Son asrın önde gelen
alimlerinden biri olan Muhammed Hamidullah, köklü bir ilim geleneğine sahip
olmasına rağmen okumuş olduğu İslami kaynaklar ve bu kaynaklardan yola çıkarak
yapmış olduğu yorumlarla ele almış olduğu meseleleri, güncel boyuta taşıması
sayesinde Türkiye’de dahil olmak üzere bir çok ülkede kabul görmüş bir kişidir.
Hamidullah bu süre zarfında Müslümanların bilinçlendirilmesi hususunda bir
sorumluluk üstlenmiş ve ömrünün sonuna kadar da bunun için gayret sarf
etmiştir. Bu sebepten dolayı masa başı akademisyen kimliğinden ziyade daha çok
bir alim olarak ön plana çıkmıştır.
Bu çalışmamızda
Hamidullah’ın Çağdaş İslam Düşüncesi’ndeki yerini İslamcılık tartışmaları
bağlamında temel kaynaklar (Kur’an ve Sünnet), içtihad ve İttihad-ı İslam
anlayışlarını ortaya koymak ve İslam düşüncesinin temel kavramlarına yüklediği
anlamı ele alıp, bu bakış açısından hareketle Çağdaş İslam Düşüncesindeki
yerini ve etkisini ortaya koymaya çalışacağız. Bu tespitleri yaparken Mehmet
Ali Büyükkara’nın Çağdaş İslami Akımlar adlı kitabında günümüz
Müslümanlarını Gelenekçiler, Islahatçılar ve Modernistler başlığı altında
tasnif etmiş olduğu özellikleri tahlil ederek, Hamidullah’ın hangi kategoride
değerlendirilmesi gerektiğinin mukayesesini gerçekleştirmeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Kur’an,
Sünnet, İttihad-ı İslam, İçtihad, Gelenek, Islahat
GİRİŞ
Hint
coğrafyası, İngilizlerin 16. asırda ticari faaliyet ile başlayıp 19. asırda
işgalinin siyasi ve askeri faaliyet ile işgalinin tamamlandığı bir tarihi arka
plana sahiptir. Bu tarih, sadece Hint coğrafyasının değil esasen tüm Batı-dışı
toplumların benzer bir süreci yaşadığı işgali içerisinde barındırmaktadır. Muhammed
Hamidullah’ın doğup büyüdüğü Haydarabâd Nizamlığı da bu
işgalden 1948 yılında müstağni kalamamıştır. Bu işgaller İslam coğrafyasında
Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif Ersoy, Zahidül Kevseri gibi Osmanlı, Muhammed
Tayyip Okiç gibi Balkan, Zeki Velidi Togan gibi Orta Asya âlimini vatanından
uzaklara hicret ettirdiği gibi Hamidullah gibi Hint kökenli alimi de vatansız
hale getirmiştir. Hamidullah, daha genç yaşlardan itibaren zaruri olarak
Arabistan, Anadolu, Afrika ve Avrupa’yı gezerek vatansız bir şekilde
Müslümanların içinde bulunduğu durumu bizatihi gözlemleme imkânı elde etmiştir.
Bu gözlemleri neticesinde Hamidullah, İslam’ı temel kaynaklar
üzerinden bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim vd.)
yeniden hayata hakim kılmak, İslam dünyasını birleştirmek (ittihad-ı İslam)
uğruna yapılan daha ziyade fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin
bütününü ihtiva eden bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu
makalemizde Hamidullah’ın çağdaş dönemde İslâm anlayışını detaylıca ele alacağız. Hamidullah’a gore Müslümanların İslam’a uyma eylemi
sadece inanç, ibadet ve ahlak hususunda değil, aynı zamanda siyaset, ekonomi,
sanat, eğitim, hukuk gibi hayatın bütün alanlarında kendisini göstermelidir.
Nitekim Hamidullah’ın sıkça vurguladığı gibi İslam, zekat, faiz, sadakalar ve sosyal
sigorta gibi iktisadi alana; şura, liyakat, beyat, devlet başkanının hususiyetlerini
belirleme gibi idari ve siyasi alana; siyer (devletlerarası ilişkiler), şahsi ve
genel haklar ve sorumluluklar gibi hukukalanına dair ilkeler koyan bütüncül bir
sistemdir.
Bu mahiyet itibariyle
Hamidullah, dönemin meselelerine yönelik İslam merkezli analizler yapmış,
problemleri tespit ederek bunlara İslam’ın çözüm önerilerini sunmaya çalışmıştır.
Bu analizler sadece fert ve toplum hayatıyla sınırlı kalmamış, İslam dünyasının
ulus-devlet merkezli yeni siyasal yapılanma sürecine girdiği bir dönemde İslam
düşüncesi gereğince çözümleri de kapsayacak şekilde olmuştur.
MODERN İSLAM
DÜŞÜNCESİ
Muhammed Hamidullah’ın
Çağdaş İslam Düşüncesi’ndeki yerini ve etkisini belirmek için öncelikli olarak
modern İslam düşüncesindeki üç ana akımı özellikleriyle birlikte ele almak
gerekir. Bu konuda Mehmet Ali Büyükkara’nın Çağdaş
İslami Akımlar[2]
eserini takip ettiğimizde bunların; 1. Gelenekçilik,
2. Islahatçılık, 3. Modernizm şeklinde tasnif edildiğini görmekteyiz. Bu
akımların genel özelliklerine baktığımızda şunları belirtebiliriz.
Gelenekçilik
Gelenekçiliği
diğer akımlardan ayıran özgün karakteri anlayabilmek için bu akımın önemli
özelliklerini gözden geçirmek gerekmektedir. Bunları şu şekilde
sıralayabiliriz:
a) Gelenekçi bakış açısına göre
gelenek kutsaldır ve saygıyı hak etmektedir.
b) Gelenek aynı zamanda kadim ve
daimi olduğu için, aynı geleneğin mensuplarına büyük bir özgüven
kazandırmaktadır; zira ulvi bir tarih paylaşılmış olmaktadır.
c) Aynı nedenle, mensuplar arasındaki
maddi, manevi bağları ve iç ahengi güçlendiren bir motivasyon sağlamaktadır.
d) Bu durum ortak bir kimlik şuuru
ortaya çıkarmaktadır.
e) Değişim, gelişim, yenilik ve
modernlik, gelenekten uzaklaşmayı ya da ondan kopuşu temsil ettiğinden şüpheyle
karşılanmaktadır.
f) Sabit ve donuk görünseler de
gelenekler, özlerini değiştirmeden süreç içinde evrilebilen ve yaşanan zamana
intibak edebilen bir esnekliğe sahiptir. Gelenekçi oluşumların süreklilikleri
ve modern zamanlarda güçlü şekilde var olabilmeleri bundan dolayıdır.
g) Gelenekçiler modern olana
alternatif sunmalarıyla bir denge rolü oynamaktadırlar ve toplumsal değişimin
hızlı olduğu süreçlerde bir fren vazifesi görmektedirler.[3]
Islahatçılık
Kültürel
ıslahatçılar ile siyasal ıslahatçılar arasında usul ve yöntem açısından
belirgin farklar bulunmasına rağmen her iki ıslahat tarzının ortak
özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
h) Islahatın hedefi: Islahatçılara
göre Müslümanların içinde bulunduğu kötü durum İslamiyet kaynaklı değildir.
Asıl nedeni Müslümanların yapmış oldukları yanlışlarda aramak gerekir. Bu durum
İslamcılık metinlerinde ‘kabahat İslam’da değil Müslümanlardadır’ mealindeki
ifadelerle dile getirilir. Islahatçılara göre, İslamiyet’in karşısındaki dış
güçler yerine Müslümanların hatalarına bağlı olarak İslam toplumunun
gerilemesinde ve çöküşe geçmesindeki asıl sorumlulardır. Bu şer odaklarına
karşı kültürel veya siyasi bir savaşım vermek mecburiyeti bulunmaktadır. İşte
bu noktada modernist İslami akımların öncelikle gündeme aldıkları ‘dinin
eleştirel analizi’ türünden çabalar ıslahatçılıkta görülmez. Zira kabahat dinde
değil kendi kusurlarımızda ve dış güçlerdedir.
i) Dini geleneğe bakış: Bozulmada,
çürümede ve geri kalmada yanlış geleneklerin de rolü olduğu düşünüldüğü için,
düzeltme ve inşa hareketinde geleneğe saygı duymaya, onu korumaya öncelik
verilmez. Yani bu konuda ıslahatçılar muhafazakâr değildir. Bu husus, ıslahatçı
akımı kategorik olarak gelenekçilikten ayırır.
j) Islahatçı oluşumlarda sürekli bir
faaliyet, dinamizm ve teşkilatçılık göze çarpar. Söz ve yazı yerine iş, eylem
ve hareket ön plandadır. Yani ıslahatçılar teoriye değil pratiğe dönük
çalışmaya yatkındırlar. Bu durum ıslahatçılığı teorik bir temelinin olmadığı
anlamına gelmez. Bilakis ıslahatçı yapıların kurucuları ve teorisyenleri
arasında çok güçlü ilim ve fikir adamları bulunmaktadır. Fakat üretilen
malzemeye bakıldığında, teorik çıktıların dahi çoğu zaman insanları iş yapmaya
motive eden, bunun yolunu ve yordamını gösteren bir muhtevaya sahip oldukları
görülür. [4]
Modernizm
İslam
modernizminin temel tezi, Müslümanların karşı karşıya olduğu dini, sosyal,
siyasal, kültürel vs. problemlere İslamiyet’in çözümler getirmeye kadir olduğu,
ancak bunun sağlanması için dinin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e
dayanılması, ayrıca onların ışığında oluşmuş olan tarihsel dini mirasın, yani
geleneğin ilmi ve rasyonel süzgeçten geçirilerek yorumlanması gerektiği şeklindedir.
İşte bunu yaptıklarında Müslümanlar, çağdaş değişme ve gelişmelerin altında
ezilmeyecekler, bilakis ona yön vermeye muktedir hale geleceklerdir.[5]
HAMİDULLAH’IN
İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMEL ESASLARI
Temel
Kaynak Ve Referanslar
Kur’an Anlayışı
Muhammed Hamidullah’a göre Kur’an, “Müslümanların
kutsal kitabıdır ki Müslümanlar onu, Allah’ın ‘yaratılmamış kelamı’ olarak
değerlendirirler. Seçip gönderdiği Elçi’sine, halkına tebliğ etmesi için onu
vahyeden ‘dünyaların Rabb’idir.’ Bir Müslüman’a, Hz. Peygamber’in bu Kitap’ın
yazarı olduğunu söylemekten daha büyük bir hakaret olamaz; çünkü Hz. Muhammed,
yalnızca mesajı iletme görevlisidir, ki ona kendiliğinden ne bir şey eklemiş,
ne de ondan kendi isteğiyle en küçük bir şey çıkarmıştır. Bu, Allah tarafından
vahyedilmiş bir Kitap’tır, bir Mesaj’dır.”[6]
Hamidullah’ın, Kur’an hakkındaki bu görüşü kendisinin
de ifade etmiş olduğu üzere daha çok vahiy ve elçi üzerinden ilişkilendirmesine
dayalıdır. Bu görüşünü ise vahiy konusunu diğer dinlerin bakışıyla tahlil
ederek ele almaktadır. “Yalnızca, tek bir olan Allah’a inanmakla kalmayan,
ama aynı zamanda yasalarını da O’na nispet eden vahye dayalı dinler, vahyin
anlamı konusunda aralarında biraz farklılık gösterirler.” Farklılık
gösteren konuları ise Hamidullah şu şekilde ifade eder: “Vahiy kavramı
onlarda iki temel anlayışa indirgenmiş gibi gözüküyor: Allah, mesajını -ya bir
melek aracılığıyla ya da direkt olarak ilham yoluyla elçisinin ruhuna gönderir,
-ya da Allah, bir insanda somutlaşır- ve böylece onun diliyle konuşur, onun
eliyle iş görür ve onun kalbiyle arzu eder.”[7]
Dünya üzerindeki vahye dayalı dinlerin görüşlerine
göre tüm insanların itaat etmesi için ortaya konulmuş olan bir takım kaidelerin
bir elçi ile vahyedilmesi mecburidir. Hamidullah ise bu konuya diğer dinlerin
vahiy-ilham ile ilgili anlayışlarını ele alarak şu şekilde ifade etmektedir:
“Brahmanlar da, Sruti denilen vahyedilmiş kitaplara
inanırlar. Bunlar arasında Eski Yazılar ve Bilim Yazıları bulunur. Onlar,
‘Avatar’ ya da ‘Allah’ın insanlarda somutlaşması’ anlayışına sahiptirler.”
“Budist anlayış da vahye dayanmış gibi gözüküyor:
İnsanın, düşünme ve benliğini öldürme yoluyla, kendini arındırması gerekir;
işte o zaman, gerçek marifet, ruha vahyedilir.”
“Yahudilere göre,
Allah (Hz. Musa’ya) kah doğrudan doğruya, kah mesajı taşıyan bir aracı
melek vasıtısıyla konuşur.”
Hamidullah, vahiy-ilham konularını diğer dinler
üzerinden de ele aldıktan sonra konuyu daha fazla ileriye götürmeden
Müslümanların anlayışı üzerinden vahiy-ilham konusunu da şu şekilde ifade
etmiştir:
“Allah,
aşkındır ve her türlü beşeri algıların ötesindedir. Bununla birlikte O, insana
şah damarından daha yakındır (Kaf Suresi, 50/16). Boyun eğilmesi gereken O’dur.
Rahmetiyle zaman zaman her toplumdan, tanrısal mesajı vahiy yoluyla alıp
halklarına iletmek için bazı insanlar seçmiştir. Allah, semavi elçileri, yani
melekleri, özellikle de büyük melek Cebrail’i Allah’ın vahyini insan elçiye,
Peygamber’e götürmek için görevlendirir.”[8]
Hamidullah, vahyin Allah tarafından bir melek
(Cebrail) aracılığıyla gönderildiğine dair, Hz. Peygamber’in (s.a.v) yaşamış
olduğu şu olayı zikrederek ifade etmiştir; “Hatice Resulullah (as)’a şöyle
dedi: Meleği gördüğün zaman bana seslen. Ve bir gün Resulullah (as) ona: ‘İşte
burada’ dediğinde, Hatice, ‘Gelip sağ tarafıma otur ve hala onu görüp görmediğini
bana söyle’ dedi. O da öyle yaptı ve ‘Evet onu görüyorum’ dedi. Sonra Hatice
onu sol tarafına, sonra karşısına oturttu ve hep aynı cevabı aldı. En sonunda
kendisini eşler arasında görülen bir yakınlıkla kucakladı ve aynı soruyu sordu.
Muhammed (as), ‘Hayır, artık onu göremiyorum’ karşılığını verdi. Bunun üzerine
hanımı şöyle dedi: ‘Onun gerçekten bir melek olduğuna kesin kanaat getirdim,
zira Şeytan bu özel durumumuzda bile bizi terk etmezdi.”[9]
Daha öncesinde de Hamidullah’ın belirttiği üzere; “Müslümanlar,
Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna ve O’nun elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) vahiy
yoluyla gelmiş olduğuna inanırlar. Elçi sadece vahyi alan ve ileten bir
vasıtadır. Hz. Peygamber’in ilahi mesajın bütünü veya parçaları üzerinde bunun
dışında herhangi bir etkisi olmamıştır.”[10] Bu durumu karşı
Hamidullah ise; “Allah’a bir dil atfedilemeyeciğine göre peygamberlere
mesajın nasıl ulaştırıldığını açıklamak için şöyle bir benzetme yapılabilir;
Peygamberler elektrik ampulleri, vahiyler elektrik akımı gibidirler. Akımla
temas ettiğinde ampul kendi rengi ve voltajına göre ışık verir. Bir peygamberin
anadili ampulün rengi gibidir. Diğer bütün özellikleri gibi, ampulün gücü ve
akımın şiddeti de Allah tarafından belirlenmiştir. İnsan faktörü sadece bir
yansıtma ve ulaştırma aracıdır”[11] demektedir.
Hamidullah’ın gözünden Kur’an anlayışını yine kendi
ifadesiyle şu noktadan ele alarak sonlandırabiliriz: “Bütün halinde bir
hayat ve bu hayatın çok çeşitli yönleri arasındaki ortak uyumdur. Nitekim
Kur’an,
(a) Sadece belli bir evin
çocuklarına özel olarak geldiğini ve yalnızca onlara ait bulunduğunu
söylemeyecek, aksine o, bütün insan ve cin topluluklarına gönderildiğini
söyleyecektir.
(b) Yine Kur’an, Sezar’a ait
olan ne varsa, Sezar’a bırakmayı söylemeyecek; ama, hem Allah ile insanlar
arasındaki ilişkiler, hem de bizzat insanların kendi aralarındaki kişisel ve
sosyal ilişkiler onda tam bir yol gösterme ve bir yönerge bulur. Uzmanlıklara
ve yetkilere göre kuvvetler dağılımı asla yasaklanmış değildir. Ama bunların
birbirinden koparılmasına izin verilmemiştir: İslam’da İmamet camide namaz
kıldırmayı ifade ettiği gibi, devlet başkanlığını da ifade eder. Çünkü, camide
cemaatle namaz kıldırmak devlet başkanının en önemli ayrıcalıklarından biridir.
Bunun bir sonucu olarak, hem beden, hem de ruhtan oluşan insan hayatının ruh ya
da beden şeklindeki görünüşleri, ister beden, ister ruh olsun, diğer
görünüşünün zararına olarak gelişip mutluluğa ulaşamaz. Ama her ikisi kendi
aralarında uyumlu bir denge ve verimli bir ahenk içinde gelişmelidir ki Kur’an
buna, ‘Bu dünya huzuru ve ahiret huzuru’ adını vermektedir. Kur’an, ibadet ve
ahlak gibi, hukuku da yönetecektir.”[12]
Hülasa edersek, Hamidullah’a göre Kur’an, sadece
ibadet, inanç, ahlak, vs. gibi konular çerçevesinde ele alınmamalıdır. Tam
aksine, Hamidullah’ın anlayışına göre
Kur’an hukuk, siyaset, ekonomi vs. gibi hayatın içerisindeki tüm alanlarda da
rehber olarak ele alınmalıdır. Hamidullah’ın yukarıda da ifade etmiş olduğumuz
üzere beden ve ruhun denge halinde olması gerektiğini söyleyerek bir nevi dünya
ve ahiret işlerinin denge halinde olması gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre,
ahiret huzuru, dünya huzurunun sağlanmasıyla kazanılacak bir şeydir. Bu da ancak
ruh ve beden ilişkisinin yani dünya ve ahiret işlerinin Kur’an’a göre, dengeli
ve uyumlu bir şekilde sağlanması ile mümkün olacaktır.
Sünnet (Hadis) Anlayışı
Hamidullah’a göre, “Hadis söz anlamına gelir;
Sünnet ise hareket ve davranış anlamına. Burada her ikisi birlikte söz
konusudur. Ama Arap dili, bir kimsenin hem söz, hem de davranışlarını birlikte
belirten bir kelimeye sahip olmadığı için, burada her iki kelime aynı anlamda
kullanılır.”[13]Hamidullah’ın bu
ifadesinden de anlaşılacağı üzere kendisi Sünnet ve Hadis kavramlarının aynı
manaya geldiğini, aralarında teorik olarak hiçbir farkın bulunmadığını
belirtmektedir. Bu konuya yönelik Hamidullah’ın bir başka ifadesi de şu
şekildedir; “İslam Peygamberi Hz. Muhammed’den (s.a.v) nakledilenler Hadis olarak adlandırılır. Hadisler
Hz. Peygamber’in (s.a.v) söyledikleri veya yaptıklarının tasviri olabileceği
gibi, O’nun arkadaşlarının davranışları karşısında aldığı tavırlarda da
olabilir. Sahabelerde gördüğü bazı davranışlara karşı çıkmayarak onları dolaylı
yoldan onaylaması, söz ile ifade etmiş veya kendisi de benzer davranışlarda
bulunmuş olmasa da, o hareketlerin meşru olduğunu gösterir.”[14]
Buradan yola çıkarak Hamidullah’ın hadislere ve
sünnete ne derece önem verilmesi gerektiğini kendisinin de ifade ettiği üzere
şu duruma bağlayabiliriz:“Vahyin gelmediği bazı durumlarda Hz. Peygamber
(s.a.v), bazı kararları sağduyusuna dayanarak vermiştir.; bu kararlar içinde
Allah’ın onaylamadığı olduğunda bir vahiyle peygamberin kararı düzeltiliyordu.
Allah’ın topluma peygamberi aracılığıyla ilettiği emir ve hükümler, dinin özünü
oluşturmakla birlikte her zaman tek başlarına pratik sonuçlar
doğurmayabilirler.”[15]
Bu duruma yine Hamidullah’ın başka bir ifadesiyle
açıklık getirebiliriz: “Kur’an aslında dinin özünü içerir. Dini uygulama
yöntemlerine, bunların detaylarına ve gerekli açıklamalara daha çok Hz.
Peygamber’in (s.a.v) sünneti kaynaklık etmektedir. Bu durum şu örnekle
açıklanabilir: Kur’an’da sadece ‘Namaz kılınız’ denilmektedir, fakat bunun
nasıl yapılacağından ve detaylarından bahsedilmez. Hz. Peygamber (s.a.v) de bu
ibadetin tüm ayrıntılarını kelimelerle tarif edemezdi. İşte bu yüzden Hz.
Muhammed (s.a.v) arkadaşlarına: ‘Bana bakın ve ben namazı nasıl kılıyorsam siz
de öyle kılın.’demiştir.”[16] Hamidullah’ın yukarıda da
bahsetmiş olduğu üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnet ve hadislerinin
Kur’an’ın detaylarına kaynaklık edebileceğini yine kendisi Hz. Peygamber’in
(s.a.v) yaşamış olduğu bazı durumlar karşısında söylemiş olduğu şu hadise
dayandırmaktadır:
“Genç ve çok dindar bir Mekkeli olan Abdullah b. Amr
b. el-As, belki de biraz önce zikrettiğimiz Ensariye yapılan tavsiyeyi
duyduğundan dolayı, Hz. Peygamber’den duyduğu veya gördüğü her şeyi kaydetmeyi
adet edinmişti. Arkadaşları ona; ‘Nasıl her şeyi yazmaya cesaret ediyorsun? Hz.
Peygamber diğerleri gibi bir insandır. Bazen memnun, bazen kızgın olabilir!’
şeklinde sitemde bulundular. Fakat zeki Abdullah, herhangi biri tarafından
yönetilmeyi kabul etmek yerine doğrudan Hz. Peygamber’e başvurdu: ‘Söylediğin
her şeyi yazıyla kaydedebilir miyim?’ ‘Evet!’ buyurdu Hz. Peygamber. Abdullah
içini tamamen rahat ettirmek için tekrar sordu: ‘Memnun olduğunda da, kızgın
olduğunda da mı?’ ‘Elbette, buyurdu, Allah’a yemin olsun ki ağzımdan hakikatin
dışında hiçbir şey çıkmaz!”[17]
Hamidullah’ın Kur’an ayetleriyle birlikte Hz.
Peygamber’in (s.a.v) söylediklerinin aynı kaynaktan beslendiği görüşüne sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayetlerin ve hadislerin teorik olarak aynı fakat
uygulama açısından birbirinden farklılık göstermektedir. Bu konuyu Hamidullah
şu ifadesiyle ortaya koymaktadır:
“Vahiy, Hz. Muhammed tarafından çok net iki kısma
ayrılmıştır: Bazı durumlarda derdi ki: ‘Bu Allah katındandır. Onu yazınız ve
günlük namazlarınızda okumak için ezberleyiniz ve bu Kur’an’dır.’ Diğer bazı
durumlarda ise, şöyle buyururdu: Şunu yapın. Ya da hiçbir şey demeden ve
yazılmasını da istemeden o şeyi bizzat kendisi yapardı. İşte, namazlarda okunan
vahiy (vahyü metlüv) ile okunmayan vahiy (vahyü gayri metlüv) arasındaki fark
bundan ileri geliyor. Bu ikinci kısma girenler, genellikle Hz. Peygamber’in
hareket, iş ve tutumlarına (hatta onun “özel” insiyatiflerine) ilişkin
anlatılanlar, ayrım yapılmaksızın ‘Hadis’ ya da Sünnet diye adlandırılır.”[18]
Hamidullah’ın Kur’an ile Sünnet (Hadis) anlayışlarını
şu ifadeleriyle noktalayabiliriz: “Kur’an ve Hadis, teorik olarak, toplum
açısından aşağı yukarı aynı değere sahiptir. Bir inanan başka türlü nasıl
düşünebilir ki? Çünkü, bizzat Kur’an sürekli olarak şunu veya benzeri ifadeleri
tekrar etmektedir: ‘Elçi’nin size verdiğini alın ve sizi sakındırdığından
sakının.’ Ama bu konuda kanıtlama probleminden kaynaklanan bir farklılık söz
konusudur. Hz. Peygamber devrinde yaşayan birisi için, bu konuda, herhangi bir
problem söz konusu değildi. Ama daha sonraki dönemlerde, Kur’an ve Hadis’in
korunması farklı serüvenlere sahip olduğu için, Hz. Muhammed’e nispet edilen
bir hadisin doğru olup olmadığı araştırılır. Eğer doğru ise, onu uygulamak
gerekir.”
Sonuç olarak Hamidullah’ın da yukarıda belirtmiş
olduğu üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v)
tüm söyledikleri aslında Allah tarafından kontrol altında tutulmaktadır. Bundan
dolayı, Hz. Peygamber’in (s.a.v) söyledikleri Allah’ın ayetlerine, emirlerine
kaynak olma özelliği taşıdığından dolayı aslında söylediklerinin her biri bir
emir ve kural niteliğindedir. Aynı zamanda bir beşer olan Hz. Peygamber
(s.a.v), olur da sağduyusundan yola
çıkarak Allah’ın onaylamayacağı bir karar veya hüküm verirse bu direkt olarak
Allah tarafından vahiy yoluyla tekrar düzeltiliyordu. Bu yüzden Hamidullah’a
göre Kur’an ayetleriyle Hz. Peygamber’in (s.a.v) hadisleri teoride aynı değere
sahiptir ve birbirinden ayırt edilemez niteliktedirler.
İttihad-ı İslam
Anlayışı
Bu görüş esasen bir buçuk asır öncesinde II.
Abdulhamid’e dayanan bir idealin, yani “İttihad-ı İslam” veya “İttihad-ı
Anasır-ı İslam” şeklinde ifade edilen bir söylemin yansımasıdır. Bu ideal,
Osmanlı Devleti zamanında başlayan Batı işgalinden İslam ülkelerini nasıl bağımsız kılabiliriz söyleminin cevabı üzerine kurulmuştur. Dikkat edilirse hemen
hemen bütün İslamcıların ortak noktalarından birisi olan bu ideal, aynı zamanda
İslam’ın da asıl hedefleri arasındadır.
Malumunuz üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından
sonra, Müslümanlar arasında siyasi olarak belli başlı bir takım mevzular boy
göstermeye başlamıştır. Allah Resulü (s.a.v)
kendisinden sonra gelecek olan halefin kim olacağını ve bununla birlikte
kendinden sonra gelecek yönetimin nasıl oluşturması gerektiğine dair de bir şey
söylememiştir. Hamidullah’a göre,halifenin kim olacağında veyahut olması
gerektiğine dair tartışmaların yanında ele alınması gereken bir mesele daha
vardır. “Acaba bu Halife, sadece siyasi bir kral mı olacak, yoksa dini
vazifeleri de yürütecek miydi?”[19] Hamidullah’ın bu mesele
ile ilgili sorusuna yine kendisi şu cevabı vermektedir: “Bu mesele, Hz.
Peygamber’in (s.s.v) ölüm döşeğinde verdiği bir emirle halledildi. Bundan Hz.
Ebu Bekir’in (r.a) Camiye İmam olarak tayinini kast ediyorum.”[20]
Hamidullah, sormuş olduğu sorusuna karşılık vermiş
olduğu bu cevabın yanında konuya bağlı olarak şu ifadeleri de kullanmıştır: “İşte,
Beni Saide sakifesi’nde, ortaya atılan en mühim delil, bu idi. Hz. Ebu Bekir’in
Halife olmasını istemeyenler şu görüşü ileri sürdüler. ‘Hz. Peygamber (s.a.v),
hastalığı esnasında İmam olarak Hz. Ebu Bekir’i seçti. Şayet, Ensar’dan biri
halife olacak olursa o, Hz. Peygamber’in tayin ettiği Hz. Ebu Bekir’i (r.a)
yerinden almış olacak ki, bu mümkün değil’. Bunun üzerine herkes ‘Evet’
dediler. ‘Hz. Ebu Bekir, imametten alınamaz.”
Şu halde dini idare olan imamet, Hacc kontrollüğü gibi
tamamen dini meseleler, aynı zamanda tamamen siyasi olan devlet reisine yani
Halife’ye tevdi edildi.”[21]
Hamidullah, halifelik ile ilgili olan imamet
tartışmalarını bu ifadelerinden yola çıkarak şu şekilde sonuçlandırmaktadır: “Netice
olarak, Müslümanlar dini ve maddi meselelerin hepsini aynı reise yani Halife’ye
tevdi edilmesini istediler. Buna rağmen, dini selahiyetlerin tümünün değil,
sadece bir kısmının halifeye tevdi edildiği de vakidir. Şu halde Müslümanların,
işlerini üç gruba ayırdıklarını görüyoruz:
a) Siyasi işler.
b) İbadet.
Hamidullah, buraya kadar teoride halifelik
müessesesinin nasıl olması gerektiğine dair bir takım mevzuları ele almıştır.
Hamidullah’a göre halife tarihte belli başlı konularda yönettiği insanlar
üzerinde hakimiyet sahibi olmamıştır. Zaten olması da mümkün değildir. Çünkü
halife, Peygamber gibi belli özelliklere sahip değildir. İster istemez bu durum
da bazı ayrımları beraberinde getirmiştir. Bu konuyla ilgili olarak, Hamidullah,
yukarıda sıralı bir şekilde aktarmış olduğu üç konu üzerinden konuya tam
anlamıyla bir açıklık kazandırmıştır:
“Bunlardan ilk ikisi, yani siyasi işlerle, ibadet,
Halife’ye tevdi edildi. Manevi meseleler ise, Halife’nin selahiyetleri dışına
çıkarıldı. Ve bu üçüncü grup için de, manevi alanda bir başka halife vardı. Bu
durumda iki halifenin olduğunu farz edelim. Bu halifelerden biri, yani Hz. Ebu
Bekir (r.a) siyaset ve ibadetle ilgili işlere, diğeri ise, tamamen manevi
işlere bakacaktı. Fakat, her iki halife de aynı kanun, yani Kur’an-ı Kerim ve
Hadis’e bağlı olacaklardı. Görüyoruz ki, bu her iki selahiyet, aynı anda
paralel olarak ve fakat ayrı şekillerde gelişmişlerdir. Birinci grupta -ki buna
zahiri grup diyelim- iki halife kabul edilmedi. Bunun aksine, manevi grupta
görüyoruz ki, aynı yerde aynı zamanda birçok halife kabul edilmektedir. Ve
bunlar da bir anlamda halife, yani Hz. Peygamber’in (s.a.v) halefler idiler.” [23]
Hamidullah, bu ifadesiyle aslında konuyu net bir
şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Ona göre halihazırda bir halifenin ya da
halifeliği temsil eden bir kurumun ilk iki hususta tüm Müslümanların biatını
alması gerektiğini üçüncü hususta ise muhayyer tutulması gerektiğini ifade
ederek Müslümanların ittihadını hedeflemektedir. Diğer bir ifadeyle sadece
siyasi yönden halifelerin bazı ayrışmaların içine düştüğünü de söylemekte ve bu
yüzden halifeliğin siyasi ve dini meselelerde hüküm sahibi olduğunu lakin
manevi meselelerde Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra insanlar ister
istemez manevi olarak farklı insanların yolunu takip edebilirler. Bu mevzuda
sadece takip edilen manevi yolların bir çatı altında toplanması koşuluyla
herhangi bir sorun teşkil etmemektedir. Hamidullah’ın İttihad-ı İslam
anlayışını kendisinin şu ifadesiyle toparlayalım: “Siyasi yönden olan
Halife, geçici olup, bu dünya ile ilgili olduğu için, manevi grupta, Hz. Ebu
Bekir (r.a) Halife seçilmiştir. Halbuki, ebediyete taalluk eden diğer grupta,
yani manevi alanda Halife olarak, Hz. Ali (r.a), Hz. Ömer (r.a) ve diğerleri de
olduğu için, gruplar arasında kıskançlık ve çekememezlik yoktur. Şu halde
hiçbir sünni, Hz. Ali’nin (r.a) manevi yönden Hz. Peygamber’den (s.av) sonra
ilk halife olduğunu inkar etmez. Ve bu hususta, Sünniler de şia, Hz Ali’nin
(r.a) Hz. Peygamber’in (s.av) ölümünden sonra, ilk manevi halife olduğunu,
kabul edecektir.”[24]
İslam dünyasının içine düşmüş
olduğu parçalanmışlık halinden kurtulmasını hedefleyen bu uzlaştırma ve bağdaştırma
fikrinin müesses hali, Hamidullah’a gore cihanşümul bir “Hilafet Konseyi”dir. Bu
konsey bölgesel rekabetlerden ve alınganlıklardan kaçınılarak devrin devlet başkanlarının
bir araya gelerek oluşturacağı ve sıra ile başkanlık edecekleri bir müessese olacaktır.
Komiteye üye olan Müslüman devletlerin temsilcilerinin halife sıfatıyla nöbetleşe
birer yıl reislik mevkiinde bulunmaları, İslam ülkeleri arasında ihtilaf doğuran
hareketleri bertaraf ederek ihtilafların hallini destekleyen bir çözüm yolu ve birliği
tesis etmede vesile olabilir. Ona göre, bu çeşit bir çözüm şekli, aynı zamanda Müslümanların
bir halifeye sahip olmaları şeklindeki dini ihtiyaçlarını da karşılamış olmaktadır.
Yine böyle bir teşkilatın varlığı ile dünya Müslümanlarının sahip olduğu mali-iktisadi
kaynakların karşılıklı yardımlaşmalar için, bir tekelde toplanmasına ve kullanılmasına
yönelik ilk adım atılmış ve gayrimüslimlerin teşkil ettiği bloklara karşı iktisadi
ve kültürel sahada en kolay ve makul bir yarışma şartı sağlanmış olmaktadır.
İçtihad Anlayışı
İçtihad, Çağdaş İslam Düşüncesi’nin üzerinde en çok durulan
konularından birisidir. Bir kısım insanlar Müslümanların “içtihat yapılamadığı”
için günümüzdeki duruma düştüğünü ifade ederler. Örneğin; Şah Veliyyullah Dıhlevi,
Müslümanların geri kalma sebepleri arasında Hilafetin saltanata çevrilmesi ile içtihadın
kapanması olduğunu belirtmektedir. Ona göre, mezhepler bir zaman sonar içtihad kapısının
kapanmasına sebep olmuştur.
Hamidullah’ın İslami
anlayışının temeli, içtihat yapılmasıyla ilgili bir tavır alış üzerine kurulmuştur.
İçtihadla ilgili
olarak kendisine sorulan ‘İçtihad nasıl olmalıdır?’ sorusuna şu cevabı
vermiştir. “Hakkına Kuran’da ve Hadis’te sarih bir hüküm bulamadığımız bir
problemle karşılaştığımız taktirde, hem ferdi hem de kollektif olarak kendi
gayretimizle (içtihadla) İslami bakış açısını bulmaya çalışırız. Oy birliğini
temin ettiğimiz takdirde ne ala; aksi takdirde yönetim Meclis üyelerinin
çoğunluğunun serdettiği görüşleri uygulayacaktır.”[25]
İçtihadın nasıl olması gerektiği ele alındığı gibi
herkesin içtihat yapmaya yetkisi var mıdır? Bu da ele alınması gereken bir soru
işaretidir. Eğer bu yetki herkese açıksa ortaya çıkabilecek ihtilaflar birçok
sorunu da beraberinde getirmiş olacaktır. Bu konuyla ilgili Hamidullah’ın
ifadesi şu şekildedir.
“Bu yetki herkese verilmemiştir. Ancak İslam hukuku
ve fıkıh konusundaki uzmanlar içtihadda bulunabilirler, ihtilafın ortaya
çıkmasında ise hiçbir zarar yoktur. Çoğunluktaki ve azınlıktaki görüşleri
bilmemiz gerekir. Ancak azınlıktaki görüşleri bildiğimiz zaman onları kabul ya
da reddetme fırsatımız olur. İhtilaflar, dürüstlük ve samimiyete dayanması
şartıyla bir rahmettir.”[26]
Konuyla ilgili bir başka eserinde ise şu ifada de
bulunmuştur. “Böyle bir görev ancak uzmanlar tarafından üstlenilebilir.
Kanun yapımıyla hiç bir ilgisi olmayan bir hekim ya da fırıncının fazla bir
katkısı olmayacaktır. İslam toplumunda bir kısım insanlar şeriatı tatbik eder,
bir diğer kısım ise onu şerh ve izah ederler. Birinci grup kadılar (hakimler),
diğer grup ise hüküm veren fakat onu uygulamayan müftülerdir. Bir kadı iki
taraf arasındaki ihtilafta hükümleri uygular, fakat bir müftü sadece meseleyi aydınlığa
kavuşturur ve izah eder, hükmü uygulamaz. Farklılığa rağmen her ikisi de tali
kanun koyuculuk görevini ifa etmektedir. Temel hukuku Kur’an ve Hadis ortaya
koymakta; onların sessiz kaldığı durumlarda bu kişiler içtihad ederek hükmü
açığa çıkarmaya (istinbat) ve uygulamaya çalışırlar.”[27]
Hamidullah’ın yukarıda ifadesinde de belirtmiş olduğu
üzere içtihad iki kaynakta soruna çözüm bulunamadıysa alanında uzman kişiler
tarafından yapılabilir. Hamidullah, “Bir kişi bir sorunun cevabını o sırada
henüz tamamlanmamış iki kaynakta bulamamışsa bu yönde içtihatta bulunulmasına
izin veriliyordu. Bu izin Kur’an ve Hadis’in yüzde yüzü tamamlandıktan sonra da
geçerli olacaktır. Bir kadı, bir müftü veya bir fakih alimi, söz konusu iki
kaynakta bir çözüm bulamazsa, Peygamber (s.a.v) bunun çıkış yolunu da
göstermiştir. Böyle bir durumda içtihad yoluna başvurmamız gerekir.”[28]
Hamidullah’ın içtihad anlayışıyla ilgili belirtmiş
olduğu bir durum vardır. Kendisi içtahadı bir rahmet olarak da görüyor ve
bununla ilgili şu ifadeyi ele almıştır. “Bu süreç vasıtasıyla ulaştığımız
karar, Allah’ın rahmetine mazhar olacaktır. Hatırlayacaksınız, bu rahmeti
Peygamber (s.a.v) bizzat kendisi dile getirmişti: ‘ Ey Allah’ım! Resulünün
elçisinin verdiği cevapla mesud oldum.’ Bu izni reddetmemeli, Allah’ın
Peygamber’i (s.a.v) vasıtasıyla bizi mazhar ettiği bu kolaylıktan mutlu
olmalıyız.” [29]
Bu meyanda esas soru şudur:
Alınan içtihad
kararı sonuç olarak doğru olmazsa durum ne olacak? Bu soru üzerine bununla
ilgili Hz. Peygamber (s.a.v) üzerinden yaşanmış bir olay mevcuttur. “Bedir
Savaşı’ndan sonra Müslümanların elinde esirlerle, ganimet malları vardı. Vahiy
gelmedi ve Peygamberimiz içtihatta bulundu: Ebu Bekir’in (r.a) görüşünü kabul
edip, her esiri bir miktar mal mukabilinde serbest bıraktı. Bu da beşeri bir
durumdu. Fakat Allah, bunun üzerine vahiy gönderdi ve ‘Daha önceden Allah’tan
verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızda ötürü size büyük bir azap
erişirdi’ ayeti indi.”[30] Hz. Peygamber’in (s.a.v)
bulunmuş olduğu içtihad sonuç itibariyle yanlışsa direkt olarak Allah
tarafından uyarı geliyordu. Bu esaslar dâhilinde vazedilmesi
gereken bir diğer soru şudur: Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra diğer
Müslümanların bulunduğu içtihad sonucunda durum nasıl değerlendirilecektir?
Hamidullah bu konuyla ilgili durumu şu şekilde ifade etmiştir: “İlgili
Kur’an ayeti mevcut olduğunda dahi, alimler onu kendi anlayış ve görüşleri
doğrultusunda farklı farklı yorumlayabilmektedirler. Bundandır ki, Peygamber
(s.a.v) Amr ibn As’ın sorusuna cevaben, bir müçtehid hatalı bir içtihad etse
dahi Allah’ın, cehdinin karşılığı olarak bir sevap vereceğini söylemiştir.”[31]
SONUÇ
Gayret ve çalışkanlık hususlarında
mümtaz bir yapıya sahip olan, gayet başarılı bir eğitim hayatı süresince Doğu ve Batı
düşüncesini, eserlerini ve düşünürlerini tetkik eden Hamidullah, ne tamamen Doğu
düşüncesinin ne de tamamen Batı anlayışının etkisinde kalmış olan bir kişidir. Esasen
ikisini de kendisinde ve çalışmalarında meczetmiş yapısı ile nevi şahsına münhasır
bir farkındalık oluşturmuştur. İslam medeniyetinin tarihi birikimine bağlılık
hususunda sıkı bir gelenekçi olmasına rağmen
modern ilimleri ve metodolojilerini çalışmalarında kullanan Hamidullah, ister geçmişten gelsin isterse
modern döneme ait olsun her problemi öncelikle temel kaynaklar zaviyesinden değerlendirmiştir.
Meseleleri Kuran ve sünnet merkezli değerlendirmekten hiçbir
zaman yüksünmemiştir. Hayatının bilinen her döneminde inançlı ve inançları istikametinde yaşayan bir insan olarak tanınmıştır.
Hamidullah’ın Çağdaş İslam Düşüncesi’ne en
önemli katkısı olarak şu iki hususu özellikle ifade etmeliyiz: Birincisi, İslam’ı
ve Peygamberi’ni bütün olarak idrak etmesi ve bu temel kaynakların izhar ettiği
ilkelerin kıyamete kadar tüm insanlığın meselelerine çözümler üretecek yapıya
sahip olduğunu ilmi olarak ortaya koymasıdır. İkincisi ise, birincideki
perspektifinin sonucu olarak, İslam’ı salt itikadi, ameli ve ahlaki bir olgu
olmaktan çıkararak göz ardı edilemeyecek önemde siyasi, hukuki, iktisadi olgularını
gün yüzüne çıkarması, İslam’ı bütünsel bir yapıda takdim etmesidir.
Bütün bu yönleriyle Hamidullah, “ameli ve
nakli gelenek” ile “akli-nazari yaklaşım”ı kendisinde meczeden, diğer bir
ifadesiyle gelenek ile modern düşünceyi şahsında birleştiren bir
ıslahatçı/İslamcı olarak farklı kültürler ile karşılaşmanın Müslümanları yüz
yüze getirdiği soru(n)ların üstesinden gelebilmelerinin tabii gereklerini
yerine getirmek üzere hareket eden ve bu nevi İslam’ın yaşadığı çağın idrakine
sunmaya çalışan günümüz İslamcı alimlerinden bir tanesidir. Nitekim
İslamcıların ortak hususiyetlerinden birisi olan “İttihad-ı İslam” anlayışı da
buna delildir. Ayrıca temel kaynaklara, içtihada, cihada, İslam ekonomisine
dair kanaatleri de bu durumun sarih birer numunesidir.
KAYNAKÇA
Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, İstanbul: Klasik Yayınları,
2016.
Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, İstanbul: Beyan Yayınları,
2013.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul: Beyan Yayınları,
2015.
Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, İstanbul: Beyan Yayınları,
2012.
Muhammed Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, İstanbul:
Beyan Yayınları, 2016.
Muhammed Hamidullah, İslam’ın Doğuşu, İstanbul: Beyan Yayınları,
2015.
Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, İstanbul: Beyan Yayınları,
2016.
Muhammed Hamidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, İstanbul: Beyan
Yayınları, 2013.
0 yorum:
Yorum Gönder