13 Haziran 2017 Salı

Muhammed Hamidullah'ın Perspektifinden İslam’da Devlet Yönetiminin Esasları Ve Bir Yönetim Biçimi Olarak “Hilafet Konseyi” Teklifi

                                               
 Emre Özgören[1]*
Özet
İslam’ın insanlığa tebliğ ve vaz’ ettiği tevhid ilkesi, tarihi süreç boyunca İslam’ın vücuda getirdiği medeniyetin siyasi, iktisadi, toplumsal ve diğer yönlerinde tezahür etmiştir.
İslam medeniyeti sahip olduğu alemşûmul vasfını karşılaştığı diğer medeniyetlerin birikimlerini toptan yok saymayıp bilakis özümseyerek tahakkuk ettirmiştir.

 Günümüzde İslam dünyasının; mezhepçilik, siyasi nüfuz vs. sebeplerle yüz yüze olduğu problemlerin temelinde Müslümanların İslam’ın söz konusu vasıflarından ve tevhid anlayışının belirlediği kaidelerden uzaklaşmış olmaları yatmaktadır. İslam dünyasının özellikle siyasi ve toplumsal konularda yüz yüze geldiği problemlerini aşmasında İslam medeniyetinin birikiminden istifade edilmesi gereklidir. Bunu gerçekleştirmek için İslam medeniyet birikimi ile irtibatın yeniden tesisi ve alemşûmul vasfın Müslümanlarca tatbik edilmesinin gerekliliği şüphesizdir.
Bu bağlamda İslam hukuku ve tarihi alanlarında geçtiğimiz yüzyılın en mühim ilim adamlarından olan Muhammed Hamidullah’ın bu konu hakkında tespit ve değerlendirmeleri olmuştur. O, İslam’ın tüm millet ve medeniyetleri kuşatıcı yönüne vurgu yapmış, günümüz problemlerinin aşılmasında takip edilecek yol olarak bu hususun altını çizmiştir. Tarihi süreçte İslam toplumlarının en sık yüz yüze geldiği meselelerin başında siyasi konular gelmektedir; zira İslam toplumlarının her yönüyle birliklerini muhafaza edebilmek için çaba sarf ettikleri ve sonuçları itibariyle etkilendikleri konular devlet yönetimi ve sistemlerinin işleyişi olmuştur.
Bu çalışmada Hamidullah’ın İslam’ın özelde yönetim esasları ile ilgili insanlığa sunduğu hususların neler olduğu sorularına dair verdiği cevaplar ve bu bağlamda sistem yerine niteliği önceleyen tespitleri ortaya konulmaya çalışılacaktır. Ayrıca Hamidullah’ın, günümüz İslam dünyasının birlik ve bütünlüğüne katkı sağlama hedefini taşıyan teklifleri ve bu bağlamda onun tekliflerinin en somut hali olan “Hilafet Konseyi” önerisi açıklanmaya çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: İslam, Muhammed Hamidullah, İslam Tarihi, Yönetim Sistemleri, Hilafet Konseyi
GİRİŞ
İslam’da yönetim ilkeleri konusunda şu ana kadar hayli çalışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında İbn Haldun, el- Maverdi, Mevdudi, Seyyid Kutub, Abdulvahhab el-Efendi gibi birçok ismi zikretmek mümkündür. Bu konuda dikkate layık ve üzerinde durulmaya değer görüşlere sahip olan ilim ve fikir adamlarından biri de 20. asrın en önemli İslam âlimlerinden, hukukçu ve tarihçi Muhammed Hamidullah’tır. Hamidullah, İslam tarihi, İslam’ın hukuk ilmine katkıları bağlamındaki çalışmaları ile alanında önemli bir boşluğu doldurmuş, ilmi çevrelerce kabul gören çalışmalara imza atmıştır.
Hamidullah’ın Takip Ettiği Yöntem ve Başvurduğu Kaynaklar
Hamidullah, İslam’a göre devletin şekil ve nitelikleri ile ilgili tespitlerini ortaya koymak için ilk olarak Kur’an’daki malzemeye müracaat etmektedir. Sonrasında Hz. Peygamberin (as) ve Hulefa-yı Raşidin’in uygulamaları çerçevesinde o günün yönetim anlayışını günümüzün modern devlet anlayışı ile mukayese ederek, benzer ve farklı yönleriyle birlikte vermeye çalışmaktadır. Hamidullah, Müslümanların Allah Resulü vefat ettiğinde kurulmuş bir devlete, her ne kadar tedvin edilmemiş olsa da tabi olacakları bir kanuna ve bunların yanında insanlığın muhtaç olduğu birçok şeye sahip olduklarını ifade etmektedir. Mamafih o, Hz. Peygamberin (as),  kendisinden sonra yerine geçecek kimsenin, verasetle mi, umumi seçimle mi, yoksa Müslümanların ihtiyarı ile mi belirleneceğini açık olarak bildirmediğini kaydetmektedir. Hamidullah’a göre Hz. Peygamberin (as) bu konudaki sükûtu, bütün hükümet şekillerinin caiz olduğunu belirtmek içindir[2]. Bu durumdan rejimin tayin ve tespitinin, toplumun tercihine kasten ve isteyerek bırakılmış olduğu sonucu çıkarılabilir. Haddizatında idare sisteminin belirlenmesinde toplumun ihtiyaç ve taleplerinin dikkate alınarak hareket edilmesi esastır. Bu anlamda monarşi, demokrasi vb. yönetim şekilleri için bir sınırlama söz konusu değildir. Hamidullah’a göre aksi halde Müslümanların, siyasi-sosyal şartlar ve durumlar, rejim değiştirmeyi gerektirdiğinde bu sert ve kesin hükme uyma hususunda sıkıntıya düşme ihtimalleri söz konusu olabilir. Allah Resulü, ümmetinin, zaman ve mekâna göre kendisi için en uygun olan hükümet şeklini seçmesini tercih etmiştir. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere yönetim mevzuunda İslam dininin muhkem diye ifade ettiğimiz ilkeleri/esasları gerçekte şekil üzerinden değil, esaslar üzerinden anlaşılmalıdır. Diğer bir ifadeyle İslam, yönetimin mahiyetini hangi ilkeler üzerinden yapılabileceğini belirtir. Yönetimin esasını söyler, şeklini belirlemez. Bu mahiyet itibariyle İslam, toplumsal ilişkilerin yeniden yorumlanmasını Müslümanlara bırakmıştır. Bu da içtihatlar ile gerçekleşmektedir. Elbette içtihatlarda hatalar olabilmektedir.
Bu ilkeler mucibince Hamidullah’a göre Kur’an-ı Kerim ve sünnet, Müslümanlara ve Müslümanlarla ilgili işlere tatbik edildikten sonra hükümet şekillerinin saltanat, cumhuriyet, oligarşi veyahut daha başka bir hükümet şekli olmasında bir sakınca yoktur. Önemli olan yönetime dair ilahi hukuku tatbik eden ve aynı zamanda devlet yönetiminde kabiliyetli bir kimsenin idareci olmasıdır. Belirli bir yönetim sistemi getirmeyen, ama yöneten kim olursa olsun, ısrarla adaleti ve liyakati vurgulayan İslam bütün bunlara izin vermiştir. Kısacası Hamidullah’a göre Müslümanlar herhangi bir idare modeli seçebilir, teklif edebilir veya benimseyebilir. Ama hiçbir sistem ebediyete kadar devam etmez. Bu pekâlâ bir çağda kabul gören bir görüşün başka bir çağda reddedilebilir, değiştirilebilir olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
İSLAM’IN YÖNETİM ANLAYIŞI
Hz. Peygamberin ahirete irtihalinden sonra siyasi konumunun temsili ve devamı hilafet müessesesi ile mümkün olmuştur. Hulefa-yı Raşidin dönemi yönetim sistemi kendine mahsus özellikleri haizdir ve monarşi, oligarşi ve demokrasi rejimlerinin hiçbirine tam anlamıyla uymamaktadır[3]. Hamidullah’a göre İslam devletinin yönetiminde şekil değil nitelik ve işleyiş esastır. Diğer taraftan idare sisteminin belirlenmesinde toplumun ihtiyaç ve taleplerinin dikkate alınarak hareket edilmesi de önemlidir. Bu anlamda monarşi, demokrasi vb. yönetim şekilleri için bir sınırlama söz konusu değildir. Yönetim sisteminden önce yöneticilerin nitelikleri belirleyicidir. Bu bağlamda vurgulanması gereken husus hangi yönetim sisteminin uygulandığı değil yöneticilerin donanımı ve niteliğidir. Hamidullah’ın İslam’ın yönetim anlayış ve esaslarına yönelik tespitlerinde özellikle ortaya koyduğu belli başlı ilkeleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Liyakat, 2. Adalet, 3. Toplumsal Kabul ve Mutabakat, 4. Yöneticinin Meşruiyet Durumu, 5. Selef-i Salihin’e Riayet.


1.             Liyakat
İslam’ın yönetim anlayış ve esaslarının başında liyakat gelmektedir. Ona göre idarede esas olan liyakattir, liyakat mevcut ise yönetme erki babadan oğula da tevarüs edebilir, bununla ilgili sınırlayıcı bir hüküm yoktur[4].
Açıkça görünen o ki, İslam, her şeyden önce yöneticinin liyakatli olmasını ve yöneticilik vasıflarına sahip olmasını göz önünde tutar. Bu bağlamda yönetici yönetmeye talip olduğu toplumun ihtiyaçlarını, beklentilerini karşılayabilecek seviyede ve yönetici olmanın gerektirdiği vasıflara sahip olmalıdır[5]. Hamidullah, bu vasıfları en temelde ilim sahibi olmak, adil olmak, zeki ve basiretli olmak şeklinde sıralamaktadır[6]. Diğer taraftan devleti yönetenlerin adalet, zekâ, ilim, basiret ve irade ile hareket etmelerinin, toplumun menfaatini gözetmelerinin İslam’da öncelenmiş olduğunu dile getirmektedir.
Dahası Hamidullah’a göre yönetici her yönü ile yöneticiliğin gerektirdiği (idari, askeri, siyasi)  liyakat vasıflarını haiz olmalı ve bunları toplumun huzurunu temin etmede ve refahını artırmada kullanmalıdır.
Anlaşılacağı üzere devlet yönetiminde sistem değil sistemi yürütenlerin liyakati ve takvalı olmalarının belirleyici bir rol oynadığını ifade eden Hamidullah, yönetim şeklinin ne olursa olsun esasında yöneticinin Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmesi ve idaresini bu şekilde yürütmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Böyle olduğu sürece sistemin önemi yoktur, yönetim biçimi devrin şartları ve toplumun ihtiyaçlarına bağlı olarak değiştirilebilir. Nitekim İslam tarihi boyunca yöneticinin hem siyasi hem manevi bakımdan nüfuz sahibi olma durumu Abbasilerin son dönemlerinden itibaren ortadan kalkacak halifenin yanı sıra siyasi otoriteyi temsil eden bir de sultanın ortaya çıkışı ile bunun mümkün olduğunu örnekler ile izah edecektir. Burada gözetilmesi gereken temel husus halifenin de sultanın da her türlü uygulamada Allah’ın kanunlarını tatbik etmesidir[7].
2.             Adalet
İslam, adaleti mülkün yani devletin temeli olarak görmüştür. İslam dünyanın ve toplumun düzeninin sağlanması hususunu her koşulda elzem görmüş ve ilahi emirlerin tatbik edilerek dünyada adalet üzere bir nizamın tesis edilmesinden her Müslüman’ı eşit derecede sorumlu kılmıştır.
Tarih boyunca idarecilerin yönetimlerinin başarı ve sıhhati, adaleti ne derece tesis edebildikleri ile ilgili olmuştur. İdareci toplumda, bireyler arasında ve devletler arasında cereyan eden her türlü münasebette adaleti tesis etmekle mükelleftir ayrıca o, devletin tüm müesseseleri ve görevlilerinin adaletten taviz vermeksizin vazifelerini icra etmelerini takip etmekle yükümlü tutulmuştur. İslam yönetim anlayışına göre devlet her koşulda, Müslim gayrimüslim v.b. ayrımı gözetmeksizin herkesin hakkını teslim etmekten sorumludur. Hamidullah da devlet yönetiminde idareyi sürdürebilmenin ilk şartının adaleti tesis etmek olduğunu vurgulamaktadır. Yine o, Hz. Peygamber dönemi uygulamaları vasıtası ile İslam’ın yönetim anlayışında adaletin önemini örneklendirmiştir[8].
3.     Toplumsal Kabul ve Mutabakat
Hamidullah, yöneticinin başa gelmesinde toplumsal uzlaşının temin edilmesinin İslam’ın yönetim anlayışının esaslarından birisi olduğunu belirtmektedir. Toplumun tüm kesimi tarafından kabul görecek ve itaat edilecek bir idarecinin iş başına gelmesi İslam toplumunun ve devletinin huzur ve birliği için hayati önem taşımaktadır.
Hamidullah’a göre İslam toplumunda idarecinin genel kabule mazhar olmasını temin edecek hususlardan birisi, idarecinin o topluma mensubiyeti ve toplumun değerlerine aidiyetidir. Toplumdan kopuk, toplumuna yabancılaşmış ve herhangi bir aidiyet hissetmeyen bir kimse meşru bir yönetim ortaya koyamayacaktır. Bu sebeple yöneticinin yönettiği topluma mensubiyeti ve aidiyeti önem arz etmektedir.
Bütün bunlardan hareketle o, toplumsal uzlaşı sağlanarak toplumun farklı kesimlerince kabul gören idarecinin işbaşında olmasının ehemmiyetini Hulefa-yı Raşidin döneminde Hz. Osman’ın hilafet makamına geliş sürecini[9] örnek vererek dile getirmektedir. Buna göre yöneticinin iş başına getirilmesinde toplumun farklı kesimlerinin görüşleri dikkate alınmalı ve bir mutabakat sağlanmalıdır[10]. Kanaatimizce bu mutabakat mezkûr halifelerde biat olarak ancak günümüzde oy kullanma şeklinde gerçekleşebilir. Burada önemli olan mutabakatın şeklinden ziyade esasında yatmaktadır.
4.     Yöneticinin Meşruiyeti
Hamidullah, İslam toplumunda yöneticilerin meşruiyetinin icma (toplumsal mutabakat), itaat ve biat yoluyla gerçekleştiğini; bu anlamda yöneticilerin toplumun birliğini tesis ve temsil etmede çok önemli bir rol oynadığını dile getirmektedir. O, bu durumla ilgili tespitlerinde yönetici için sadece tayin edilmek veya seçilmiş olmanın yeterli olmadığını dile getirmekte ve meşruiyetin kaynağı olarak toplumun genel kabulü ve teveccühünü işaret etmektedir. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinde Kureyş kabilesine mensubiyeti dolayısıyla -zira Kureyş kabilesinin tüm Arap kabileleri üzerinde saygınlığı vardır- tüm Müslüman Arap kabileleri tarafından kabul görmesi etkenini misal vermektedir.[11]
5.     Selef-i Salihin’e Riayet
Hamidullah, İslam devletindeki yöneticilerin kendilerinden önceki devlet ve toplumların yani selefin tecrübelerinden istifade etmeyi önemsediklerini belirtmekte ve Halife Muaviye’nin eski devlet ve toplumlarla ilgili tarih kitaplarını tercüme ettirip bunlardan yararlanmasını bu duruma örnek vermektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere devlet yöneticileri seleflerinin ve önceki milletlerin birikimlerinden haberdar olmalı ve devlet yönetiminde bu birikimden istifade etmelidir.[12]
İSLAM’DA YÖNETİM ŞEKLİ ÖRNEKLERİ
Hz. Peygamber ashabın yalnızca devlet reisi değil aynı zamanda kumandanları, adil hâkimleri ve dini öğreticileri mesabesinde bulunmuştur. Bundan dolayı ruhani meselelerde olduğu gibi maddi meselelerde de hüküm Hz. Peygamber'de olmuştur. Hz. Peygamber'in ahirete irtihalinden sonra Müslümanlar bir taraftan devlet, kanun ve insanlığın muhtaç olduğu her şeyi hazır halde bulmuşlar, ancak diğer taraftan Hz. Peygamber’in yerine geçecek kimsenin verasetle mi, umumi bir seçimle mi, yoksa Müslümanların ihtiyarı ile mi geleceğini açık olarak bildirmemesi ile karşı karşıya kalmışladır. Aslına bakılırsa Hz. Peygamber’in sükûtu bütün hükumet şekillerinin caiz olmasını izhar etmek içindir[13].
Hamidullah, mezkûr sükûtun arka planında temel kaynaklar doğrultusunda birkaç hükümet şeklinin varlığından bahsetmektedir. Bunlar: Müşterek idare ve Monarşi ve Cumhuriyet Benzeri idare.
1.             Müşterek İdare: Aynı Anda İki Kişinin Yönetimi
Hamidullah, ikili idare anlayışının Kur’an’daki örneğine[14] ve peygamberin uygulamasına binaen mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Hz. Peygamberin (as), yeni Müslüman olan memleketlerdeki devlet (kabile) başkanının Müslümanlığı kabul etmesi durumunda İslam öncesi dönemde olduğu gibi İslami dönemde de eski görevinin başında kalmasına müsaade ettiğini söylemektedir. Hz. Peygamber (as) İslam devletinin yönetimi altına giren kabile başkanlarını mükâfatlandırmak, onların gönüllerini almak ve o bölgeyi en iyi bilen ve tanıyan kimseler oldukları için onların bilgi ve becerilerinden faydalanmak amacıyla görevlerine devam etmelerine izin vermiştir. Örneğin; Arabistan’ın güneydoğusunda bulunan Umman, Culanda’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’ın ikili idaresi altında yönetiliyordu. Peygamberimizin (as) daveti üzerine Ummanlılar İslam’ı kabul ettiler. Peygamberimizin (as) İslam’ı kabullenmeleri halinde eski görevlerine devam etme vaadine binaen bu iki kardeş, Umman devletinin başında tutuldu. Ancak onların yanına, Müslümanların işleriyle, öğretim vb. konularla ilgilenecek bir İslam temsilcisi olarak da Amr gönderilmiştir[15].
Hamidullah, bu örneğin İslam’da ikili yönetime izin verildiğinin bir göstergesi olduğunu söylemektedir[16]. Çünkü bu şekil Kur’an’da da mevcuttur. Hz. Harun (as) devlet idaresinde Hz. Musa’ya yardımcı olmuştur[17]. Hamidullah bununla ilgili Şah Veliyullah ed-Dihlevî’nin de “muayyen bir zamanda, tek bir şahısta idare başkanlığı için bu sahada gerekli vasıfları toplu bir halde bulamazsak idari vazifeler bölünebilmeli hatta bölünmelidir” dediğini aktararak idari vazifelerin yönetiminin bölünebileceğini düşünmektedir[18].
2.             Monarşik ve Cumhuriyetvari Yapı
Hulefa-yı Raşidin idaresinin bir monarşi mi yoksa cumhuriyet idaresi mi olduğu üzerinde bir takım değerlendirmelerde bulunan Hamidullah, öncelikle Kur’an’ın cumhuriyet veya krallık rejimine bakış açısını vermektedir[19]. Daha sonra Hulefa-yı Raşidin’in yönetim şeklini sorgulamaktadır. Açıkça görünen o ki, monarşi, siyasi otoritenin genellikle miras yolu ile bir kişinin üzerinde toplandığı devlet düzeni veya rejimi olarak tanımlanmaktadır. Cumhuriyet ise milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi olarak tarif edilmektedir.[20] Hamidullah’a göre Kur’an, monarşilere (krallıklar) atıfta bulunurken[21] cumhuriyet gibi diğer hükümet şekillerine hiçbir atıfta bulunmamaktadır. Yani Kur'an, krallığı reddetmemektedir. Mamafih Kur'an, iyi krallardan örnek vermekle birlikte kötü krallardan da bahsetmektedir[22]. Yine Hamidullah’a göre Kur’an’ın iyi krallardan örnek vermesi, onları örnek almamız için; kötü krallardan bahsetmesi ise, o tür bir yönetim anlayışından uzak durmamız gerektiği içindir[23].
Sıkça dile getirildiği gibi Hz. Peygamber (as) hayatta iken kendisinden sonra yerine kimin geçeceği ile ilgili olarak olumlu veya olumsuz hiçbir beyanda bulunmamıştır. Bu durum karşısında bazı insanlar devlet hâkimiyetinin bir miras olarak Peygamber ailesine geçmesini, dolayısıyla Hz. Peygamber (as) erkek evlat bırakmadığı için de amcasının oğlu Hz. Ali’nin onun yerine halife olması fikrini dile getirmişlerdir. Buna karşın Ensar ve başka bazı gruplar farklı fikirler öne sürmüşlerdir (dönüşümlü olarak halifelik, sıra ile halife olmak vb.). Hamidullah, bütün bunlara rağmen nihayetinde devlet yönetiminde tevarüsün gerçekleşmediğini ve bir nevi seçim usulü denilebilecek tarzda Hz. Ebu Bekir’in devlet başkanı seçildiğini belirtmektedir[24]. İşte burada sahabenin seçmeye karar verdikleri halifenin bir kral mı, bir cumhurbaşkanı mı veya başka bir şey mi olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır. Hamidullah’a göre, Hulefa-yı Raşidin’in hilafeti, krallık veya cumhuriyet yönetimi değildir[25]. Çünkü Krallık idaresinde ilk şart, verasetle intikal, ikincisi de krallığın hayat boyu devam etmesidir. Yine Hamidullah’a göre çok eskiden beri çeşitli memleketlerde cumhuriyet idaresi vardır. Cumhuriyet idaresinde iktidarın verasetle intikali söz konusu olmayıp belirli sürelerde seçim yapılmaktadır. Yani cumhurbaşkanı, krallığın aksine hayat boyunca seçilmez. Hamidullah, eğer cumhuriyetten kast olunanın, önceki cumhurbaşkanı ile hiçbir alakası olmayan birisini, belli bir müddet için seçmek ise Hulefa-yı Raşidin’in seçiminde bu iki usulün de uygulanmadığını ifade etmektedir[26].
Bütün bu tespitlerden sonra bir değerlendirme yapan Hamidullah, evvela dört halifenin belli bir devre için değil, hayatları sonuna kadar seçilmiş oldukları aşikâr hale getirmektedir. Hatta her zaman seçimin de olmadığını söyleyerek halifelerin cumhurbaşkanı da olmadıklarını meydana koymaktadır. Aynı zamanda onların bir monarşik yönetimin kralı da değillerdir. Çünkü verasetle intikal söz konusu değildir. Diğer taraftan bugünkü manada devleti idare eden bir grubun var olup olmadığını da soran Hamidullah, bu soruya da, idarenin bir tek halifenin elinde olmasını sebep göstererek olumsuz yanıt vermektedir[27].
Sonuç olarak, Hamidullah, Hulefa-yı Raşidin’in hilafetinin kendilerine mahsus bir idare şekli olup onların idaresinin, ne monarşi, ne cumhuriyet ve ne de bir grupla idare etme (oligarşi) şekli olduğuna, bilakis kendilerine özgü bir hükümet şekli olduğu kanaatine varmıştır[28]. Şu halde bu yönetimin, bir nevi cumhuriyet ile monarşi karışımı olduğu söylenebilir. Çünkü söz konusu yönetim bir yandan kayd-ı hayat şartıyla seçilmek gibi monarşiye ait bazı özellikleri taşırken, diğer yandan da seçimle iş başına getirme gibi cumhuriyet rejimine ait bazı özellikleri de taşımaktadır[29].
HAMİDULLAH’IN GÜNÜMÜZ İSLAM TOPLUMLARINA ÖNERİSİ: HALİFELİK MAKAMI VE HİLAFET KONSEYİ
İslam dini geldiği ilk zamandan beri İslam toplumunun birlik ve beraberlik içerisinde yaşamasına önem vermiş, ayrılık çıkarmayı büyük bir fitne olarak görmüştür. Haddizatında günümüz İslam dünyasında artık cihanşümul bir hilafet makamı mevcut değildir. Bugün İslam âlemi farklı ulus devletlere bölünmüş durumdadır. Bu mahiyet itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. asrın başında dağılması sonucu toprakları üzerinde 30’dan fazla devlet ortaya çıkmıştır. Bu devletlerin çoğu milliyetçilik esasına göre teşkil edilmiş, bu durum İslam dünyasının ümmet olma vasfını zedelemiştir. Müslümanların yaşadıkları diğer devletleri de düşünecek olursak Müslümanların ilk zamanlarda olduğu gibi tekrar bir araya gelmeleri şüphesiz çok kolay olmasa da en azından bazı alanlarda birlikteliğin sağlanabilmesi gerekmektedir. Durum bu şekilde olmasına mukabil bunun karşısındaki en büyük engel yine İslam âlemi bünyesindeki ihtilaflardır.
Unutulmamalıdır ki, milliyetçilik unsuru ve diğer bazı esaslar temelinde vücuda getirilen devletler bir müddet sonra birbirlerinin tarihi süreçte oluşmuş ortak paydalarında buluşmak yerine farklılıklarını öne çıkarıp çatışma yoluna girmişlerdir. İşte bu noktada Hamidullah, günümüzde nüfusunun büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelere ve hatta Müslümanların azınlık konumunda olduğu ülkelere farklılıklar sebebiyle çatışmak yerine ortak paydayı büyütmek teklifini sunmaktadır. İslam dünyasının içine düşmüş olduğu parçalanmışlık halinden kurtulmasını hedefleyen bu uzlaştırma ve bağdaştırma fikrinin müesses hali cihanşümul bir “Hilafet Konseyi”dir. Hamidullah’a göre, bu konsey bölgesel rekabetlerden ve alınganlıklardan kaçınılarak devrin devlet başkanlarının bir araya gelerek oluşturacağı ve sıra ile başkanlık edecekleri bir müessese olacaktır. Komiteye üye olan Müslüman devletlerin temsilcilerinin halife sıfatıyla nöbetleşe birer yıl reislik mevkiinde bulunmaları, İslam ülkeleri arasında ihtilaf doğuran hareketleri bertaraf ederek ihtilafların hallini destekleyen bir çözüm yolu ve birliği tesis etmede vesile olabilir. Ona göre, bu çeşit bir çözüm şekli, aynı zamanda Müslümanların bir halifeye sahip olmaları şeklindeki dini ihtiyaçlarını da karşılamış olmaktadır. Yine böyle bir teşkilatın varlığı ile dünya Müslümanlarının sahip olduğu mali-iktisadi kaynakların karşılıklı yardımlaşmalar için, bir tek elde toplanmasına ve kullanılmasına yönelik ilk adım atılmış ve gayrimüslimlerin teşkil ettiği bloklara karşı iktisadi ve kültürel sahada en kolay ve makul bir yarışma şartı sağlanmış olmaktadır.
Hamidullah, İslam dünyasının tek bir çatı altında toplanmasını bir engel olarak görenlerin “Halifenin Kureyşiliği” meselesini ve “müşterek idarenin’’ olamayacağı görüşünde olduklarını söylemektedir. Buna karşılık o, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin (as) uygulamalarını temel alarak bu mevzuları ele almakta ve Kureyş’e mensup olmayan bir halifenin seçilmesini’ meşru gösteren[30] ve keza “müşterek idareye’’ başvurmayı münasip karşılayan delillere ulaştığını ifade etmektedir[31]. Eğer bu görüşlere bir değer atfedilirse birlik için bir çözüm yolunun bulunacağını düşünmektedir.
SONUÇ
Dikkate layık ve üzerinde durulmaya değer görüşlere sahip olan Hamidullah’ın tespitlerine göre, İslam devletinin yönetiminde şekil değil nitelik ve işleyiş esastır. Devleti idare eden idareci, adaleti devlet ve toplum sathında tesis etmeli ve toplumun birliğini muhafaza etmelidir. Diğer taraftan liyakat sahibi ve takvalı olmalıdır. Yönetim şekli ne olursa olsun Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmeli ve idareyi bu şekilde yürütmelidir. Böyle olduğu sürece sistemin “nasıl”lığı veya “ne olduğu” önemini yitirmekte, ayrıca yönetim biçimi devrin şartları ve toplumun ihtiyaçlarına bağlı olarak değişebilmektedir.
Bizim kanaatimiz odur ki, İslam toplumunun günümüzde en hayati ve zaruri ihtiyaçlarının başında birliğinin tesis edilmesi gelmektedir. Hamidullah’ın, İslam toplumunun birliğinin tesis edilmesine yönelik serdettiği görüşlerinin mücessem hali olan “Hilafet Konseyi”,  özellikle Müslümanların tekrar bir araya gelerek, yekvücut bir halde birçok probleminin üstesinden gelebilmelerinin önünü açacak olması açısından önemlidir. Bu önerinin hayata geçirilmesi ve mezkûr müessesenin tesisi sayesinde birbirine düşman, birbirinden habersiz, dağınık bir İslam âlemi yerine birbirinden haberdar, birlikte hareket eden bir İslam âleminin vücuda gelmesi mümkün olacaktır.

KAYNAKÇA

Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (trc. Mehmet Yazgan ) , Beyan yayınları İstanbul, 2014
--------- İslâm Anayasa Hukuku, (ed. Vecdi Akyüz), Beyan yayınları, İstanbul, 2015
--------- İslâm Müesseselerine Giriş,(trc. İhsan Süreyya Sırma), İstanbul, 2016
--------- İslâm’da Devlet İdaresi, (trc. Hamdi Aktaş), Beyan yayınları, İstanbul,  2012
--------- Sorular, Sorunlar ve Cevaplar ,(haz. Kamil Yeşil) , Beyan yayınları, İstanbul, 2015
-------- Hamidullah, (1971)  “Alp Arslan Devrinde İslam Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan Anayasası ile Mukayesesi”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, 110-111, 209 - 215




* Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü Tarih Eğitimi Anabilim dalı 5. Sınıf Öğrencisi, İLEM 3. Kademe Öğrencisi
[2] Muhammed Hamidullah, “Alp Arslan Devrinde İslam Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan
Anayasası ile Mukayesesi”, Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, 1971, sy. 110-111, s. 209-215.
[3] Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul 2016 s. 89, 90.
[4]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 96.
[5] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 91.
[6] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 92.
[7] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[8] Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, s. 349.
[9]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 130, 131.
[10] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 131.
[11] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 96.
[12] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 85.
[13] Hamidullah, “Alp Arslan Devrinde İslam Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan
Anayasası ile Mukayesesi”, s. 209-215.
[14] Kur’an (20, 29-32)
[15] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku,  s. 200.
[16] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s. 199, 200.
[17] Kur’an (20, 29-32)
[18] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s.199, 200.
[19] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[20] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[21] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[22] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[23] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[24] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s.88.
[25] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[26] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[27] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[28] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 90.
[29] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[30] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 125.
[31] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s. 199, 200.                                  

1 yorum:

Yazarlar