dünyaya meylinden doğan bir gerçekliktir.İnsan kendi asgari
geçim düzeyinin üzerine çıktığında bir lüks ve konfor olarak şehirde yaşamayı
dünyanın zevklerinden daha fazla elde etmeyi istemektedir.Şehirli dünyaya
meyletmiş , zevk ve eğlencelerle çok meşgul olmuş ve şehvetini tatmine
yöneldiği için zamanla nefis kirlenmiş ve bu kirlilik sebebiyledir ki
iyiliklerden uzaklaşmıştır. İbn Haldun şehirlinin haya perdesinin kalktığını
ağızlarının bozuk olduğunu söyler.”Çünkü sözlü ve fiili olarak yapageldikleri
çirkin ve kötü şeyler onları buna iyice alıştırmıştır.”[12] Bedevilerin
dünyaya meyilleri zaruri ihtiyaçlarını karşılayacakları oranda olmaktadır.Şehirlide
oluşan kötü davranışları sürekli tekrarlanmasıyla oluşan “meleke” bedevide
görülmez.O ilk yaratılış fıtratı üzerinde kalmaya daha yakın ve kötü
alışkanlıklardan uzak kalması şehirliye nazaran daha kolaydır.
İbn Haldun
bedevilik özelliklerine yapılan eleştirileri bizzat bedeviliğin kendisine
yapılmış eleştirilermiş gibi görür ve aslında bedeviliğin aşağılanmadığını onun
doğal bir durum olduğunu açıklamaya çalışır.[13]Dikkat
edilmesi gereken husus yapılan eleştirilerin bizzat bedevide bulunan olumsuz
tutum ve davranışlaradır. Kaldı ki o bedeviliği bir bütün olarak erdemli ve
bozulmamış topluluk olarak görürü.
İbn Haldun
insanı bulunduğu ortam ve durumdan etkilenmeye açık ve kişiliğinin
özelliklerini büyük ölçüde yaşadığı çevre şartlarının oluşturduğu
kanısındadır. Öyle ki şehirli yada bedevideki bir kişilik özelliğini açıklarken
onların yaşam koşullarını açıklar.Örneğin bedeviler badiyelerde yaşamaktalar ve
onların güvenlik ihtiyaçları daha cesur olmalarına olanak vermektedir.Dahası
bunu sağlamaktadır. Çölde yaşayan bedevi kendini güvenlik içinde hissedeceği
surlarla çevrili şehirlerde yaşayan medeni insanda farklı olarak korunma işini bizzat kendisi
üstlenmektedir. Ne bu işi şehirli gibi askerlere yada daha başka birilerine
verirler nede başkalarına güvenirler. Silah taşıyıp sürekli halde etrafı
gözetler haldedirler.Uykuları hafiftir. Onlara sadece kendilerine güvenerek
çöllerde dolaşırlar. Bundan dolayıdır ki “cesaret onlar için gerektiği zaman
başvuracakları bir ahlak ve tabiat haline gelmiştir.”[14]
Şehirlinin
bedeviden daha az cesur ve hatta güvenlik ve bir takım ihtiyaçlar konusunda ona
muhtaç olduğunu anlatırken tüm bu kişilik özelliklerinin insanın tabiatı ve
mizacı değil “insanın imkanları ve alışkanlıklarının kişisi” [15]
olduğunu söyler. Yani kişi içinde bulunduğu şartların etkisi altında ve onun
şekillendirmesinde tamamıyla edilgendir. İnsanın alışkanlık haline getirdiği
durum zamanla onun için bir ahlak hatta bir meleke haline gelir. Tüm bunlara
kaşın bedeviler şehirlilere göre daha eksiktir.Asgari geçimlerini bile
karşılamak için şehirliye muhtaç olan bedevi ona mahkumdur.Ona bağlanmak ve
hatta çağırdığı zaman gitmek zorundadır.[16]
Bedevi insan
kalabalık şehirlerde yaşamakta güçlükler çeker.Bunun en temel nedeni şehirlerde
mesleklerin çok olması ve bedevinin her hangi bir mesleğinin bulunmaması
dolayısıyla kendi ihtiyaçlarını karşılayamamasıdır.Umranı kalabalık olan
şehirlerde fiyatlarda buna bağlı olarak artmaktadır.Şehirlerde bedevi insanın
onsuz hayatını sürdüreceği ihtiyaçlar günlük yaşamın vazgeçilmezleri durumunda
ve birincil hal almıştır.Ancak bedevilerden büyük birikim ve malı olanlar
günlük ihtiyaçlarının fazlasını karşılamaya ve şehirli gibi yaşamaya güç
yetirebilir ve şehirde kalıcı olabilir.[17]
Bedeviliğin
kendini koruyan devamını sağlayan ve hatta varlığını ona bağladığı asıl
gerçeklikse onların sahip oldukları asabiyeleridir. Bedevi bulunduğu çevre ve
farklı ırklardan insanlarla münasebetlerinin az olması ve buna da ihtiyaç
duymamasından ötürü kendi ırkını korumuştur.Bu ona kendi içinde bir asabiye
kazandırmaktadır.Bedevi kendini var eden şartların farkındadır.Öyle ki şehre
gittiğinde asabiyesini ve saflığını kaybedeceğinin farkındadır.Bundandır ki
onlar badiyelerde yaşamayı şehrin lüks ve rahat hayatına tercih etmektedirler.[18]
İbn Haldun’un
asabiyet düşüncesinde nesep bağı belli ölçülerde olumlanan ve işlevselliği olan bir gerekliliktir.“Nesep ve
akrabalık bağları, çok az kimsenin dışında, insanlar için tabii bir
durumdur.Zulme uğrayan veya bir felaketle karşı karşıya kalan birinin
akrabalarını yardıma çağırması bu bağın bir sonucudur. Bir kimse akrabasının (
ya da ırkdaşının, soydaşının ) zulme uğraması karşısında, kendi içinde bir
zillet ve aşağılanmışlık hissi duyar ve buna engel olmak ister.Bu başlangıçtan
beri bütün insanlık için geçerli ve fıtri bir durumdur.”[19]
Güçlü bir asabiyetin oluşmasını nesep bağı ya da ona benzer bir bağın varlığına
bağlar.İnsanları nesep bağı dışında birbirine bağlayan uzak akrabalık dahası
ırk bağı ve eski bir Arap geleneği olan azatlı kölelerden oluşan mevalilerle
kurulan yakınlık ve dayanışma ilişkisidir.İşte bu bağ insanların güçlü asabiyetler
oluşturmalarını sağlayan en önemli etkendir.Aynı şekilde bu bağın varlığı
bizatihi insanlar arasındaki dayanışma ve yardımlaşma içindir. “Çünkü nesep (
bağı ), aslında hakikati olmayan vehmi bir şeydir.Faydası sadece ( insanlar
arasındaki ) birleşmeyi sağlamasıdır.”[20]
Büyük ve
medeni şehirler kurmak ve güçlü bir devlet kurmak ( asabiyet ), nesep bağı ya
da ona yakın bir bağı gerekli kılmaktadır.[21] Öyle
ki bu bağ sayesinde bir araya gelen insanlar güçlerini belli hedefler
doğrultusunda birleştirecek ve bu hedeflere ulaşacaklardır.Aralarında herhangi
birleştirici bir bağın bulunmadığı toplulukların bir toplum ve büyük bir
medeniyet oluşturmaları kolaylıkla düşünülebilecek bir durum değildir.
ŞEHİR
Bu başlık
altında şehirlerin yapısından ziyade şehir hayatı şehir kültürü ve bunu nasıl
oluştuğu üzerinde durulacaktır.Kentlerin yapısının yanında kentin toplum hayatı
üzerindeki etkileri incelenecektir.
Medeniyetten
bahsetmek şehirlerin varlığı olmadan mümkün olmayacak olan bir şey olsa
gerek.Öyle ki medeni insan dendiği zaman şehirde yaşayan ve şehir kültürüyle
yetişen insan akla gelir.Medeni insan
günlük asgari ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde ikincil diyebileceğimiz
ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olan kişidir.O yeme içme işini bir
ihtiyacın ötesinde zevke ve hatta sanata döndürebilmektedir.Giyinmek onun için soğuktan ve sıcaktan korunmanın bir
aracı olmanın ötesinde bir zevk ve
gösteriştir de.
Medeni hayata
geçiş daha önce de değinildiği üzere bedevi insanın ekonomik gücünün artmasıyla
birlikte daha iyi ve rahat yaşama arzusunun bir sonucu olarak ortaya
çıkmaktadır.Bedevilik kentsel yaşamdan çok daha eski ve önceliklidir.Şehirler
bedevi yaşamın bir uzantısı durumundadır.[22] Şehir
ve şehirli gerçeğini Mukaddime içerisinde diğer bahislerden ayrı bir şekilde
konu edinmek riskli bir uğraştır.Mukaddime belli bir bütünlük içerisinde bir
şeyleri ortaya koyma peşindedir.Şehirle ilgili olarak da bu geçerlidir.Şehir
yapısını oluşturan şey asabiyettir. Biz burada asabiyet konusu üzerinde fazla
durmayacağız.Ancak şunu belirtmekte fayda var ki toplumlarda varolan asabiyet
gerçeği onların bir devlet olmalarına ve yer yüzünü imar etmelerine olanak
vermektedir.Bir amacı ve hedefi olan toplumlar toplu halde bir şeyler yapabilmektedirler.Şehirler
de bunun bir sonucu olarak doğmaktadır.Bundan dolayıdır ki İbn Haldun Şehirleri
devletten sonraya koyar.Devletler şehirlerden daha evveldir.Şehirler devletten
sonra ikinci bir aşama olarak ortaya çıkar.[23]Şehirlerin
doğması, gelişmesi ve geleceği devlet yapısıyla bire bir bağlantılıdır.
Bir şehri
meydana getirmek kolay ve birkaç kişiyle yapılacak iş değildir.Şehir ve kentler
büyük binaların olduğu yerlerdir.Bu binaları yapmak büyük bir işbirliği ve
yardımlaşmayı gerektiren ve kalabalık kesimlerce ortaya konabilir.”Ancak bu
işler, herkes tarafından mecburi ve kaçınılmaz işlerden görülmediği için,
onları bu tür eserler ortaya koymaya zorlayacak bir iç eğilim yoktur.Aksine
bunun için onların dışardan, devlet sopasıyla zorlanması veya üstesinde ancak
devletin gelebileceği bol mükafatlar ve ücretlerle teşvik edilmesi
gerekir.Dolayısıyla kentleşme ve şehirleşme için mutlaka devlete ihtiyaç
vardır.”[24]
Şehirler
kurucularının bakış açıları, iklim ve coğrafi şartların etkisiyle şekillenir.[25]Bu
bütün zamanlar için geçerli olan şeydir.Her şehrin bir ruhu vardır derler ki o
ruh şehri bina edenlerin kültürel birikimidir.Şehir yapılarının iklim
şartlarından bağımsız yapıldıklarını düşünmek imkansızdır.Binalar ve bu
binalarda kullanılan malzemeler memleketin sıcaklık ve soğukluk durumuna göre
değişmektedir.Aynı zamanda coğrafyanın da şehirlerin şekillenmesinde büyük
etkisi vardır.Şehir verimli topraklar üzerinde ve inşaat için malzemenin bol
olduğu yerlerde kurulursa doğal olarak daha büyük ve gelişkin olacaktır.
Yazara göre şehirlerin
ömrü onları kuran gücün varlığıyla doğru orantılıdır.Genellikle şehirler kurucu
devletin yok olmasıyla ortadan kalkar.Bunun birkaç istisnası vardır.Şehirlerin
etrafında onları besleyecek insan kaynakları ve verimli araziler varsa bu
kaynaklar o şehri besleyecek ve yeni bir düzenin tesisini sağlayacaktır.Bu
şekilde şehir de yıkılmaktan kurtulur.Yine yıkılan devletin yerine gelen devlet
o şehri kendisine merkez ve başkent yaparsa bu durumda da şehir yıkılmaktan
kurtulur.Öyle ki yeni gelen devletin gücüyle orantılı bir şekilde şehir daha
bir güç ve görkem kazanabilecektir.[26]
İbn Haldun’da
şehir ve devlet birbirine o kadar bağlıdır ki onun gözlemlerine göre devlet
olmanın bizzat kendisi şehirleşmeye yol açmaktadır.Ona göre bunun iki
sebebi vardır.Birinci olarak “devlet
olmak insanları, rahatlığa, huzurlu ve sakin bir hayata, ( bedevi hayatının )
zorluk ve ağırlıklarından kurtulmaya ve yine bedevi hayattaki eksik olan
yönleri giderip tamamlamaya yönlendirir.”[27]İlerde
de üzeride durulacağı üzere bir devletin bulunması aynı zamanda kendisiyle
birlikte güçlenen ve büyüyen insan topluluklarını da beraberinde getirir.Öyle
ki devlet bir araya getirdiği toplumun gücünün birleşiminden zenginlik
yaratmakta ve bunu kendisine yakınlığına göre insanlarla paylaşmaktadır.Hal
böyle olunca lüks ve konfor
kendiliğinden doğmaktadır.İhtiyaçların daha rahat ve daha kaliteli görüleceği
yerleşim yerleri doğmaktadır.Öyle ki bu hayatta bedevi yaşamın zorlukları
bulunmayacaktır.Herkesin hayvan beslemek mecburiyeti kalmamakta herkes aynı
zamanda asker olmak durumunda bulunmamaktadır.
Yazara göre
şehirlerin kurulmasını zorunlu kılan ve bizzat devletin varlığıyla ilgili olan
ikinci nedense güvenlik gereksinimidir.”Devletin etrafındaki şehirler, devlete karşı mücadele
etmek veya devlete başkaldırıp hükümdarlığı ellerinden almak isteyenlerin
sığınakları olabilmektedir.Bu kişiler o şehirleri bir kale gibi kullanıp
kendileriyle mücadeleye girişirler.Bir şehre karşı mücadele etmek zor ve
meşakkatli bir iştir.Çünkü ( surlarla çevrili ) olan şehir aslında çok sayıda
asker yerine geçer.Surların arkasından düşmanla savaşmak, düşmanın
saldırılarından korunmak ve düşmana zarar vermek çok fazla bir asker gücü
gerektirmeden mümkün olmaktadır.” Şehirde büyük kalabalıklar halinde yaşayan
halkı düşmana karşı korumak bir devlet için çöllerde sınırları belli olmayan
bedevi yerleşimlerinkinden daha kolay ve mantıklıdır.[28]
Devletlerin
etrafında kendirli için tehlike arzeden farklı bir devlet yada şehir yoksa bu sefer devletler
umranlarını tamamlamak yani medenileşmek ve rahata ulaşmak için şehir
kurarlar.Diğer bir sebepse kendi asabiyelerinden olanlara üstün gelmek ve
onlara boyun eğdirmek için şehirler kurulmaktadır.[29]
İbn Haldun büyük şehir ve yapıların ancak
büyük ve güçlü devletler tarafından kurulacağı ve yapılacağı
düşüncesindedir.Eğer devlet toprakları geniş, güçlü ve büyükse çok sayıda inanı
bir araya getirip büyük yapıları meydana getirebilecektir.O yapıların meydana
getirilmesinde son derece akılcı düşünmektedir.Ona göre büyük yapılar iyi bir
mühendislik ve bunu gerçekleştirecek yeterli sayıda insanı ve malzemeyi
gerektirmektedir.Bunun yanında insanlarının güçlerinin yetmediği işlerde teknik
aletler kullanılır.
Burada dikkati
çeken şey İbn Haldun’un akla verdiği önemdir.O daha öncekilerin uydurduğu büyük
yapılarla ilgili olan hikayelere aldırış etmemekte kendisinin öncekilerin yaşam
alanlarında yapığı gözlemlerle onlarla gününün insanı arasında herhangi bir
farkın bulunmadığını belirtmektedir.[30] O
yapıların nasıl yapıldığını çok iyi bilmektedir.Buna göre büyük yapıların
ortaya konması uzun bir zaman sürecini gerektirebilmektedir.Eğer yapı çok
büyükse bir devletin ömrü o yapıyı tamamlamaya yetmeyebilmekte ve yeni gelen
devlet isterse o yapıyı tamamlamaktadır.[31]
İbn Haldun
şehirlerin kurulması esnasında dikkat edilecek hususlar konusunda ayrıntı
düzeyine varıncaya değin geniş izahatlarda bulunmaktadır.Ona göre şehirlerin
oluşturulması onun kuruluş amacına uygun olmak zorundadır.Şehir asgari düzeyde
huzur, istikrar ve güvenli bir yaşamı garanti etmelidir.Şu halde yapılacak şey
kuruluş esnasında bu amaçlar doğrultusunda şehir için uygun yer ve zeminin
seçilmesi ve yine amaca uygun düşecek şekilde inşa edilmesi gerekir.[32]
İbn Haldun’a
göre bir şehrin kuruluşunda öncelenmesi gereken temel husus güvenlik sorunudur.Şehrin
düşmanların ona ulaşmasının zor olduğu korunaklı bir konumda olmalıdır.Şehirler
yüksek ve sarp yada ancak bir köprü vasıtasıyla ulaşılacak olan etrafı
denizlerle veya nehirlerle çevrili olan yerlere
kurulmalıdır.Bunun da ötesinde kurulan şehrin etrafına bütün evleri içine
alacak şekilde sur inşa edilmelidir.[33]
İbn Haldun
deniz kenarında kurulacak olan şehirlerin orada yaşayan halkların
asabiyetlerinin zayıf olmasından dolayı kendilerini korumada yetersiz
kalacakları düşüncesiyle ya bir dağ üzerine ya da çok kalabalık bir şehre yakın
kurulması gerektiğini söyler.Kalabalık şehirlerin yakınına kurulmasındaki
hikmetse yardımlaşmadır. “Şehir bir düşman saldırısına maruz kaldığında, hemen
imdada yetişecek birileri bulunur.”[34]
“Şehir
merkezlerinde rahatlık ve konfora alışmış insanlar, artık savaşçı kimliklerini
kaybedip, başkalarının korumasına muhtaç hale gelirler.” [35]
Bundan dolayıdır ki sahil şehirlerinin kendilerine yardım edebilecek
asabiyetleri güçlü kabilelerin bulunduğu yerlere yakın kurulmaları onların
düşman saldırılarından uzak kalması ve caydırıcılık için elzemdir.[36]Dağların
tepesinde bulunan ya da asabiyesi yüksek kabilelere yakın kurulan şehirlere
düşmanın saldırması zordur.
Tüm bu
sayılanlar şehrin dışarıya karşı olan zafiyetini azaltacak düşmanın
saldırılarına engel olacaktır.Modern zaman öncesi zamanda kullanılan savaş araç
gereçleri göz önüne alındığında son derece tutarlı ve gerekli olan şeylerdir
bunlar.Güvenlik insanoğlunun bütün tarihi boyunca ciddiye aldığı önemsediği ve
tedbir aldığı bir konudur.
Diğer bir
husus şehrin kurulacağı yerin ikliminin orada yaşamaya olanak verecek bir
özellikte olması gerektiğidir.Özellikle sağlık açısından öncelenmesi gereken
bir şarttır bu.Havanın durağanlıktan uzak hareketli ve sürekli kendini
temizleyen bir özelliği olmalıdır ki onu
soluyan insanlar hastalık kapmasın.”Çünkü havası durgun ve pis olursa veya suyu
bozulmuş pis kokulu bir gölete yada bataklığa komşu olursa, bu kötü etkiler
sür'atle şehre sirayet eder ve şehirdeki bütün canlıların hastalanmasına yol
açar.”[37]Bugün
bile şehir planlamacılarının bunu göz önünde tutup şehrin planını hava
sirkülasyonunun en iyi şekilde olacağı şekilde yaptıkları görülür.Caddeler
rüzgarın geldiği yöne teğet yapılır.Bunun yanında bataklıklar için daima
önlemler alınır.Kimi zaman bataklığın kurutulması yada sıcak havalarda yapılan
ilaçlamalarla oralardan zararlı canlıların hastalık saçması engellenir. İbn Haldun
bu gerçeği havası kirli olan yerlerde hastalıkların yaygın olmasıyla açıklar.
Burada dikkat
çeken bir husussa şehirde yaşayanların çokluğu yada azlığının havanın
özelliğini belirlediği şeklindeki İbn Haldun düşüncesidir. Eğer bir şehrin
nüfusu kalabalıksa bundan mütevellit sirkülasyon olmakta, şehrin havası
güzelleşmektedir. Lakin şehir nüfusu azsa orada sirkülasyonun azlığından ötürü
hava kirli kalacak ve hastalıklar artacaktır. İbn Haldun bu düşüncesini Kabis (
Mağrib’te Afrika’nın Cerid bölgelerinden biri ) şehrinin başına gelenlerle
açıklar.Şehir halkının sağlıklı hastalıkların onlardan uzak olduğu zamanlar
umarının bol olduğu dolayısıyla sirkülasyonun olduğu zamanlardır.Ve fakat ne
zamanki umran azalır Kabis şehrinde nüfus azalır o zaman hastalıklar görülmeye
başlanır.[38]Bu açıklama on göre anlatıla
gelen diğer hikayeden daha tutarlı gibi
durmaktadır.Ancak şunu belirtmekte fayda var döneminin bilimsel hazır
bulmuşluğu ya bur gerçeği açıklamaya yetmiyordu yada İbn Haldun’un varolan bu
açıklamadan haberi yoktu.
Güvenlik ve
sağlık gibi şehrin yeriyle ilgili güvenlik ve sağlık ihtiyacından başka önemli
bir husus da şehirlinin yaşamsal ihtiyaçlarıdır.Bunların başında su gelir. “Şehrin
bir nehir kenarında veya tatlı ve bol suyu olan kaynaklara yakın bir yerde
kurulması gerekir.Suyun bir beldeye yakın olması, o belde halkının zaruri bir
gereksinim olan su ihtiyaçlarını karşılarını kolaylaştırır ve onlara
sağlayacağı fayda çok büyük ve genel olur.”[39]Su
şehrin var olması ve onu devam ettirmesi için şehir halkının en temel
gereksinimidir.
Şehirlinin
önemli bir gereksinimi de kendisi için beslediği hayvanlarının otlak
ihtiyacıdır. “Her mesken sahibinin, yavrulatıp çoğaltmak veya ürünlerinden
yararlanmak ya da yük taşımak ve binit vasıtası olarak kullanmak için evcil
hayvanları vardır.Bu da otlakları zorunlu kılmaktadır.”[40]
Otlakların verimli ve yakın olması şehirli için vazgeçilmez bir gereksinimdir.
Şehirlinin
yiyecek ihtiyacını karşılaması için gerekli olan ürünlerin yetişmesini sağlayan
arazilerin varolması da önemli bir şarttır.Ziraat alanlarının şehre yakın ve
verimli olması şehirli için bir kolaylık ve refah anlamına gelmektedir.Diğer
bir gereksinimse hem evlerin yapımında hem de günlük kullanımda gerekli olan
tahta ve odundur.Bunun için şehrin ormanı olan bir bölgede kurulması daha uygun
olacaktır.
İbn Haldun
şehir için gerekli olan gereksinimlerden birinin de ulaşım olduğunun
farkındadır.Bu gereksinim diğerlerinden çok daha önemli olmasa da mümkünse
şehrin deniz sahiline kurulması uygun olacaktır.[41]
Nihayetinde
tüm bu sayılan şartların önemi ve öncelik sırası şehir halkının ihtiyaç ve
gereksinim düzeyleridir.[42]Şehir
halkının geçimi daha çok tarıma dayanıyor ve şehirli çiftçilik yaparak
geçinmeyi yeğliyorsa onlar için birinci öncelik tarım alanlarıdır.Ev yapımı
için taşların kullanıldığı bir yerde ormanların önemi daha bir azalacaktır.
Yazara
göre İslamiyet’in ilk dönemlerinde şehir kuran Araplar şehir için gerekli olan
ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak en uygun ve elverişli yerin farkına
varamamışlardır.Onlar sadece ilk planda kendileri için gerekli olan
ihtiyaçlarını giderebilecekleri yerleri seçmişlerdir.O dönemde Araplar sadece
develeri için gerekli olan otlak ve ağaçlıkların ve tuzlu suların bulunmasına dikkat
etmişlerdir. Öyle ki onlar başkalarının ihtiyacı olan ve çitçilik için gerekli
olan tarım alanlarının varlığına dikkat etmemişlerdir. Bu şehirlere örnekse
Kayrevan, Kufe ve Basra’dır. “Bu gibi şehirler, tabii durumlar dikkate
alınmadan kurulduğu için, harap olup yok olmaya en yakın adaylardır.”[43]
Tüm
bunlardan anlaşılan şu ki bir şehrin kuruluşu sıradan bir olay değildir.Şehrin
kullanışlı ve uzun ömürlü olması yerinin
dikkat ve özenle seçilmesine bağlıdır.Rasgele yapılanan şehirlerinin kuruluş
amaçları sona erdiğinde yaşamaları pek olası değildir.
Şehirlerdeki
binaların çokluğu ve bu binaların sahip olduğu gelişmişlik şehrin bağlı olduğu
devlet ve medeniyetin özelliği ve ömrüyle doğrudan ilintilidir.Bir devletin
uzun sürmesi onun halkının meslekler konusunda kendini geliştirmesi ve bina
yapımı için gerekli bilgi ve becerileri kazanmalarını getirmektedir.Aynı şekilde
medeniyetin sahip olduğu dünya görüşü de şehirlerin yapılanmasını
etkilemektedir.Öyle ki Müslümanların ilk dönemlerinde İslam dininin büyük ve
yüksek yapılara izin vermemesinden dolayı İslam şehirlerinde yüksek yapıların
olmadığı görülmektedir.Öyle ki İslam toplumu kendi değerlerinden uzaklaştığında
ve yapılarını da yükseltmeye başladıklarında geç kalmışlardı.Çünkü
devletlerinin sonu yaklaşmıştı.[44]
İbn Haldun bir şehirdeki binaların sağlam ve uzun ömürlü olmasını onları
yapanların ustalıklarında ve yapıldıkları şehirlerin kurulmak için seçildikleri
coğrafi şartlara bağlar.Öyle ki bir şehir her konuda halkın ihtiyacını
karşılayacak bir alana kurulur ve o şehri kuranlar da inşaat işinde becerili ve
uzman olurlarsa şehirler ve binalar uzun ömürlü olur.Özellikle Müslüman
Arapların kurdukları şehirlerin ve yaptıkları binaların ömrünün kısa olması
onların şehirlerini kurarken yer seçimlerinin yanlışlığı ve inşaat işinden
anlamamalarıdır.[45]Onlar şehirlerini kurarken
sadece develerini en iyi şekilde otlatacakları bölgeleri seçmişlerdir.Ne
kullanacak suya dikkat etmişler ne de havanın güzelliğine.Yine hububatlarını
diğer memleketlerden temin ettikleri için tarım alanlarını da dikkate
almamışlardır. İbn Haldun bu şehirlere Kufe, Basra ve Kayrevan’ı örnek verir onların
kuruluş amaçlarını tamamladıklarında yok olacaklarını söyler.Yani o şehirleri
kurduran asabiye yok olduğunda haliyle o şehirler de yok olacaktır.[46]
Şehirlerin
ve özellikle yapıların ömrü onları var eden umranın durumuyla doğrudan
orantıdır.Bir memleketteki nüfusun bol olması orada iş gücünün fazla olması
anlamına gelmekte ve bu iş gücü en güzel ve sağlam binaların yapımına katkı
sağlamaktadır.Ve lakin umran eksilmeye başlarsa dışardan malzeme taşımanın
olanaksızlaşmasının yanında eski binalarda oturacak nüfusun da olmaması
dolayısıyladır ki malzemeleri yeni binalar için kullanılır. Durum böyle devam
ederken malzemeler arada yok olmaya başlar.Bunu yanında yeni yapılan yapılarda
sağlamlık ve süslemeler de görülmez.Yapılar yavaş yavaş bedevilik özelliklerine
döner.Bu durum şehrin tamamıyla yok olmasına kadar gidebilir.[47]
İbn Haldun’un
gözlemlerinde bir yörede ya da şehirde yaşayan nüfusun çokluğu ve azlığı
gelişmişlik için oldukça önemlidir.Bir memleketin nüfusunun yoğunluğu aynı
zamanda o memleketin gelişmişlik durumunu da belirlemektedir.Durum sosyal
hayattaki ilişkilerin yapısını da
etkilemektedir.Öyle ki şehir ve kasabaların refah ve gelişmişlik yönünden üstün
olmaları aynı zamanda onların nüfus olarak da diğerlerinden üstün olmalarının
bir sonucu olmaktadır.[48] Bunu
belirleyen şehirlerdeki iktisadi hayatın tabi özelliğidir.Şehirlerde bir araya
gelen insan toplulukları zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya
geldiklerinde başlangıçtaki hedeflerinin de üstünde bir üretim meydana
getirmektedirler.Nüfusun kalabalıklığı oranında iş gücü artacak ve bir o
kadarda fazla üretim meydana gelecek ki bu İbn Haldun’a göre zenginliktir.
Mesleklerin
varlığı ve çeşitliliği ihtiyaca bağlı olan bir durumdur.Bazı memleketler de iş
kolları sınırlı bazılarında ise oldukça fazla ve çeşitlidir.Bunun sebebi
mesleklerin az olduğu şehir ahalisinin ekonomik durumunun zayıf olması buna
karşın zengin ve lükse düşkün şehirlerde ise duyulan ihtiyaca binaen çok
çeşitli meslek kollarının türemesidir.”Terzilik, demircilik ve marangozluk gibi
yaşam için zorunlu olan meslekler her şehirde icra edilir. Zücaciyecilik,
kuyumculuk, mücevhercilik parfümcülük, aşçılık,bakırcılık, döşemecilik,
işlemecilik, meslekler ise, medeni hayatın lüks ve şatafatlı alışkanlıklarına
sahip gelişmiş ve büyük şehirlerde görülür.”[49]
Ayrıca hamamları örnek veren yazar bunların ancak sadece umranı kalabalık olan
dolayısıyla zengin olan şehirlerde bulunacağını ilave eder.[50]
“Gelir
ve giderler bütün şehirlerde birbirine denktir.Gelirler çoğaldığında giderlerde
çoğalır.Veya tersi olur.Gelirler ve giderler çoğalınca o şehir halkı rahata ve
bolluğa kavuşur, şehir de genişleyip büyür.”[51] “Bir şehrin umranı ( toplumu ) ile
başka bir şehirden ( zengin ve ileri ) olması, üstün olduğu şehre göre
kazancının, bolluğun ve buna bağlı olarak lüks harcamaların bolluğundan
kaynaklanır.Dolayısıyla umranı daha çok ve kalabalık olan bir şehirdeki belirli
bir kesim, nüfusu kendisinden daha düşük başka bir şehirdeki aynı kesimden daha
zengin ve müreffeh olur.Örneğin umranı daha geniş olan şehrin kadısı, diğer
şehirlerin kadısından, taciri tacirlerinden, sanayicisi sanayicilerinden,
esnafı esnaflarından, emiri emirlerinden ve polisi polislerinden daha zengin ve
müreffeh olur.”[52]Bu alıntılar zenginliğin
ve bolluğun tek açıklamasının İbn Haldun tarafında memleketin nüfusunun
yoğunluğuna bağlandığını göstermektedir.Maksadımız burada İbn Haldun eleştirisi
yapmak olmasa da onun bu konuda tek düze bir yaklaşım sergilediğini belirtmek
zorundayız.Mısır ve kahire halkının diğer halklardan daha zengin olmasını
açıklarken umranın yoğunluğundaki farka başvurmakla yetinmesi yeterince
açıklayıcı olmamaktadır kanımca.Bir yerin nüfusunun kalabalık olması başlı
başına bir sonuçtur.Zenginliği ve refah düzeyini etkileyen bir çok neden
vardır.Bu bugün böyle olduğu gibi öncesinde de farklı değildi.Mısır bilindiği
gibi Nil deltasının bereketli toprakları dolayısıyla tarih boyunca zenginlik
kaynağı olmuştur.Burada bizzat memlekette yaşayanlardan daha çok memleketin
kendisinin zenginlik kaynağı olduğunu görürüz.Ancak yazar Mısır halkının zengin
olmasını sadece orada yaşayanların çokluğuna ve buna bağlı oluşan aktif iş
gücünün sağladığı fazla üretime bağlamaktadır.[53]
İbn Haldun
şehirlerde fiyatların oluşması konusuna ayrıca bir başlık açarak bunu yine
umranın büyüklüğü ve küçüklüğü yönünden incelemeye yönelmiş olsa da burada
diğer bazı faktörleri de göz önünde tutmuştur.Temel tüketim maddelerinin
başında gelen hububat büyük şerhlerde ucuzdur.Bunun başlıca sebebi şehir
halkının hububat depolama alışkanlığıdır.Her zaman için şehirlinin evinde
ihtiyacı olan hububat ürünü bulunur.Öyle ki depolanan ürün genellikle artış
gösterir ve bu şehirlinin ihtiyacını karşılar. “Onun için bazı seneler görülen
semavi afetler olmasa, genellikle fiyatlar ucuz olur.Hatta insanlar, bu gibi
afetlerin olacağı beklentisiyle, artan gıda maddelerini biriktirip saklama
yoluna gitmezlerse, -umranın çokluğundan dolayı- çok olan bu maddeler
karşılıksız ve ücretsiz olarak da dağıtılır.”[54]
“Nüfusu
az olan küçük şehirlere gelince,, buralarda işgücü az olduğu için (üretim ve )
gıda maddeleri de azdır. Hatta insanlar şehirlerinin küçüklüğünden dolayı gıda
maddelerinin tükenip yok olacağından korkarlar.Bu yüzden de ellerinde olanlara
sıkıca sarılırlar ve onları depolayıp biriktirirler. Böylece piyasada çok az olan
bu ürünlerin fiyatı yükselir”[55]
Görüldüğü üzere büyük şehirlerin aksine küçük olanlarda ürünlerin depolanması
fiyatları yükseltmektedir. Buna karşılık bu bölgelerde tamamlayıcı denilen
ikincil ürünlerin fiyatı halkın onlara olan rağbetsizliğinden ötürü oldukça
düşüktür.
Umranı
kalabalık olan şehirlerde, maharet ve ustalık isteyen ürünlerde işgücü oldukça
pahalıdır.Yazara göre bunun başlıca üç nedeni vardır.Birinci etken umranın
kalabalık olması bizzat lüks yerlere olan ihtiyacı artırmaktadır.Şehirlerde
varolan bolluktan ötürü geçim oldukça kolay olduğu için bunun farkında olan
ustalar yaptıkları işi çok büyük görüp kendilerini ağırdan satarlar.Üçüncü
olarak da yazar lüks içinde yaşayan
kimselerin çok olmasının ustalara olan talebi artırdığını gösterir.
Yine
şehirlerde özellikle ikincil diyebileceğimiz tarım ürünleri olan meyve ve sebze
de badiyelere göre oldukça pahalıdır.Bunun sebebiyse yapılan tarımın
niteliğinden kaynaklanır.Şehirlerde yapılan tarımda gübreleme ve sulama gibi
daha birçok farklı uygulamalar nedeniyle maliyet fiyatı artmaktadır.Üstüne bir
de vergi masrafları ürünün fiyatını yükseltmektedir.Buna karşın badiyelerde
daha basit yapılan tarım ve yüksek vergilerin olmaması fiyatların ucuz olmasını
getirmektedir.[56]
Şehirlerdeki
gayrimenkul ve arazi fiyatlarının özellikle bir devletin yıkılış dönemleriyle
yenisinin kuruluş aşamasında ucuz
olduğunu ve bu dönemlerde alınan gayrimenkulun alana fayda sağladığı
düşüncesindedir yazar.Buna karşılık yeni devletin serpilip güçlenmesi sonucu
şehrin kavuştuğu canlılık bu mallara olan ihtiyacı artırırı.Bunun sonucunda bu
mallar sahibinin asla çalışarak
kazanamayacağı büyük meblağlara ulaşır.Her ne kadar bu malların kendi değerleri
çok yüksek olsa da onlardan elde edilecek değer sahibinin lüks ihtiyaçlarını karşılayacak
düzeyde değildir.Genellikle bu mallara sahip olmak isteyen kimseler kendi
çocuklarının geleceklerini garanti altına almak kendileri ölse bile bu malların
gelirleriyle çocuklarının belli bir geçim düzeyine ulaşacakları
düşüncesindedirler.[57]
Şehirde
hayatında servet sahibi olmanın yanında onu korumanın devletle yanaşık bir
düzende olmakla mümkün olduğu düşüncesiyle yazar, bu kimselerin hükümdar
yakınlarına veya makam ve mevki sahibi olan dostlarının korumasına
muhtaçtırlar.Aksi halde servetinin büyüklüğü tüm gözleri onun üzerinde
toplayacak ve korunmasız kaldığındaysa güçlüler başta devlet olmak üzere malına
el koyacaktır.[58]
Şehirlerin
kaderini belirleyen varolmalarını sağlayan ve yok olmalarına yok açan da yine
devlettir. Devlet İbn Haldun’da umran için zorunlu bir gerekliliktir. Umransız
bir devlet olamayacağı gibi yine onsuzda umran olamaz.[59] Bir
şehir özellikle hükümdarlığın merkezi ise onun kaderi üzerinde siyasal
yönetimlerin varlığının, gücünün ve ömrünün çok büyük etkisi
vardır. İbn Haldun’un bu konuda ileri sürdüğü değerlendirmeler oldukça açılayıcı
niteliktedir.Özellikle devletlerin yıkılmalarıyla merkez şehirlerin de harap
olacağına yönelik açıklamaları derin gözlem ve incelemeler gerektirmektedir.
Bir
devletin yıkılmasından sonra kurulan yenisi vergi alma konusunda mütereddit
davranır bu yoldan uzak durursa harcamalar az olacak lüks hayat düşüşe geçecek
ve dolayısıyla medeni hayatı yok olacak şehir harap olmuş olacaktır.[60]Bu
aslında komple bir yok oluş değil eskisinin gidip yenisinin kurulmaya başlama
aşamasıdır da aynı zamanda. Ona göre şehrin harap olması medeni hayatın
gerileyip lüks hayatın kaybolmasıdır.[61]
Yeni
kurulan devletin kendini var edebilmek ve eskisinden ayrıt edebilmek için
şehirdeki bütün alışkanlıkları değiştirmek ister.Daha önceki döneme ait ne
varsa inkar edilir.Ondan kalan ne varsa çirkin ve kötüdür yenisine göre.Bu
eskinin var ettiği medeniliğin yok olması, harap olması anlamına gelse de yeni
bir medeniliğin doğmasını da zaman içinde sağlamaktadır.[62]
Özellikle
merkez şehrin harap olmasına etki eden en önemli neden toprakları genişleyen
devletin yeni oluşan duruma göre merkezini değiştirmesidir.Devletin merkezinin
değişmesiyle devlete ait olan memurların ve ondan geçinenlerin de yer
değiştirmesi geride bırakılan şehrin umranını azaltacak ve zamanla harap
olmasına sebep olacaktır.[63]
Bir
devletin yıkılıp yerine yenisinin gelmesiyle şehir ahalisinin ileri gelenleri
dahası eski devlete bağlı olanlar o şehirden uzaklaştırılır.Yeni kurulan devlet
eskisine ait ne varsa silmek istemektedir. “Bu yüzden eski devlet mensuplarını
ve taraftarlarını devletin merkezinden çıkarıp, çok sağlam bir şekilde elinde
bulundurduğu başka bir yere nakleder.”[64]Buna
mukabil her kesimden şehrin ileri gelenlerinin şehirden uzaklaştırılması
umranın azalmasına ve şehrin harap olmasına sebep olmaktadır.
Şu
halde bir şehrin doğması gelişmesi varlığını sürdürmesi devlet sistemiyle
doğrudan ilişkilidir.Devlet gelişirse şehir gelişecek ve umranın gelişmesiyle
de devlet güçlenecektir.Onun yok olmasıyla şehrin alışkanlıklarıyla birlikte
yok olması ise onun devlete bağlı
kaderidir.
ŞEHİRLİ
İbn Haldun
şehirli konusunda detaylı bilgiler vermektedir.Daha doğrusu detaylı yorumlarda
bulunmaktadır.Yaptığı bu yorumlarda son derece keskin bir gözlemcidir.Şehirli
kimliğinin nasıl oluştuğu dahası onu oluşturan itici gücün ne olduğu konusuna
ayrıntılı açıklamalarda bulunur.Daha önce de anlatıldığı üzere İbn Haldun
sosyal yaşamı bir zorunluluk olarak görür.Bu zorunluluk yaşamsaldır.En
asgarisinden yaşamsal gereksinimlerini karşılamak için de olsa insanlar bir
arada birbirleriyle ilişkili bir şekilde yaşamak durumundadır.İnsanların
asgarisinden yaşamlarını sürdürmeleri için gereken ihtiyaçlarını karşılamak
üzere oluşturdukları belki de kendilerini içinde buldukları toplumsal yapı
zaman içerisinde ihtiyaçların çoğalması ve çeşitlenmesi ile daha karmaşık ve
girift hale gelir.Günlük yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamanın yanında bunlarda,
bir lezzet ve şekilsel güzellik ararlar.
Badiyelerde çok
dar imkanlarla yaşayan bedevi, imkanlarının elvermesi durumunda yaşam
standardını yükseltme peşine düşmekte, hayvan derisinden olan çadırını ve
göçebeliği bırakmakta kendisine bir ev yapmaktadır.Yemeklerine daha bir dikkat
etmekte ve çeşitlendirmektedir.Zamanla bolluğa erişen şehirli evini daha geniş
ve döşemelerini daha bir konforlu yapma işine koyulmaktadır.İnsan imkanı
ölçüsünde kendisine ihtiyaçlar üretmekte ve topluluk olarak bu ihtiyaçları
karşılama konusunda ilişki içinde bulunmaktadırlar.İşte tüm bu olan biten yani
insanın badiyelerde başlayan serüveni onu büyük medeniyetlerin kurulmasına
kadar götürmektedir.
Öncelikle
şehirlide var olan kişisel özellikler üzerinde duralım daha sonra bir toplum
olarak yani umran olarak insan konusuna döneceğiz.
Mukaddime’de
şehirli kişiliği istenilen ideal kişi tipi değildir.Bedevi idealleri daha bir
ön planda bulunmaktadır.Daha önce bahsi geçtiği üzere inanların yaşamsal
ortamları yani yaşadıkları çevre onların alışkanlıkları kendilerinin
kişiliklerini belirlemektedir.Mukaddime yazarının ciddi bir iddiasıdır
bu.Öyleyse şehirlinin kişilik yapısı da şehirde varolan fiziksel ve kültürel
imkanlar dahilinde belirginleşecek şahsiyet bulacaktır.Söz konusu şehir
olduğunda işin içine daha büyük bir sosyal olgu olan devlet girmektedir.Şehirlerde
kalabalıklar halinde yaşayan insanları bir arada tutan ve belli bir hedefte
gelişimlerini sağlama uğraşında olan devletin kişilere karşı tutunduğu tavır
onların ahlaklarının rengini de belirlemektedir.Şehirli oldukça girift
ilişkiler ağı içerisinde yaşayan doğallıktan uzak kendini belli bir süreç
içerisinde olgunlaştıran ve şekillendiren kişidir.
İbn Haldun
cesaret konusunda, kendilerini yöneten idarenin tutumu doğrultusunda,
şehirlinin tutum belirlediğini eğer yöneticiler yumuşak ve adil olurlarsa
insanlar daha cesur yani kişilikleri baskı altına alınıp fıtratları değişmemiş
ilk bedevi alışkanlıklarından kalan tutumları devam etmektedir.Lakin yönetici
gaddar ve zalim olursa tebasını sindirir ve onların cesaretten mahrum bir
toplum olmalarına neden olur.[65] Öyle
ki cesaret ve kendine güven gibi konularda bedevi şehirliden daima öndedir.Daha
cesur ve şahsiyetlidir.Medenileşen belli bir tedrisattan geçen kişi
şahsiyetini, cesaretini kaybetmektedir.Bilakis buna öğrenim esnasında mürebbilerin
ve öğretim görevlilerinin tutumları neden olmaktadır.[66] İbn Haldun
şehirlerdeki yönetim ve eğitimin insanın kişiliğini olumsuz yönde etkilediğine
istisna olarak Hz. Muhammed’in sahabesini gösterir.Her ne kadar onlar bir
yönetim altında ve eğitim faaliyetinin içinde bulunsalar da bu durum onların
kişiliklerinden bir şey götürmez bilakis onlara kişilik kazandırır.”Çünkü bu
durumda yaptırımcı güç zatidir.”[67]Yani
insanın doğasına uygundur.
“Din ( dini
yaşam ve dini bilgiler ) insanlar arasında gerileyip, şer’i ilimler talim ve
terbiye ile öğrenilen bir meslek haline gelince; yine insanlar yönetimlere
itaat edilip boyun edildiği şehir hayatına yönelince, bütün bunlar onlardaki
cesaret ve yiğitliği azalttılar.”[68]
İbn Haldun şehir hayatının insanı
değiştirdiğini dönüştürdüğünü verimli topraklara yerleşip bolluk içende ve lüks
bir hayat yaşamaya başlayan bedevinin zaman içerisinde kendisinde var olan
bedevilik ahlakının evcilleşen bir yabani hayvanınki gibi değişeceğini söyler.O
kadar ki aynı şekilde şerhli insan bedeviler arasında yaşamaya başlarsa onun
durumu da tersi yönde bir değişiklik gösterecektir.Şehirli her daim devlet
otoritesinin gözetimi altındadır.Onların birbirlerine düşmanlık ve
zulmetmelerine yöneticiler ve devlet engel olmaktadır.Daha da ötesi kişiler devlet
otoritesinden çekindikleri için zulme yeltenemezler.Yine dışardan gelecek
düşmanlıklara karşı da şehirlinin yapacağı bir şey yoktur.Şehri çevreleyen
surlar ve devletin her an hazır bekleyen askeri onu koruyup kollamaktadır.[69]
Zulüm ve haksızlığın asgari düzeyde olduğu kişilerin kendilerini güvende
hissettikleri ortamlarda onların tabiatlarının yumuşak olması doğal
görülmektedir.
Zulüm,
nefislerin tabiatındandır.Eğer ( zulmetmeyen )
İffetli birini
görürsen bir sebepten dolayı zulmetmiyordur.[70]
Bedevi hayatın
aksine şehir yaşamında karmaşıklık ve yoğun uğraşlar vardır.Temel ihtiyaçlarını
karşılayan bir bedevi için yapılacak başka bir iş yokken şehirli bunun ötesinde
farklı uğraşlar içerisinde bulunmak durumundadır.Gelişmişlik seviyesine göre
sınırsız olan ihtiyaçlarını karşılamak için farklı mesleklere yönelmekte ve
yardımlaşmaktadırlar.Şehir hayatının vazgeçilmez öğesi mesleklerdir.İnsanlar
temel ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçtiklerinde onlar arasında farklı
sınıflar her alanda farklılaşan uzmanlık alanları oluşur. “Artık her sınıfın
kendi mesleğinde uzmanlaşması ve maharet sahibi olması ihtiyacı belirir.Meslek
ve sanatların çoğalmasıyla, meslek erbabı da çoğalır ve bu hal o neslin bir
özelliği haline gelir.”[71]
İlerleyen
zaman içerisinde umranı da kalabalık olan şehirlerde bu meslekler daha bir
gelişerek çoğalır.Lakin bunu sağlayan temel etken devletin varlığıdır.Tüm
bunlar devletin sağladığı imkanlar ve huzur ortamı sayesindedir.Kişilerin
meslek sahibi olmaları zenginleşmeleri devlet sayesinde ve devletle
giriştikleri karşılıklı ilişkiler yoluyla olmaktadır. “Devlet halktan topladığı
malları ( vergileri ) kendi adamlarına dağıtır.Böylece onların etkileri mal ve
zenginlikten çok makam ve nüfuz yönünden artar.Evet devletin topladığı vergiler
önce devlet adamlarına sonra da şehir halkından onlarla bağlantıya geçen -ve
sayıları çok olan- kimselere aktarılır.Bu yüzden söz konusu bu kişiler
zenginleşir; servetleri artar, lüks bir hayata ve bunun getirdiği
alışkanlıklara yönelirler ve bunun sonucunda da değişik meslek ve sanatlar
ortaya çıkar.İşte uygarlık ve medeni hayat budur.”[72]
Şehirlinin devletten nemalanması eğer o devletin merkezi olan bir şehirde
yaşıyorsa daha büyük ve belirleyici olmaktadır. “Bu yüzden merkeze uzak
yerlerdeki kentlerin umranı kalabalık bile olsa, bedevilik özelliklerinin ağır
bastığı ve her açıdan medeni yaşam tarzından uzak oldukları görülür.Ancak
devletin merkezinde bulunan şehirlerde durum farklıdır.Bunun tek sebebi,
hükümdarın onlara yakın olması, onları mal ve paraya boğmasıdır.Tıpkı bir suyun
etrafında yer alan arazi gibi.Suya yakın olan yerler yeşerir ve bu hal artık
suyun etkisinin kalmadığı arazinin uzak kısımlarında sona erer.”[73] İbn Haldun’a göre devlet ve şehirli, özellikle merkezi şehirlerde oturan,
arasındaki ilişki karşılıklı ve bağımlılık esasına dayanır.Devletin güçlü ve
zengin olması toplumunun güç ve zenginliğine; toplumunsa buna sahip olma ve
sürdürme konusundaki gücü devletinkine
bağlıdır. “Eğer hükümdar,
çevresindekilere bağışı bol verirse, insanlar arasında dağılan bu
paralar, sonra kendisine tekrar döner, ondan da tekrar insanlara döner.Evet mal
ve paralar, vergiler ve harçlar yoluyla insanların elinden çıkar bağışlar
yoluyla tekrar onlara döner.Halkın zenginliği ve serveti, devletin durumu
ölçüsünde olduğu gibi devletin sahip olacağı mal ve para durumu da halkın
çokluğu ve zenginliği ölçüsünde olur.”[74]
Devlet ve
şehirlinin birbiriyle giriştikleri karşılıklı alışveriş onların birbirlerini en
yüksek düzeye getirmelerine ve nihayetinde bu yükselişin sonunda iki tarafta da
zaafların oluşmasına sebep olduğu görülmektedir.Öyle ki bizzat devletin
besleyip gürbüzleştirdiği, büyüttüğü şehirli kendi doğasının gereği çöküntüye
uğramaktadır.Bu hem iktisadi açıdan böyle hem de kişisel ahlak yönünden
böyledir.Aşırı büyüyen devletin, büyüklüğüne oranla artan ihtiyaçlarını
karşılamak için halkına ağır vergilerle yüklenmesi ve bunun sonucunda esnafın
bu vergileri karşılamak için mal ve hizmetlere zam yapması hayatı çekilmez bir
noktaya getirmektedir.Devletin oldukça büyüdüğü son dönemlerinde medeniliğin
ulaştığı en yüksek seviyesinden sonra onun ulaşacağı başka bir hedefi
kalmamaktadır.[75]
Şehirlerde
medeni seviyeleri en yüksek seviyeye çıkan kişiler kendi masraflarını
karşılayamayacak düzeye gelmektedirler. “Medeni hayatın lüks ve yaşam tarzı
kendilerini esir aldığı için, bu durumdan kurtulmaları da mümkün olmaz.Bu
yüzden kazançlarının tamamı masraflara gider ve sonuçta fakirleşip yoksulluk
içine düşerler.”[76] Tüm bunlardan sonra
şehirdeki piyasaların durumu şehirliyle doğru orantıda bozulur ve şehrin harap
olması kaçınılmaz hale gelir.
Artan
masraflarını karşılamanın telaşına düşen şehirli bunun için her türlü yola
başvuracak kötülüğün bin bir türlüsünü işlemekten kendini alamayacaktır.Her
türlü hilenin döndüğü, şehvet peşinde koşmalar ve bunların ardının arkasının
gelmemesi şehirlinin helak olmasına sebep olacaktır.Artık ihtiyaçları
karşılamak için doğruluk ve dürüstlük yürürlükten kalkmıştır.İnsanlar
ihtiyaçlarını farklı yollardan karşılar olmuşlardır.[77]
Şehirli insanın içine düştüğü bu yol onun için yapmayacağı kötülüğü bırakmaz
bir hale gelmesine sebep olacaktır.Ahlaki olmayan ne varsa artık onunla beraber
anılır olacaktır.
“Medeniliğin
kötü ve bozucu taraflarından biri de – lüks ve konfordan dolayı- hiçbir ölçü ve
sınır tanımayacak şekilde arzu ve şehvetlere aşırı düşkünlüktür.Bu önce mideye
düşkünlük, yani en güzel ve leziz yemekleri ve içecekleri yiyip içmek şeklinde
başlar.Sonra buna zina ve eşcinsellik de
dahil olmak üzere cinsi arzuların peşine düşüp onları tatmin etmek eklenir.”[78]
Durumun bundan ibaret olduğu bir şehirde nesebin birbirine karışmasının
ötesinde neslin tamamıyla yok olmaya yüz tuttuğu da şahit olunulacak bir
gerçektir artık.
İbn Haldun
medenilikle elde edilen ahlakın, bozulmanın bizzat kendisi olduğu
düşüncesindedir.Medeni insan kendi ihtiyaçlarını göremeyen lüks ve rahat
yaşamın kendisine sağladığı ahlakla bunları yapmaktan uzak olan kişidir.Yine
medeni insanın kendisine zararlı olacak ve dahası ahlakını bunlardan kurtulma
istikametinde tutmaya çalışmaktan da münezzehtir. “Çünkü medeni insan bir
taraftan, bir taraftan lüks ve konfor içinde, diğer taraftan da eğitim ve
öğretimin disiplin ve baskıya dayalı terbiyesi altında yetiştiğinden sert ve
haşin kişiliğini kaybetmiş ve başkalarının korumasına muhtaç birisi haline
gelmiştir.”[79]
Medeni
insanlar pek azı hariç lüks hayatın esiri olarak dini hayattan
uzaklaşmıştır. İbn Haldun’a göre zararı kendinden uzaklaştırma ve kendisi için iyi olanın uğraşında olmayan
kişi insan bile değildir.İbn Haldun düşüncesinde şehirli tamamıyla insanlığını
kaybetmiş harap oluş insandır desek mübalağa etmiş olmayız.[80] Öyle
ki savaşçı askerler içerisinde en yiğit ve haşin olanlar bedeviliğe yakın
olanlardır.Ve bu kişiler medeni ahlakla yetişenlerden daha faydalıdırlar.
Medenilik (
Şehirlilik ) bir umran ve devlet için ilerlemenin durduğu aşamadır.Medeniliğin
yükseldiği yeden sonra gidilecek yer yok oluştur.
[1] Muhammed Abid el-Cabiri,Felsefi Mirasımız ve
Biz,çev. Said Yakut, İstanbul 2003, s.332
[2] İbn Haldun, Mukaddime,
çev. Halil Kendir, Ankara 2004, cilt I, s.70
[3] İbn Haldun, Mukaddime,
I, 70,71
[4] İbn Haldun, Mukaddime, I,
72
[7] Muhammed Abid
el-Cabiri,s.294
[8] İbn Haldun, Mukaddime, I,
79
[9] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s. 158
[10]İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s. 159
[11] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.161
[12] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.163
[13] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.164
[14] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.166
[15] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.166
[16] İbn Haldun, Mukaddime,cilt
I, s.210
[17] Mukaddime,cilt II, 497
[18] Mukaddime, I, 210
[19] Mukaddime, I, 171
[20] Mukaddime, I, 171
[21] Mukaddime, I, 171
[22] Mukaddime, I, 161
[23] Mukaddime, II, 463
[24] Mukaddime, II, 463
[25] Mukaddime, II, 463
[26] Mukaddime, II, 464
[27] Mukaddime, II, 465
[28] Mukaddime, II, 465
[29] Mukaddime, II, 465
[30] Mukaddime, II, 467
[31] Mukaddime, II, 469
[32] Mukaddime, II, 471
[33] Mukaddime, II, 471
[34] Mukaddime, II, 473
[35] Mukaddime, II, 473
[36] Mukaddime, II, 473
[37] Mukaddime, II, 473
[38] Mukaddime, II, 472
[39] Mukaddime, II, 472
[40] Mukaddime, II, 472
[41] Mukaddime, II, 472
[42] Mukaddime, II, 472
[43] Mukaddime, II, 472
[44] Mukaddime, II, 486
[45] Mukaddime, II, 488
[46] Mukaddime, II, 488
[47] Mukaddime, II, 490
[48] Mukaddime, II, 491
[49] Mukaddime, II, 514
[50] Mukaddime, II, 514
[51] Mukaddime, II, 493
[52] Mukaddime, II, 492
[53] Mukaddime, II, 493
[54] Mukaddime, II, 494
[55] Mukaddime, II, 495
[56] Mukaddime, II, 495
[57] Mukaddime, II, 501
[58] Mukaddime, II, 502
[59] Mukaddime, II, 513
[60] Mukaddime, II, 511
[61] Mukaddime, II, 511
[62] Mukaddime, II, 511
[63] Mukaddime, II, 512
[64] Mukaddime, II, 512
[65] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.167
[66] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.168
[67] İbn Haldun,
Mukaddime,cilt I, s.168
[68] Mukaddime, I,168
[69] Mukaddime, I,168
[70] Mukaddime, I,169
[71] Mukaddime, II,503
[72] Mukaddime, II,503
[73] Mukaddime, II,504
[74] Mukaddime, II,506
[75] Mukaddime, II,508
[76] Mukaddime, II,508
[77] Mukaddime, II,508
[78] Mukaddime, II,509
[79] Mukaddime, II,510
[80] Mukaddime, II,510
0 yorum:
Yorum Gönder