Özet
İslam’ın insanlığa tebliğ ve vaz’ ettiği tevhid ilkesi, tarihi
süreç boyunca İslam’ın vücuda getirdiği medeniyetin siyasi, iktisadi, toplumsal
ve diğer yönlerinde tezahür etmiştir.
İslam medeniyeti sahip olduğu alemşûmul vasfını karşılaştığı diğer
medeniyetlerin birikimlerini toptan yok saymayıp bilakis özümseyerek tahakkuk
ettirmiştir.
Günümüzde İslam dünyasının;
mezhepçilik, siyasi nüfuz vs. sebeplerle yüz yüze olduğu problemlerin temelinde
Müslümanların İslam’ın söz konusu vasıflarından ve tevhid anlayışının
belirlediği kaidelerden uzaklaşmış olmaları yatmaktadır. İslam dünyasının
özellikle siyasi ve toplumsal konularda yüz yüze geldiği problemlerini
aşmasında İslam medeniyetinin birikiminden istifade edilmesi gereklidir. Bunu
gerçekleştirmek için İslam medeniyet birikimi ile irtibatın yeniden tesisi ve
alemşûmul vasfın Müslümanlarca tatbik edilmesinin gerekliliği şüphesizdir.
Bu bağlamda İslam hukuku ve tarihi alanlarında geçtiğimiz yüzyılın
en mühim ilim adamlarından olan Muhammed Hamidullah’ın bu konu hakkında tespit
ve değerlendirmeleri olmuştur. O, İslam’ın tüm millet ve medeniyetleri kuşatıcı
yönüne vurgu yapmış, günümüz problemlerinin aşılmasında takip edilecek yol
olarak bu hususun altını çizmiştir. Tarihi süreçte İslam toplumlarının en sık
yüz yüze geldiği meselelerin başında siyasi konular gelmektedir; zira İslam
toplumlarının her yönüyle birliklerini muhafaza edebilmek için çaba sarf
ettikleri ve sonuçları itibariyle etkilendikleri konular devlet yönetimi ve
sistemlerinin işleyişi olmuştur.
Bu çalışmada Hamidullah’ın İslam’ın özelde yönetim esasları ile
ilgili insanlığa sunduğu hususların neler olduğu sorularına dair verdiği
cevaplar ve bu bağlamda sistem yerine niteliği önceleyen tespitleri ortaya
konulmaya çalışılacaktır. Ayrıca Hamidullah’ın, günümüz İslam dünyasının birlik
ve bütünlüğüne katkı sağlama hedefini taşıyan teklifleri ve bu bağlamda onun
tekliflerinin en somut hali olan “Hilafet Konseyi” önerisi açıklanmaya
çalışılacaktır.
Anahtar
kelimeler: İslam, Muhammed Hamidullah, İslam
Tarihi, Yönetim Sistemleri, Hilafet Konseyi
GİRİŞ
İslam’da yönetim ilkeleri konusunda şu ana kadar hayli çalışmalar yapılmıştır.
Bunlar arasında İbn Haldun, el- Maverdi, Mevdudi, Seyyid Kutub,
Abdulvahhab el-Efendi gibi birçok ismi zikretmek mümkündür. Bu konuda dikkate
layık ve üzerinde durulmaya değer görüşlere sahip olan ilim ve fikir
adamlarından biri de 20. asrın en önemli İslam âlimlerinden, hukukçu ve tarihçi
Muhammed Hamidullah’tır. Hamidullah, İslam tarihi, İslam’ın hukuk ilmine
katkıları bağlamındaki çalışmaları ile alanında önemli bir boşluğu doldurmuş,
ilmi çevrelerce kabul gören çalışmalara imza atmıştır.
Hamidullah’ın
Takip Ettiği Yöntem ve Başvurduğu Kaynaklar
Hamidullah, İslam’a göre devletin şekil ve nitelikleri ile ilgili
tespitlerini ortaya koymak için ilk olarak Kur’an’daki malzemeye müracaat
etmektedir. Sonrasında Hz. Peygamberin (as) ve Hulefa-yı Raşidin’in
uygulamaları çerçevesinde o günün yönetim anlayışını günümüzün modern devlet
anlayışı ile mukayese ederek, benzer ve farklı yönleriyle birlikte vermeye
çalışmaktadır. Hamidullah, Müslümanların Allah Resulü vefat ettiğinde kurulmuş
bir devlete, her ne kadar tedvin edilmemiş olsa da tabi olacakları bir kanuna
ve bunların yanında insanlığın muhtaç olduğu birçok şeye sahip olduklarını
ifade etmektedir. Mamafih o, Hz. Peygamberin (as), kendisinden sonra yerine geçecek kimsenin,
verasetle mi, umumi seçimle mi, yoksa Müslümanların ihtiyarı ile mi
belirleneceğini açık olarak bildirmediğini kaydetmektedir. Hamidullah’a göre Hz.
Peygamberin (as) bu konudaki sükûtu, bütün hükümet şekillerinin caiz olduğunu
belirtmek içindir[2].
Bu durumdan rejimin tayin ve tespitinin, toplumun tercihine kasten ve isteyerek
bırakılmış olduğu sonucu çıkarılabilir. Haddizatında idare sisteminin
belirlenmesinde toplumun ihtiyaç ve taleplerinin dikkate alınarak hareket edilmesi
esastır. Bu anlamda monarşi, demokrasi vb. yönetim şekilleri için bir sınırlama
söz konusu değildir. Hamidullah’a göre aksi halde Müslümanların, siyasi-sosyal
şartlar ve durumlar, rejim değiştirmeyi gerektirdiğinde bu sert ve kesin hükme
uyma hususunda sıkıntıya düşme ihtimalleri söz konusu olabilir. Allah Resulü,
ümmetinin, zaman ve mekâna göre kendisi için en uygun olan hükümet şeklini
seçmesini tercih etmiştir. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere yönetim
mevzuunda İslam dininin muhkem diye ifade ettiğimiz ilkeleri/esasları gerçekte
şekil üzerinden değil, esaslar üzerinden anlaşılmalıdır. Diğer bir ifadeyle
İslam, yönetimin mahiyetini hangi ilkeler üzerinden yapılabileceğini belirtir.
Yönetimin esasını söyler, şeklini belirlemez. Bu mahiyet itibariyle İslam,
toplumsal ilişkilerin yeniden yorumlanmasını Müslümanlara bırakmıştır. Bu da
içtihatlar ile gerçekleşmektedir. Elbette içtihatlarda hatalar olabilmektedir.
Bu ilkeler mucibince Hamidullah’a göre Kur’an-ı Kerim ve sünnet,
Müslümanlara ve Müslümanlarla ilgili işlere tatbik edildikten sonra hükümet
şekillerinin saltanat, cumhuriyet, oligarşi veyahut daha başka bir hükümet
şekli olmasında bir sakınca yoktur. Önemli olan yönetime dair ilahi hukuku
tatbik eden ve aynı zamanda devlet yönetiminde kabiliyetli bir kimsenin idareci
olmasıdır. Belirli bir yönetim sistemi getirmeyen, ama yöneten kim olursa
olsun, ısrarla adaleti ve liyakati vurgulayan İslam bütün bunlara izin
vermiştir. Kısacası Hamidullah’a göre Müslümanlar herhangi bir idare modeli
seçebilir, teklif edebilir veya benimseyebilir. Ama hiçbir sistem ebediyete
kadar devam etmez. Bu pekâlâ bir çağda kabul gören bir görüşün başka bir çağda
reddedilebilir, değiştirilebilir olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
İSLAM’IN
YÖNETİM ANLAYIŞI
Hz. Peygamberin ahirete irtihalinden sonra siyasi konumunun temsili
ve devamı hilafet müessesesi ile mümkün olmuştur. Hulefa-yı Raşidin dönemi
yönetim sistemi kendine mahsus özellikleri haizdir ve monarşi, oligarşi ve
demokrasi rejimlerinin hiçbirine tam anlamıyla uymamaktadır[3].
Hamidullah’a göre İslam devletinin yönetiminde şekil değil nitelik ve işleyiş
esastır. Diğer taraftan idare sisteminin belirlenmesinde toplumun ihtiyaç ve
taleplerinin dikkate alınarak hareket edilmesi de önemlidir. Bu anlamda
monarşi, demokrasi vb. yönetim şekilleri için bir sınırlama söz konusu
değildir. Yönetim sisteminden önce yöneticilerin nitelikleri belirleyicidir. Bu
bağlamda vurgulanması gereken husus hangi yönetim sisteminin uygulandığı değil
yöneticilerin donanımı ve niteliğidir. Hamidullah’ın İslam’ın yönetim anlayış
ve esaslarına yönelik tespitlerinde özellikle ortaya koyduğu belli başlı
ilkeleri beş başlık altında toplayabiliriz: 1. Liyakat, 2. Adalet, 3. Toplumsal
Kabul ve Mutabakat, 4. Yöneticinin Meşruiyet Durumu, 5. Selef-i Salihin’e
Riayet.
1.
Liyakat
İslam’ın yönetim anlayış ve esaslarının başında liyakat
gelmektedir. Ona göre idarede esas olan liyakattir, liyakat mevcut ise yönetme
erki babadan oğula da tevarüs edebilir, bununla ilgili sınırlayıcı bir hüküm
yoktur[4].
Açıkça görünen o ki, İslam, her şeyden önce yöneticinin liyakatli olmasını
ve yöneticilik vasıflarına sahip olmasını göz önünde tutar. Bu bağlamda
yönetici yönetmeye talip olduğu toplumun ihtiyaçlarını, beklentilerini
karşılayabilecek seviyede ve yönetici olmanın gerektirdiği vasıflara sahip
olmalıdır[5]. Hamidullah,
bu vasıfları en temelde ilim sahibi olmak, adil olmak, zeki ve basiretli olmak
şeklinde sıralamaktadır[6]. Diğer
taraftan devleti yönetenlerin adalet, zekâ, ilim, basiret ve irade ile hareket
etmelerinin, toplumun menfaatini gözetmelerinin İslam’da öncelenmiş olduğunu
dile getirmektedir.
Dahası Hamidullah’a göre yönetici her yönü ile yöneticiliğin
gerektirdiği (idari, askeri, siyasi)
liyakat vasıflarını haiz olmalı ve bunları toplumun huzurunu temin
etmede ve refahını artırmada kullanmalıdır.
Anlaşılacağı üzere devlet yönetiminde sistem değil sistemi
yürütenlerin liyakati ve takvalı olmalarının belirleyici bir rol oynadığını
ifade eden Hamidullah, yönetim şeklinin ne olursa olsun esasında yöneticinin
Allah’ın kanunlarına uygun hareket etmesi ve idaresini bu şekilde yürütmesi
gerektiğini vurgulamaktadır. Böyle olduğu sürece sistemin önemi yoktur, yönetim
biçimi devrin şartları ve toplumun ihtiyaçlarına bağlı olarak değiştirilebilir.
Nitekim İslam tarihi boyunca yöneticinin hem siyasi hem manevi bakımdan nüfuz
sahibi olma durumu Abbasilerin son dönemlerinden itibaren ortadan kalkacak
halifenin yanı sıra siyasi otoriteyi temsil eden bir de sultanın ortaya çıkışı
ile bunun mümkün olduğunu örnekler ile izah edecektir. Burada gözetilmesi
gereken temel husus halifenin de sultanın da her türlü uygulamada Allah’ın
kanunlarını tatbik etmesidir[7].
2.
Adalet
İslam, adaleti mülkün yani
devletin temeli olarak görmüştür. İslam dünyanın ve toplumun düzeninin
sağlanması hususunu her koşulda elzem görmüş ve ilahi emirlerin tatbik edilerek
dünyada adalet üzere bir nizamın tesis edilmesinden her Müslüman’ı eşit
derecede sorumlu kılmıştır.
Tarih boyunca idarecilerin
yönetimlerinin başarı ve sıhhati, adaleti ne derece tesis edebildikleri ile
ilgili olmuştur. İdareci toplumda, bireyler arasında ve devletler arasında
cereyan eden her türlü münasebette adaleti tesis etmekle mükelleftir ayrıca o,
devletin tüm müesseseleri ve görevlilerinin adaletten taviz vermeksizin
vazifelerini icra etmelerini takip etmekle yükümlü tutulmuştur. İslam yönetim
anlayışına göre devlet her koşulda, Müslim gayrimüslim v.b. ayrımı
gözetmeksizin herkesin hakkını teslim etmekten sorumludur. Hamidullah da devlet
yönetiminde idareyi sürdürebilmenin ilk şartının adaleti tesis etmek olduğunu
vurgulamaktadır. Yine o, Hz. Peygamber dönemi uygulamaları vasıtası ile İslam’ın
yönetim anlayışında adaletin önemini örneklendirmiştir[8].
3.
Toplumsal Kabul ve Mutabakat
Hamidullah, yöneticinin başa gelmesinde toplumsal uzlaşının temin
edilmesinin İslam’ın yönetim anlayışının esaslarından birisi olduğunu
belirtmektedir. Toplumun tüm kesimi tarafından kabul görecek ve itaat edilecek
bir idarecinin iş başına gelmesi İslam toplumunun ve devletinin huzur ve
birliği için hayati önem taşımaktadır.
Hamidullah’a göre İslam toplumunda idarecinin genel kabule mazhar
olmasını temin edecek hususlardan birisi, idarecinin o topluma mensubiyeti ve
toplumun değerlerine aidiyetidir. Toplumdan kopuk, toplumuna yabancılaşmış ve
herhangi bir aidiyet hissetmeyen bir kimse meşru bir yönetim ortaya koyamayacaktır.
Bu sebeple yöneticinin yönettiği topluma mensubiyeti ve aidiyeti önem arz
etmektedir.
Bütün bunlardan hareketle o, toplumsal uzlaşı sağlanarak toplumun
farklı kesimlerince kabul gören idarecinin işbaşında olmasının ehemmiyetini
Hulefa-yı Raşidin döneminde Hz. Osman’ın hilafet makamına geliş sürecini[9] örnek
vererek dile getirmektedir. Buna göre yöneticinin iş başına getirilmesinde
toplumun farklı kesimlerinin görüşleri dikkate alınmalı ve bir mutabakat
sağlanmalıdır[10].
Kanaatimizce bu mutabakat mezkûr halifelerde biat olarak ancak günümüzde oy
kullanma şeklinde gerçekleşebilir. Burada önemli olan mutabakatın şeklinden
ziyade esasında yatmaktadır.
4.
Yöneticinin Meşruiyeti
Hamidullah, İslam toplumunda yöneticilerin meşruiyetinin icma
(toplumsal mutabakat), itaat ve biat yoluyla gerçekleştiğini; bu anlamda
yöneticilerin toplumun birliğini tesis ve temsil etmede çok önemli bir rol
oynadığını dile getirmektedir. O, bu durumla ilgili tespitlerinde yönetici için
sadece tayin edilmek veya seçilmiş olmanın yeterli olmadığını dile getirmekte
ve meşruiyetin kaynağı olarak toplumun genel kabulü ve teveccühünü işaret
etmektedir. Bu bağlamda Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesinde Kureyş kabilesine mensubiyeti
dolayısıyla -zira Kureyş kabilesinin tüm Arap kabileleri üzerinde saygınlığı
vardır- tüm Müslüman Arap kabileleri tarafından kabul görmesi etkenini misal
vermektedir.[11]
5.
Selef-i Salihin’e Riayet
Hamidullah, İslam devletindeki yöneticilerin kendilerinden önceki
devlet ve toplumların yani selefin tecrübelerinden istifade etmeyi
önemsediklerini belirtmekte ve Halife Muaviye’nin eski devlet ve toplumlarla
ilgili tarih kitaplarını tercüme ettirip bunlardan yararlanmasını bu duruma
örnek vermektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere devlet yöneticileri
seleflerinin ve önceki milletlerin birikimlerinden haberdar olmalı ve devlet
yönetiminde bu birikimden istifade etmelidir.[12]
İSLAM’DA YÖNETİM
ŞEKLİ ÖRNEKLERİ
Hz. Peygamber ashabın yalnızca devlet reisi değil aynı zamanda
kumandanları, adil hâkimleri ve dini öğreticileri mesabesinde bulunmuştur.
Bundan dolayı ruhani meselelerde olduğu gibi maddi meselelerde de hüküm Hz.
Peygamber'de olmuştur. Hz. Peygamber'in ahirete irtihalinden sonra Müslümanlar
bir taraftan devlet, kanun ve insanlığın muhtaç olduğu her şeyi hazır halde
bulmuşlar, ancak diğer taraftan Hz. Peygamber’in yerine geçecek kimsenin
verasetle mi, umumi bir seçimle mi, yoksa Müslümanların ihtiyarı ile mi geleceğini
açık olarak bildirmemesi ile karşı karşıya kalmışladır. Aslına bakılırsa Hz.
Peygamber’in sükûtu bütün hükumet şekillerinin caiz olmasını izhar etmek içindir[13].
Hamidullah, mezkûr sükûtun arka planında temel kaynaklar
doğrultusunda birkaç hükümet şeklinin varlığından bahsetmektedir. Bunlar:
Müşterek idare ve Monarşi ve Cumhuriyet Benzeri idare.
1.
Müşterek İdare: Aynı Anda İki Kişinin Yönetimi
Hamidullah, ikili idare anlayışının Kur’an’daki örneğine[14] ve
peygamberin uygulamasına binaen mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Hz.
Peygamberin (as), yeni Müslüman olan memleketlerdeki devlet (kabile) başkanının
Müslümanlığı kabul etmesi durumunda İslam öncesi dönemde olduğu gibi İslami
dönemde de eski görevinin başında kalmasına müsaade ettiğini söylemektedir. Hz.
Peygamber (as) İslam devletinin yönetimi altına giren kabile başkanlarını
mükâfatlandırmak, onların gönüllerini almak ve o bölgeyi en iyi bilen ve
tanıyan kimseler oldukları için onların bilgi ve becerilerinden faydalanmak
amacıyla görevlerine devam etmelerine izin vermiştir. Örneğin; Arabistan’ın
güneydoğusunda bulunan Umman, Culanda’nın iki oğlu Ceyfer ve Abd’ın ikili
idaresi altında yönetiliyordu. Peygamberimizin (as) daveti üzerine Ummanlılar
İslam’ı kabul ettiler. Peygamberimizin (as) İslam’ı kabullenmeleri halinde eski
görevlerine devam etme vaadine binaen bu iki kardeş, Umman devletinin başında
tutuldu. Ancak onların yanına, Müslümanların işleriyle, öğretim vb. konularla
ilgilenecek bir İslam temsilcisi olarak da Amr gönderilmiştir[15].
Hamidullah, bu örneğin İslam’da ikili yönetime izin verildiğinin
bir göstergesi olduğunu söylemektedir[16]. Çünkü
bu şekil Kur’an’da da mevcuttur. Hz. Harun (as) devlet idaresinde Hz. Musa’ya
yardımcı olmuştur[17]. Hamidullah
bununla ilgili Şah Veliyullah ed-Dihlevî’nin de “muayyen bir zamanda, tek bir
şahısta idare başkanlığı için bu sahada gerekli vasıfları toplu bir halde
bulamazsak idari vazifeler bölünebilmeli hatta bölünmelidir” dediğini aktararak
idari vazifelerin yönetiminin bölünebileceğini düşünmektedir[18].
2.
Monarşik ve Cumhuriyetvari Yapı
Hulefa-yı Raşidin idaresinin bir monarşi mi yoksa cumhuriyet idaresi
mi olduğu üzerinde bir takım değerlendirmelerde bulunan Hamidullah, öncelikle Kur’an’ın
cumhuriyet veya krallık rejimine bakış açısını vermektedir[19]. Daha
sonra Hulefa-yı Raşidin’in yönetim şeklini sorgulamaktadır. Açıkça görünen o
ki, monarşi, siyasi otoritenin genellikle miras yolu ile bir kişinin üzerinde
toplandığı devlet düzeni veya rejimi olarak tanımlanmaktadır. Cumhuriyet ise
milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği
milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi olarak tarif
edilmektedir.[20]
Hamidullah’a göre Kur’an, monarşilere (krallıklar) atıfta bulunurken[21]
cumhuriyet gibi diğer hükümet şekillerine hiçbir atıfta bulunmamaktadır. Yani Kur'an,
krallığı reddetmemektedir. Mamafih Kur'an, iyi krallardan örnek vermekle
birlikte kötü krallardan da bahsetmektedir[22]. Yine
Hamidullah’a göre Kur’an’ın iyi krallardan örnek vermesi, onları örnek almamız
için; kötü krallardan bahsetmesi ise, o tür bir yönetim anlayışından uzak
durmamız gerektiği içindir[23].
Sıkça dile getirildiği gibi Hz. Peygamber (as) hayatta iken
kendisinden sonra yerine kimin geçeceği ile ilgili olarak olumlu veya olumsuz
hiçbir beyanda bulunmamıştır. Bu durum karşısında bazı insanlar devlet
hâkimiyetinin bir miras olarak Peygamber ailesine geçmesini, dolayısıyla Hz.
Peygamber (as) erkek evlat bırakmadığı için de amcasının oğlu Hz. Ali’nin onun
yerine halife olması fikrini dile getirmişlerdir. Buna karşın Ensar ve başka
bazı gruplar farklı fikirler öne sürmüşlerdir (dönüşümlü olarak halifelik, sıra
ile halife olmak vb.). Hamidullah, bütün bunlara rağmen nihayetinde devlet
yönetiminde tevarüsün gerçekleşmediğini ve bir nevi seçim usulü denilebilecek
tarzda Hz. Ebu Bekir’in devlet başkanı seçildiğini belirtmektedir[24]. İşte
burada sahabenin seçmeye karar verdikleri halifenin bir kral mı, bir
cumhurbaşkanı mı veya başka bir şey mi olduğu sorusu ortaya çıkmaktadır.
Hamidullah’a göre, Hulefa-yı Raşidin’in hilafeti, krallık veya cumhuriyet
yönetimi değildir[25]. Çünkü
Krallık idaresinde ilk şart, verasetle intikal, ikincisi de krallığın hayat
boyu devam etmesidir. Yine Hamidullah’a göre çok eskiden beri çeşitli
memleketlerde cumhuriyet idaresi vardır. Cumhuriyet idaresinde iktidarın
verasetle intikali söz konusu olmayıp belirli sürelerde seçim yapılmaktadır.
Yani cumhurbaşkanı, krallığın aksine hayat boyunca seçilmez. Hamidullah, eğer
cumhuriyetten kast olunanın, önceki cumhurbaşkanı ile hiçbir alakası olmayan
birisini, belli bir müddet için seçmek ise Hulefa-yı Raşidin’in seçiminde bu
iki usulün de uygulanmadığını ifade etmektedir[26].
Bütün bu tespitlerden sonra bir değerlendirme yapan Hamidullah, evvela
dört halifenin belli bir devre için değil, hayatları sonuna kadar seçilmiş
oldukları aşikâr hale getirmektedir. Hatta her zaman seçimin de olmadığını
söyleyerek halifelerin cumhurbaşkanı da olmadıklarını meydana koymaktadır. Aynı
zamanda onların bir monarşik yönetimin kralı da değillerdir. Çünkü verasetle
intikal söz konusu değildir. Diğer taraftan bugünkü manada devleti idare eden
bir grubun var olup olmadığını da soran Hamidullah, bu soruya da, idarenin bir
tek halifenin elinde olmasını sebep göstererek olumsuz yanıt vermektedir[27].
Sonuç olarak, Hamidullah, Hulefa-yı Raşidin’in hilafetinin
kendilerine mahsus bir idare şekli olup onların idaresinin, ne monarşi, ne
cumhuriyet ve ne de bir grupla idare etme (oligarşi) şekli olduğuna, bilakis
kendilerine özgü bir hükümet şekli olduğu kanaatine varmıştır[28]. Şu
halde bu yönetimin, bir nevi cumhuriyet ile monarşi karışımı olduğu
söylenebilir. Çünkü söz konusu yönetim bir yandan kayd-ı hayat şartıyla
seçilmek gibi monarşiye ait bazı özellikleri taşırken, diğer yandan da seçimle
iş başına getirme gibi cumhuriyet rejimine ait bazı özellikleri de taşımaktadır[29].
HAMİDULLAH’IN
GÜNÜMÜZ İSLAM TOPLUMLARINA ÖNERİSİ: HALİFELİK MAKAMI VE HİLAFET KONSEYİ
İslam dini geldiği ilk zamandan beri İslam toplumunun birlik ve
beraberlik içerisinde yaşamasına önem vermiş, ayrılık çıkarmayı büyük bir fitne
olarak görmüştür. Haddizatında günümüz İslam dünyasında artık cihanşümul bir
hilafet makamı mevcut değildir. Bugün İslam âlemi farklı ulus devletlere
bölünmüş durumdadır. Bu mahiyet itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. asrın
başında dağılması sonucu toprakları üzerinde 30’dan fazla devlet ortaya çıkmıştır.
Bu devletlerin çoğu milliyetçilik esasına göre teşkil edilmiş, bu durum İslam
dünyasının ümmet olma vasfını zedelemiştir. Müslümanların yaşadıkları diğer
devletleri de düşünecek olursak Müslümanların ilk zamanlarda olduğu gibi tekrar
bir araya gelmeleri şüphesiz çok kolay olmasa da en azından bazı alanlarda
birlikteliğin sağlanabilmesi gerekmektedir. Durum bu şekilde olmasına mukabil bunun
karşısındaki en büyük engel yine İslam âlemi bünyesindeki ihtilaflardır.
Unutulmamalıdır ki, milliyetçilik unsuru ve diğer bazı esaslar
temelinde vücuda getirilen devletler bir müddet sonra birbirlerinin tarihi
süreçte oluşmuş ortak paydalarında buluşmak yerine farklılıklarını öne çıkarıp
çatışma yoluna girmişlerdir. İşte bu noktada Hamidullah, günümüzde nüfusunun
büyük çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelere ve hatta Müslümanların
azınlık konumunda olduğu ülkelere farklılıklar sebebiyle çatışmak yerine ortak
paydayı büyütmek teklifini sunmaktadır. İslam dünyasının içine düşmüş olduğu
parçalanmışlık halinden kurtulmasını hedefleyen bu uzlaştırma ve bağdaştırma
fikrinin müesses hali cihanşümul bir “Hilafet Konseyi”dir. Hamidullah’a göre,
bu konsey bölgesel rekabetlerden ve alınganlıklardan kaçınılarak devrin devlet
başkanlarının bir araya gelerek oluşturacağı ve sıra ile başkanlık edecekleri
bir müessese olacaktır. Komiteye üye olan Müslüman devletlerin temsilcilerinin
halife sıfatıyla nöbetleşe birer yıl reislik mevkiinde bulunmaları, İslam
ülkeleri arasında ihtilaf doğuran hareketleri bertaraf ederek ihtilafların
hallini destekleyen bir çözüm yolu ve birliği tesis etmede vesile olabilir. Ona
göre, bu çeşit bir çözüm şekli, aynı zamanda Müslümanların bir halifeye sahip
olmaları şeklindeki dini ihtiyaçlarını da karşılamış olmaktadır. Yine böyle bir
teşkilatın varlığı ile dünya Müslümanlarının sahip olduğu mali-iktisadi
kaynakların karşılıklı yardımlaşmalar için, bir tek elde toplanmasına ve
kullanılmasına yönelik ilk adım atılmış ve gayrimüslimlerin teşkil ettiği
bloklara karşı iktisadi ve kültürel sahada en kolay ve makul bir yarışma şartı
sağlanmış olmaktadır.
Hamidullah, İslam dünyasının tek bir çatı altında toplanmasını bir
engel olarak görenlerin “Halifenin Kureyşiliği” meselesini ve “müşterek idarenin’’
olamayacağı görüşünde olduklarını söylemektedir. Buna karşılık o, Kur’an’ın ve
Hz. Peygamberin (as) uygulamalarını temel alarak bu mevzuları ele almakta ve Kureyş’e
mensup olmayan bir halifenin seçilmesini’ meşru gösteren[30] ve keza
“müşterek idareye’’ başvurmayı münasip karşılayan delillere ulaştığını ifade
etmektedir[31].
Eğer bu görüşlere bir değer atfedilirse birlik için bir çözüm yolunun
bulunacağını düşünmektedir.
SONUÇ
Dikkate layık ve üzerinde durulmaya değer görüşlere sahip olan Hamidullah’ın
tespitlerine göre, İslam devletinin yönetiminde şekil değil nitelik ve işleyiş
esastır. Devleti idare eden idareci, adaleti devlet ve toplum sathında tesis
etmeli ve toplumun birliğini muhafaza etmelidir. Diğer taraftan liyakat sahibi
ve takvalı olmalıdır. Yönetim şekli ne olursa olsun Allah’ın kanunlarına uygun hareket
etmeli ve idareyi bu şekilde yürütmelidir. Böyle olduğu sürece sistemin “nasıl”lığı
veya “ne olduğu” önemini yitirmekte, ayrıca yönetim biçimi devrin şartları ve
toplumun ihtiyaçlarına bağlı olarak değişebilmektedir.
Bizim kanaatimiz odur ki, İslam toplumunun günümüzde en hayati ve
zaruri ihtiyaçlarının başında birliğinin tesis edilmesi gelmektedir.
Hamidullah’ın, İslam toplumunun birliğinin tesis edilmesine yönelik serdettiği
görüşlerinin mücessem hali olan “Hilafet Konseyi”, özellikle Müslümanların tekrar bir araya
gelerek, yekvücut bir halde birçok probleminin üstesinden gelebilmelerinin
önünü açacak olması açısından önemlidir. Bu önerinin hayata geçirilmesi ve mezkûr
müessesenin tesisi sayesinde birbirine düşman, birbirinden habersiz, dağınık
bir İslam âlemi yerine birbirinden haberdar, birlikte hareket eden bir İslam âleminin
vücuda gelmesi mümkün olacaktır.
KAYNAKÇA
--------- İslâm
Anayasa Hukuku, (ed. Vecdi Akyüz), Beyan yayınları, İstanbul, 2015
--------- İslâm
Müesseselerine Giriş,(trc. İhsan Süreyya Sırma), İstanbul, 2016
--------- İslâm’da
Devlet İdaresi, (trc. Hamdi Aktaş), Beyan yayınları, İstanbul, 2012
---------
Sorular, Sorunlar ve Cevaplar ,(haz. Kamil Yeşil) , Beyan yayınları, İstanbul,
2015
-------- Hamidullah,
(1971) “Alp Arslan Devrinde İslam
Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan Anayasası ile Mukayesesi”,
Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, 110-111, 209 - 215
[2] Muhammed Hamidullah, “Alp Arslan
Devrinde İslam Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan
Anayasası
ile Mukayesesi”, Diyanet İşleri
Başkanlığı Dergisi, 1971, sy. 110-111, s. 209-215.
[3] Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, Beyan Yayınları,
İstanbul 2016 s. 89, 90.
[4]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 96.
[5] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 91.
[6] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 92.
[7] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[8] Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, s. 349.
[9]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 130, 131.
[10] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 131.
[11] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 96.
[12] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, Beyan Yayınları, İstanbul, 2015, s. 85.
[13] Hamidullah, “Alp Arslan Devrinde
İslam Anayasasının Durumu ve O Devirdeki Hıristiyan
Anayasası
ile Mukayesesi”, s. 209-215.
[14] Kur’an (20, 29-32)
[15] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s. 200.
[16] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s. 199, 200.
[17] Kur’an (20, 29-32)
[18] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s.199, 200.
[19] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[20] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[21] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[22] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[23] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 87.
[24] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s.88.
[25] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[26] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[27] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 93.
[28] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 90.
[29] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 89.
[30] Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 125.
[31] Hamidullah, İslam Anayasa Hukuku, s. 199, 200.
Çok teşekkür ederim faydalı bilgiler
YanıtlaSil