21 Haziran 2017 Çarşamba

Muhammed Hamidullah’ın Çağdaş İslam Dünyasındaki Yeri

 Adem Pervan[1]*
Son asrın önde gelen alimlerinden biri olan Muhammed Hamidullah, köklü bir ilim geleneğine sahip olmasına rağmen okumuş olduğu İslami kaynaklar ve bu kaynaklardan yola çıkarak yapmış olduğu yorumlarla ele almış olduğu meseleleri, güncel boyuta taşıması sayesinde Türkiye’de dahil olmak üzere bir çok ülkede kabul görmüş bir kişidir. Hamidullah bu süre zarfında Müslümanların bilinçlendirilmesi hususunda bir sorumluluk üstlenmiş ve ömrünün sonuna kadar da bunun için gayret sarf etmiştir. Bu sebepten dolayı masa başı akademisyen kimliğinden ziyade daha çok bir alim olarak ön plana çıkmıştır.
Bu çalışmamızda Hamidullah’ın Çağdaş İslam Düşüncesi’ndeki yerini İslamcılık tartışmaları bağlamında temel kaynaklar (Kur’an ve Sünnet), içtihad ve İttihad-ı İslam anlayışlarını ortaya koymak ve İslam düşüncesinin temel kavramlarına yüklediği anlamı ele alıp, bu bakış açısından hareketle Çağdaş İslam Düşüncesindeki yerini ve etkisini ortaya koymaya çalışacağız. Bu tespitleri yaparken Mehmet Ali Büyükkara’nın Çağdaş İslami Akımlar adlı kitabında günümüz Müslümanlarını Gelenekçiler, Islahatçılar ve Modernistler başlığı altında tasnif etmiş olduğu özellikleri tahlil ederek, Hamidullah’ın hangi kategoride değerlendirilmesi gerektiğinin mukayesesini gerçekleştirmeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Kur’an, Sünnet, İttihad-ı İslam, İçtihad, Gelenek, Islahat

GİRİŞ
Hint coğrafyası, İngilizlerin 16. asırda ticari faaliyet ile başlayıp 19. asırda işgalinin siyasi ve askeri faaliyet ile işgalinin tamamlandığı bir tarihi arka plana sahiptir. Bu tarih, sadece Hint coğrafyasının değil esasen tüm Batı-dışı toplumların benzer bir süreci yaşadığı işgali içerisinde barındırmaktadır. Muhammed Hamidullah’ın doğup büyüdüğü Haydarabâd Nizamlığı da bu işgalden 1948 yılında müstağni kalamamıştır. Bu işgaller İslam coğrafyasında Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif Ersoy, Zahidül Kevseri gibi Osmanlı, Muhammed Tayyip Okiç gibi Balkan, Zeki Velidi Togan gibi Orta Asya âlimini vatanından uzaklara hicret ettirdiği gibi Hamidullah gibi Hint kökenli alimi de vatansız hale getirmiştir. Hamidullah, daha genç yaşlardan itibaren zaruri olarak Arabistan, Anadolu, Afrika ve Avrupa’yı gezerek vatansız bir şekilde Müslümanların içinde bulunduğu durumu bizatihi gözlemleme imkânı elde etmiştir. Bu gözlemleri neticesinde Hamidullah, İslam’ı temel kaynaklar üzerinden bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim vd.) yeniden hayata hakim kılmak, İslam dünyasını birleştirmek (ittihad-ı İslam) uğruna yapılan daha ziyade fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu makalemizde Hamidullah’ın çağdaş dönemde İslâm anlayışını detaylıca ele alacağız. Hamidullah’a gore Müslümanların İslam’a uyma eylemi sadece inanç, ibadet ve ahlak hususunda değil, aynı zamanda siyaset, ekonomi, sanat, eğitim, hukuk gibi hayatın bütün alanlarında kendisini göstermelidir. Nitekim Hamidullah’ın sıkça vurguladığı gibi İslam, zekat, faiz, sadakalar ve sosyal sigorta gibi iktisadi alana; şura, liyakat, beyat, devlet başkanının hususiyetlerini belirleme gibi idari ve siyasi alana; siyer (devletlerarası ilişkiler), şahsi ve genel haklar ve sorumluluklar gibi hukukalanına dair ilkeler koyan bütüncül bir sistemdir.
Bu mahiyet itibariyle Hamidullah, dönemin meselelerine yönelik İslam merkezli analizler yapmış, problemleri tespit ederek bunlara İslam’ın çözüm önerilerini sunmaya çalışmıştır. Bu analizler sadece fert ve toplum hayatıyla sınırlı kalmamış, İslam dünyasının ulus-devlet merkezli yeni siyasal yapılanma sürecine girdiği bir dönemde İslam düşüncesi gereğince çözümleri de kapsayacak şekilde olmuştur.

MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİ
Muhammed Hamidullah’ın Çağdaş İslam Düşüncesi’ndeki yerini ve etkisini belirmek için öncelikli olarak modern İslam düşüncesindeki üç ana akımı özellikleriyle birlikte ele almak gerekir. Bu konuda Mehmet Ali Büyükkara’nın Çağdaş İslami Akımlar[2] eserini takip ettiğimizde bunların; 1.  Gelenekçilik, 2. Islahatçılık, 3. Modernizm şeklinde tasnif edildiğini görmekteyiz. Bu akımların genel özelliklerine baktığımızda şunları belirtebiliriz.
Gelenekçilik
Gelenekçiliği diğer akımlardan ayıran özgün karakteri anlayabilmek için bu akımın önemli özelliklerini gözden geçirmek gerekmektedir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
a)   Gelenekçi bakış açısına göre gelenek kutsaldır ve saygıyı hak etmektedir.
b)   Gelenek aynı zamanda kadim ve daimi olduğu için, aynı geleneğin mensuplarına büyük bir özgüven kazandırmaktadır; zira ulvi bir tarih paylaşılmış olmaktadır.
c)    Aynı nedenle, mensuplar arasındaki maddi, manevi bağları ve iç ahengi güçlendiren bir motivasyon sağlamaktadır.
d)   Bu durum ortak bir kimlik şuuru ortaya çıkarmaktadır.
e)    Değişim, gelişim, yenilik ve modernlik, gelenekten uzaklaşmayı ya da ondan kopuşu temsil ettiğinden şüpheyle karşılanmaktadır.
f)    Sabit ve donuk görünseler de gelenekler, özlerini değiştirmeden süreç içinde evrilebilen ve yaşanan zamana intibak edebilen bir esnekliğe sahiptir. Gelenekçi oluşumların süreklilikleri ve modern zamanlarda güçlü şekilde var olabilmeleri bundan dolayıdır.
g)   Gelenekçiler modern olana alternatif sunmalarıyla bir denge rolü oynamaktadırlar ve toplumsal değişimin hızlı olduğu süreçlerde bir fren vazifesi görmektedirler.[3]
Islahatçılık
Kültürel ıslahatçılar ile siyasal ıslahatçılar arasında usul ve yöntem açısından belirgin farklar bulunmasına rağmen her iki ıslahat tarzının ortak özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
h)   Islahatın hedefi: Islahatçılara göre Müslümanların içinde bulunduğu kötü durum İslamiyet kaynaklı değildir. Asıl nedeni Müslümanların yapmış oldukları yanlışlarda aramak gerekir. Bu durum İslamcılık metinlerinde ‘kabahat İslam’da değil Müslümanlardadır’ mealindeki ifadelerle dile getirilir. Islahatçılara göre, İslamiyet’in karşısındaki dış güçler yerine Müslümanların hatalarına bağlı olarak İslam toplumunun gerilemesinde ve çöküşe geçmesindeki asıl sorumlulardır. Bu şer odaklarına karşı kültürel veya siyasi bir savaşım vermek mecburiyeti bulunmaktadır. İşte bu noktada modernist İslami akımların öncelikle gündeme aldıkları ‘dinin eleştirel analizi’ türünden çabalar ıslahatçılıkta görülmez. Zira kabahat dinde değil kendi kusurlarımızda ve dış güçlerdedir.
i)     Dini geleneğe bakış: Bozulmada, çürümede ve geri kalmada yanlış geleneklerin de rolü olduğu düşünüldüğü için, düzeltme ve inşa hareketinde geleneğe saygı duymaya, onu korumaya öncelik verilmez. Yani bu konuda ıslahatçılar muhafazakâr değildir. Bu husus, ıslahatçı akımı kategorik olarak gelenekçilikten ayırır.
j)    Islahatçı oluşumlarda sürekli bir faaliyet, dinamizm ve teşkilatçılık göze çarpar. Söz ve yazı yerine iş, eylem ve hareket ön plandadır. Yani ıslahatçılar teoriye değil pratiğe dönük çalışmaya yatkındırlar. Bu durum ıslahatçılığı teorik bir temelinin olmadığı anlamına gelmez. Bilakis ıslahatçı yapıların kurucuları ve teorisyenleri arasında çok güçlü ilim ve fikir adamları bulunmaktadır. Fakat üretilen malzemeye bakıldığında, teorik çıktıların dahi çoğu zaman insanları iş yapmaya motive eden, bunun yolunu ve yordamını gösteren bir muhtevaya sahip oldukları görülür. [4]
Modernizm
İslam modernizminin temel tezi, Müslümanların karşı karşıya olduğu dini, sosyal, siyasal, kültürel vs. problemlere İslamiyet’in çözümler getirmeye kadir olduğu, ancak bunun sağlanması için dinin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’e dayanılması, ayrıca onların ışığında oluşmuş olan tarihsel dini mirasın, yani geleneğin ilmi ve rasyonel süzgeçten geçirilerek yorumlanması gerektiği şeklindedir. İşte bunu yaptıklarında Müslümanlar, çağdaş değişme ve gelişmelerin altında ezilmeyecekler, bilakis ona yön vermeye muktedir hale geleceklerdir.[5]

HAMİDULLAH’IN İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMEL ESASLARI
Temel Kaynak Ve Referanslar
Kur’an Anlayışı
Muhammed Hamidullah’a göre Kur’an, “Müslümanların kutsal kitabıdır ki Müslümanlar onu, Allah’ın ‘yaratılmamış kelamı’ olarak değerlendirirler. Seçip gönderdiği Elçi’sine, halkına tebliğ etmesi için onu vahyeden ‘dünyaların Rabb’idir.’ Bir Müslüman’a, Hz. Peygamber’in bu Kitap’ın yazarı olduğunu söylemekten daha büyük bir hakaret olamaz; çünkü Hz. Muhammed, yalnızca mesajı iletme görevlisidir, ki ona kendiliğinden ne bir şey eklemiş, ne de ondan kendi isteğiyle en küçük bir şey çıkarmıştır. Bu, Allah tarafından vahyedilmiş bir Kitap’tır, bir Mesaj’dır.[6]
Hamidullah’ın, Kur’an hakkındaki bu görüşü kendisinin de ifade etmiş olduğu üzere daha çok vahiy ve elçi üzerinden ilişkilendirmesine dayalıdır. Bu görüşünü ise vahiy konusunu diğer dinlerin bakışıyla tahlil ederek ele almaktadır. “Yalnızca, tek bir olan Allah’a inanmakla kalmayan, ama aynı zamanda yasalarını da O’na nispet eden vahye dayalı dinler, vahyin anlamı konusunda aralarında biraz farklılık gösterirler.” Farklılık gösteren konuları ise Hamidullah şu şekilde ifade eder: “Vahiy kavramı onlarda iki temel anlayışa indirgenmiş gibi gözüküyor: Allah, mesajını -ya bir melek aracılığıyla ya da direkt olarak ilham yoluyla elçisinin ruhuna gönderir, -ya da Allah, bir insanda somutlaşır- ve böylece onun diliyle konuşur, onun eliyle iş görür ve onun kalbiyle arzu eder.[7]
Dünya üzerindeki vahye dayalı dinlerin görüşlerine göre tüm insanların itaat etmesi için ortaya konulmuş olan bir takım kaidelerin bir elçi ile vahyedilmesi mecburidir. Hamidullah ise bu konuya diğer dinlerin vahiy-ilham ile ilgili anlayışlarını ele alarak şu şekilde ifade etmektedir:
Brahmanlar da, Sruti denilen vahyedilmiş kitaplara inanırlar. Bunlar arasında Eski Yazılar ve Bilim Yazıları bulunur. Onlar, ‘Avatar’ ya da ‘Allah’ın insanlarda somutlaşması’ anlayışına sahiptirler.
Budist anlayış da vahye dayanmış gibi gözüküyor: İnsanın, düşünme ve benliğini öldürme yoluyla, kendini arındırması gerekir; işte o zaman, gerçek marifet, ruha vahyedilir.
Yahudilere göre,  Allah (Hz. Musa’ya) kah doğrudan doğruya, kah mesajı taşıyan bir aracı melek vasıtısıyla konuşur.
Hamidullah, vahiy-ilham konularını diğer dinler üzerinden de ele aldıktan sonra konuyu daha fazla ileriye götürmeden Müslümanların anlayışı üzerinden vahiy-ilham konusunu da şu şekilde ifade etmiştir:
 Allah, aşkındır ve her türlü beşeri algıların ötesindedir. Bununla birlikte O, insana şah damarından daha yakındır (Kaf Suresi, 50/16). Boyun eğilmesi gereken O’dur. Rahmetiyle zaman zaman her toplumdan, tanrısal mesajı vahiy yoluyla alıp halklarına iletmek için bazı insanlar seçmiştir. Allah, semavi elçileri, yani melekleri, özellikle de büyük melek Cebrail’i Allah’ın vahyini insan elçiye, Peygamber’e götürmek için görevlendirir.[8]
Hamidullah, vahyin Allah tarafından bir melek (Cebrail) aracılığıyla gönderildiğine dair, Hz. Peygamber’in (s.a.v) yaşamış olduğu şu olayı zikrederek ifade etmiştir; “Hatice Resulullah (as)’a şöyle dedi: Meleği gördüğün zaman bana seslen. Ve bir gün Resulullah (as) ona: ‘İşte burada’ dediğinde, Hatice, ‘Gelip sağ tarafıma otur ve hala onu görüp görmediğini bana söyle’ dedi. O da öyle yaptı ve ‘Evet onu görüyorum’ dedi. Sonra Hatice onu sol tarafına, sonra karşısına oturttu ve hep aynı cevabı aldı. En sonunda kendisini eşler arasında görülen bir yakınlıkla kucakladı ve aynı soruyu sordu. Muhammed (as), ‘Hayır, artık onu göremiyorum’ karşılığını verdi. Bunun üzerine hanımı şöyle dedi: ‘Onun gerçekten bir melek olduğuna kesin kanaat getirdim, zira Şeytan bu özel durumumuzda bile bizi terk etmezdi.[9]
Daha öncesinde de Hamidullah’ın belirttiği üzere; “Müslümanlar, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna ve O’nun elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) vahiy yoluyla gelmiş olduğuna inanırlar. Elçi sadece vahyi alan ve ileten bir vasıtadır. Hz. Peygamber’in ilahi mesajın bütünü veya parçaları üzerinde bunun dışında herhangi bir etkisi olmamıştır.”[10] Bu durumu karşı Hamidullah ise; “Allah’a bir dil atfedilemeyeciğine göre peygamberlere mesajın nasıl ulaştırıldığını açıklamak için şöyle bir benzetme yapılabilir; Peygamberler elektrik ampulleri, vahiyler elektrik akımı gibidirler. Akımla temas ettiğinde ampul kendi rengi ve voltajına göre ışık verir. Bir peygamberin anadili ampulün rengi gibidir. Diğer bütün özellikleri gibi, ampulün gücü ve akımın şiddeti de Allah tarafından belirlenmiştir. İnsan faktörü sadece bir yansıtma ve ulaştırma aracıdır[11] demektedir.
Hamidullah’ın gözünden Kur’an anlayışını yine kendi ifadesiyle şu noktadan ele alarak sonlandırabiliriz: “Bütün halinde bir hayat ve bu hayatın çok çeşitli yönleri arasındaki ortak uyumdur. Nitekim Kur’an,
(a) Sadece belli bir evin çocuklarına özel olarak geldiğini ve yalnızca onlara ait bulunduğunu söylemeyecek, aksine o, bütün insan ve cin topluluklarına gönderildiğini söyleyecektir.
(b) Yine Kur’an, Sezar’a ait olan ne varsa, Sezar’a bırakmayı söylemeyecek; ama, hem Allah ile insanlar arasındaki ilişkiler, hem de bizzat insanların kendi aralarındaki kişisel ve sosyal ilişkiler onda tam bir yol gösterme ve bir yönerge bulur. Uzmanlıklara ve yetkilere göre kuvvetler dağılımı asla yasaklanmış değildir. Ama bunların birbirinden koparılmasına izin verilmemiştir: İslam’da İmamet camide namaz kıldırmayı ifade ettiği gibi, devlet başkanlığını da ifade eder. Çünkü, camide cemaatle namaz kıldırmak devlet başkanının en önemli ayrıcalıklarından biridir. Bunun bir sonucu olarak, hem beden, hem de ruhtan oluşan insan hayatının ruh ya da beden şeklindeki görünüşleri, ister beden, ister ruh olsun, diğer görünüşünün zararına olarak gelişip mutluluğa ulaşamaz. Ama her ikisi kendi aralarında uyumlu bir denge ve verimli bir ahenk içinde gelişmelidir ki Kur’an buna, ‘Bu dünya huzuru ve ahiret huzuru’ adını vermektedir. Kur’an, ibadet ve ahlak gibi, hukuku da yönetecektir.”[12]
Hülasa edersek, Hamidullah’a göre Kur’an, sadece ibadet, inanç, ahlak, vs. gibi konular çerçevesinde ele alınmamalıdır. Tam aksine,  Hamidullah’ın anlayışına göre Kur’an hukuk, siyaset, ekonomi vs. gibi hayatın içerisindeki tüm alanlarda da rehber olarak ele alınmalıdır. Hamidullah’ın yukarıda da ifade etmiş olduğumuz üzere beden ve ruhun denge halinde olması gerektiğini söyleyerek bir nevi dünya ve ahiret işlerinin denge halinde olması gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre, ahiret huzuru, dünya huzurunun sağlanmasıyla kazanılacak bir şeydir. Bu da ancak ruh ve beden ilişkisinin yani dünya ve ahiret işlerinin Kur’an’a göre, dengeli ve uyumlu bir şekilde sağlanması ile mümkün olacaktır.
Sünnet (Hadis) Anlayışı
Hamidullah’a göre, “Hadis söz anlamına gelir; Sünnet ise hareket ve davranış anlamına. Burada her ikisi birlikte söz konusudur. Ama Arap dili, bir kimsenin hem söz, hem de davranışlarını birlikte belirten bir kelimeye sahip olmadığı için, burada her iki kelime aynı anlamda kullanılır.”[13]Hamidullah’ın bu ifadesinden de anlaşılacağı üzere kendisi Sünnet ve Hadis kavramlarının aynı manaya geldiğini, aralarında teorik olarak hiçbir farkın bulunmadığını belirtmektedir. Bu konuya yönelik Hamidullah’ın bir başka ifadesi de şu şekildedir; “İslam Peygamberi Hz. Muhammed’den (s.a.v) nakledilenler Hadis olarak adlandırılır. Hadisler Hz. Peygamber’in (s.a.v) söyledikleri veya yaptıklarının tasviri olabileceği gibi, O’nun arkadaşlarının davranışları karşısında aldığı tavırlarda da olabilir. Sahabelerde gördüğü bazı davranışlara karşı çıkmayarak onları dolaylı yoldan onaylaması, söz ile ifade etmiş veya kendisi de benzer davranışlarda bulunmuş olmasa da, o hareketlerin meşru olduğunu gösterir.”[14]
Buradan yola çıkarak Hamidullah’ın hadislere ve sünnete ne derece önem verilmesi gerektiğini kendisinin de ifade ettiği üzere şu duruma bağlayabiliriz:“Vahyin gelmediği bazı durumlarda Hz. Peygamber (s.a.v), bazı kararları sağduyusuna dayanarak vermiştir.; bu kararlar içinde Allah’ın onaylamadığı olduğunda bir vahiyle peygamberin kararı düzeltiliyordu. Allah’ın topluma peygamberi aracılığıyla ilettiği emir ve hükümler, dinin özünü oluşturmakla birlikte her zaman tek başlarına pratik sonuçlar doğurmayabilirler.”[15]
Bu duruma yine Hamidullah’ın başka bir ifadesiyle açıklık getirebiliriz: “Kur’an aslında dinin özünü içerir. Dini uygulama yöntemlerine, bunların detaylarına ve gerekli açıklamalara daha çok Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünneti kaynaklık etmektedir. Bu durum şu örnekle açıklanabilir: Kur’an’da sadece ‘Namaz kılınız’ denilmektedir, fakat bunun nasıl yapılacağından ve detaylarından bahsedilmez. Hz. Peygamber (s.a.v) de bu ibadetin tüm ayrıntılarını kelimelerle tarif edemezdi. İşte bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v) arkadaşlarına: ‘Bana bakın ve ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın.’demiştir.”[16] Hamidullah’ın yukarıda da bahsetmiş olduğu üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnet ve hadislerinin Kur’an’ın detaylarına kaynaklık edebileceğini yine kendisi Hz. Peygamber’in (s.a.v) yaşamış olduğu bazı durumlar karşısında söylemiş olduğu şu hadise dayandırmaktadır:
“Genç ve çok dindar bir Mekkeli olan Abdullah b. Amr b. el-As, belki de biraz önce zikrettiğimiz Ensariye yapılan tavsiyeyi duyduğundan dolayı, Hz. Peygamber’den duyduğu veya gördüğü her şeyi kaydetmeyi adet edinmişti. Arkadaşları ona; ‘Nasıl her şeyi yazmaya cesaret ediyorsun? Hz. Peygamber diğerleri gibi bir insandır. Bazen memnun, bazen kızgın olabilir!’ şeklinde sitemde bulundular. Fakat zeki Abdullah, herhangi biri tarafından yönetilmeyi kabul etmek yerine doğrudan Hz. Peygamber’e başvurdu: ‘Söylediğin her şeyi yazıyla kaydedebilir miyim?’ ‘Evet!’ buyurdu Hz. Peygamber. Abdullah içini tamamen rahat ettirmek için tekrar sordu: ‘Memnun olduğunda da, kızgın olduğunda da mı?’ ‘Elbette, buyurdu, Allah’a yemin olsun ki ağzımdan hakikatin dışında hiçbir şey çıkmaz!”[17]
Hamidullah’ın Kur’an ayetleriyle birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.v) söylediklerinin aynı kaynaktan beslendiği görüşüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayetlerin ve hadislerin teorik olarak aynı fakat uygulama açısından birbirinden farklılık göstermektedir. Bu konuyu Hamidullah şu ifadesiyle ortaya koymaktadır:
“Vahiy, Hz. Muhammed tarafından çok net iki kısma ayrılmıştır: Bazı durumlarda derdi ki: ‘Bu Allah katındandır. Onu yazınız ve günlük namazlarınızda okumak için ezberleyiniz ve bu Kur’an’dır.’ Diğer bazı durumlarda ise, şöyle buyururdu: Şunu yapın. Ya da hiçbir şey demeden ve yazılmasını da istemeden o şeyi bizzat kendisi yapardı. İşte, namazlarda okunan vahiy (vahyü metlüv) ile okunmayan vahiy (vahyü gayri metlüv) arasındaki fark bundan ileri geliyor. Bu ikinci kısma girenler, genellikle Hz. Peygamber’in hareket, iş ve tutumlarına (hatta onun “özel” insiyatiflerine) ilişkin anlatılanlar, ayrım yapılmaksızın ‘Hadis’ ya da Sünnet diye adlandırılır.”[18]
Hamidullah’ın Kur’an ile Sünnet (Hadis) anlayışlarını şu ifadeleriyle noktalayabiliriz: “Kur’an ve Hadis, teorik olarak, toplum açısından aşağı yukarı aynı değere sahiptir. Bir inanan başka türlü nasıl düşünebilir ki? Çünkü, bizzat Kur’an sürekli olarak şunu veya benzeri ifadeleri tekrar etmektedir: ‘Elçi’nin size verdiğini alın ve sizi sakındırdığından sakının.’ Ama bu konuda kanıtlama probleminden kaynaklanan bir farklılık söz konusudur. Hz. Peygamber devrinde yaşayan birisi için, bu konuda, herhangi bir problem söz konusu değildi. Ama daha sonraki dönemlerde, Kur’an ve Hadis’in korunması farklı serüvenlere sahip olduğu için, Hz. Muhammed’e nispet edilen bir hadisin doğru olup olmadığı araştırılır. Eğer doğru ise, onu uygulamak gerekir.”  
Sonuç olarak Hamidullah’ın da yukarıda belirtmiş olduğu üzere Hz. Peygamber’in  (s.a.v) tüm söyledikleri aslında Allah tarafından kontrol altında tutulmaktadır. Bundan dolayı, Hz. Peygamber’in (s.a.v) söyledikleri Allah’ın ayetlerine, emirlerine kaynak olma özelliği taşıdığından dolayı aslında söylediklerinin her biri bir emir ve kural niteliğindedir. Aynı zamanda bir beşer olan Hz. Peygamber (s.a.v),  olur da sağduyusundan yola çıkarak Allah’ın onaylamayacağı bir karar veya hüküm verirse bu direkt olarak Allah tarafından vahiy yoluyla tekrar düzeltiliyordu. Bu yüzden Hamidullah’a göre Kur’an ayetleriyle Hz. Peygamber’in (s.a.v) hadisleri teoride aynı değere sahiptir ve birbirinden ayırt edilemez niteliktedirler.
İttihad-ı İslam Anlayışı
Bu görüş esasen bir buçuk asır öncesinde II. Abdulhamid’e dayanan bir idealin, yani “İttihad-ı İslam” veya “İttihad-ı Anasır-ı İslam” şeklinde ifade edilen bir söylemin yansımasıdır. Bu ideal, Osmanlı Devleti zamanında başlayan Batı işgalinden İslam ülkelerini nasıl bağımsız kılabiliriz söyleminin cevabı üzerine kurulmuştur. Dikkat edilirse hemen hemen bütün İslamcıların ortak noktalarından birisi olan bu ideal, aynı zamanda İslam’ın da asıl hedefleri arasındadır.
Malumunuz üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra, Müslümanlar arasında siyasi olarak belli başlı bir takım mevzular boy göstermeye başlamıştır. Allah Resulü (s.a.v)  kendisinden sonra gelecek olan halefin kim olacağını ve bununla birlikte kendinden sonra gelecek yönetimin nasıl oluşturması gerektiğine dair de bir şey söylememiştir. Hamidullah’a göre,halifenin kim olacağında veyahut olması gerektiğine dair tartışmaların yanında ele alınması gereken bir mesele daha vardır. “Acaba bu Halife, sadece siyasi bir kral mı olacak, yoksa dini vazifeleri de yürütecek miydi?”[19] Hamidullah’ın bu mesele ile ilgili sorusuna yine kendisi şu cevabı vermektedir: “Bu mesele, Hz. Peygamber’in (s.s.v) ölüm döşeğinde verdiği bir emirle halledildi. Bundan Hz. Ebu Bekir’in (r.a) Camiye İmam olarak tayinini kast ediyorum.[20]
Hamidullah, sormuş olduğu sorusuna karşılık vermiş olduğu bu cevabın yanında konuya bağlı olarak şu ifadeleri de kullanmıştır: “İşte, Beni Saide sakifesi’nde, ortaya atılan en mühim delil, bu idi. Hz. Ebu Bekir’in Halife olmasını istemeyenler şu görüşü ileri sürdüler. ‘Hz. Peygamber (s.a.v), hastalığı esnasında İmam olarak Hz. Ebu Bekir’i seçti. Şayet, Ensar’dan biri halife olacak olursa o, Hz. Peygamber’in tayin ettiği Hz. Ebu Bekir’i (r.a) yerinden almış olacak ki, bu mümkün değil’. Bunun üzerine herkes ‘Evet’ dediler. ‘Hz. Ebu Bekir, imametten alınamaz.
Şu halde dini idare olan imamet, Hacc kontrollüğü gibi tamamen dini meseleler, aynı zamanda tamamen siyasi olan devlet reisine yani Halife’ye tevdi edildi.[21]
Hamidullah, halifelik ile ilgili olan imamet tartışmalarını bu ifadelerinden yola çıkarak şu şekilde sonuçlandırmaktadır: “Netice olarak, Müslümanlar dini ve maddi meselelerin hepsini aynı reise yani Halife’ye tevdi edilmesini istediler. Buna rağmen, dini selahiyetlerin tümünün değil, sadece bir kısmının halifeye tevdi edildiği de vakidir. Şu halde Müslümanların, işlerini üç gruba ayırdıklarını görüyoruz:
a)   Siyasi işler.
b)   İbadet.
c)    Manevi meseleler.”[22]
Hamidullah, buraya kadar teoride halifelik müessesesinin nasıl olması gerektiğine dair bir takım mevzuları ele almıştır. Hamidullah’a göre halife tarihte belli başlı konularda yönettiği insanlar üzerinde hakimiyet sahibi olmamıştır. Zaten olması da mümkün değildir. Çünkü halife, Peygamber gibi belli özelliklere sahip değildir. İster istemez bu durum da bazı ayrımları beraberinde getirmiştir. Bu konuyla ilgili olarak, Hamidullah, yukarıda sıralı bir şekilde aktarmış olduğu üç konu üzerinden konuya tam anlamıyla bir açıklık kazandırmıştır:
“Bunlardan ilk ikisi, yani siyasi işlerle, ibadet, Halife’ye tevdi edildi. Manevi meseleler ise, Halife’nin selahiyetleri dışına çıkarıldı. Ve bu üçüncü grup için de, manevi alanda bir başka halife vardı. Bu durumda iki halifenin olduğunu farz edelim. Bu halifelerden biri, yani Hz. Ebu Bekir (r.a) siyaset ve ibadetle ilgili işlere, diğeri ise, tamamen manevi işlere bakacaktı. Fakat, her iki halife de aynı kanun, yani Kur’an-ı Kerim ve Hadis’e bağlı olacaklardı. Görüyoruz ki, bu her iki selahiyet, aynı anda paralel olarak ve fakat ayrı şekillerde gelişmişlerdir. Birinci grupta -ki buna zahiri grup diyelim- iki halife kabul edilmedi. Bunun aksine, manevi grupta görüyoruz ki, aynı yerde aynı zamanda birçok halife kabul edilmektedir. Ve bunlar da bir anlamda halife, yani Hz. Peygamber’in (s.a.v) halefler idiler.” [23]
Hamidullah, bu ifadesiyle aslında konuyu net bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur. Ona göre halihazırda bir halifenin ya da halifeliği temsil eden bir kurumun ilk iki hususta tüm Müslümanların biatını alması gerektiğini üçüncü hususta ise muhayyer tutulması gerektiğini ifade ederek Müslümanların ittihadını hedeflemektedir. Diğer bir ifadeyle sadece siyasi yönden halifelerin bazı ayrışmaların içine düştüğünü de söylemekte ve bu yüzden halifeliğin siyasi ve dini meselelerde hüküm sahibi olduğunu lakin manevi meselelerde Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra insanlar ister istemez manevi olarak farklı insanların yolunu takip edebilirler. Bu mevzuda sadece takip edilen manevi yolların bir çatı altında toplanması koşuluyla herhangi bir sorun teşkil etmemektedir. Hamidullah’ın İttihad-ı İslam anlayışını kendisinin şu ifadesiyle toparlayalım: “Siyasi yönden olan Halife, geçici olup, bu dünya ile ilgili olduğu için, manevi grupta, Hz. Ebu Bekir (r.a) Halife seçilmiştir. Halbuki, ebediyete taalluk eden diğer grupta, yani manevi alanda Halife olarak, Hz. Ali (r.a), Hz. Ömer (r.a) ve diğerleri de olduğu için, gruplar arasında kıskançlık ve çekememezlik yoktur. Şu halde hiçbir sünni, Hz. Ali’nin (r.a) manevi yönden Hz. Peygamber’den (s.av) sonra ilk halife olduğunu inkar etmez. Ve bu hususta, Sünniler de şia, Hz Ali’nin (r.a) Hz. Peygamber’in (s.av) ölümünden sonra, ilk manevi halife olduğunu, kabul edecektir.[24]
İslam dünyasının içine düşmüş olduğu parçalanmışlık halinden kurtulmasını hedefleyen bu uzlaştırma ve bağdaştırma fikrinin müesses hali, Hamidullah’a gore cihanşümul bir “Hilafet Konseyi”dir. Bu konsey bölgesel rekabetlerden ve alınganlıklardan kaçınılarak devrin devlet başkanlarının bir araya gelerek oluşturacağı ve sıra ile başkanlık edecekleri bir müessese olacaktır. Komiteye üye olan Müslüman devletlerin temsilcilerinin halife sıfatıyla nöbetleşe birer yıl reislik mevkiinde bulunmaları, İslam ülkeleri arasında ihtilaf doğuran hareketleri bertaraf ederek ihtilafların hallini destekleyen bir çözüm yolu ve birliği tesis etmede vesile olabilir. Ona göre, bu çeşit bir çözüm şekli, aynı zamanda Müslümanların bir halifeye sahip olmaları şeklindeki dini ihtiyaçlarını da karşılamış olmaktadır. Yine böyle bir teşkilatın varlığı ile dünya Müslümanlarının sahip olduğu mali-iktisadi kaynakların karşılıklı yardımlaşmalar için, bir tekelde toplanmasına ve kullanılmasına yönelik ilk adım atılmış ve gayrimüslimlerin teşkil ettiği bloklara karşı iktisadi ve kültürel sahada en kolay ve makul bir yarışma şartı sağlanmış olmaktadır.
İçtihad Anlayışı
İçtihad, Çağdaş İslam Düşüncesi’nin üzerinde en çok durulan konularından birisidir. Bir kısım insanlar Müslümanların “içtihat yapılamadığı” için günümüzdeki duruma düştüğünü ifade ederler. Örneğin; Şah Veliyyullah Dıhlevi, Müslümanların geri kalma sebepleri arasında Hilafetin saltanata çevrilmesi ile içtihadın kapanması olduğunu belirtmektedir. Ona göre, mezhepler bir zaman sonar içtihad kapısının kapanmasına sebep olmuştur.
Hamidullah’ın İslami anlayışının temeli, içtihat yapılmasıyla ilgili bir tavır alış üzerine kurulmuştur. İçtihadla ilgili olarak kendisine sorulan ‘İçtihad nasıl olmalıdır?’ sorusuna şu cevabı vermiştir. “Hakkına Kuran’da ve Hadis’te sarih bir hüküm bulamadığımız bir problemle karşılaştığımız taktirde, hem ferdi hem de kollektif olarak kendi gayretimizle (içtihadla) İslami bakış açısını bulmaya çalışırız. Oy birliğini temin ettiğimiz takdirde ne ala; aksi takdirde yönetim Meclis üyelerinin çoğunluğunun serdettiği görüşleri uygulayacaktır.[25]
İçtihadın nasıl olması gerektiği ele alındığı gibi herkesin içtihat yapmaya yetkisi var mıdır? Bu da ele alınması gereken bir soru işaretidir. Eğer bu yetki herkese açıksa ortaya çıkabilecek ihtilaflar birçok sorunu da beraberinde getirmiş olacaktır. Bu konuyla ilgili Hamidullah’ın ifadesi şu şekildedir.
Bu yetki herkese verilmemiştir. Ancak İslam hukuku ve fıkıh konusundaki uzmanlar içtihadda bulunabilirler, ihtilafın ortaya çıkmasında ise hiçbir zarar yoktur. Çoğunluktaki ve azınlıktaki görüşleri bilmemiz gerekir. Ancak azınlıktaki görüşleri bildiğimiz zaman onları kabul ya da reddetme fırsatımız olur. İhtilaflar, dürüstlük ve samimiyete dayanması şartıyla bir rahmettir.[26]
Konuyla ilgili bir başka eserinde ise şu ifada de bulunmuştur. “Böyle bir görev ancak uzmanlar tarafından üstlenilebilir. Kanun yapımıyla hiç bir ilgisi olmayan bir hekim ya da fırıncının fazla bir katkısı olmayacaktır. İslam toplumunda bir kısım insanlar şeriatı tatbik eder, bir diğer kısım ise onu şerh ve izah ederler. Birinci grup kadılar (hakimler), diğer grup ise hüküm veren fakat onu uygulamayan müftülerdir. Bir kadı iki taraf arasındaki ihtilafta hükümleri uygular, fakat bir müftü sadece meseleyi aydınlığa kavuşturur ve izah eder, hükmü uygulamaz. Farklılığa rağmen her ikisi de tali kanun koyuculuk görevini ifa etmektedir. Temel hukuku Kur’an ve Hadis ortaya koymakta; onların sessiz kaldığı durumlarda bu kişiler içtihad ederek hükmü açığa çıkarmaya (istinbat) ve uygulamaya çalışırlar.[27]
Hamidullah’ın yukarıda ifadesinde de belirtmiş olduğu üzere içtihad iki kaynakta soruna çözüm bulunamadıysa alanında uzman kişiler tarafından yapılabilir. Hamidullah, “Bir kişi bir sorunun cevabını o sırada henüz tamamlanmamış iki kaynakta bulamamışsa bu yönde içtihatta bulunulmasına izin veriliyordu. Bu izin Kur’an ve Hadis’in yüzde yüzü tamamlandıktan sonra da geçerli olacaktır. Bir kadı, bir müftü veya bir fakih alimi, söz konusu iki kaynakta bir çözüm bulamazsa, Peygamber (s.a.v) bunun çıkış yolunu da göstermiştir. Böyle bir durumda içtihad yoluna başvurmamız gerekir.[28]
Hamidullah’ın içtihad anlayışıyla ilgili belirtmiş olduğu bir durum vardır. Kendisi içtahadı bir rahmet olarak da görüyor ve bununla ilgili şu ifadeyi ele almıştır. “Bu süreç vasıtasıyla ulaştığımız karar, Allah’ın rahmetine mazhar olacaktır. Hatırlayacaksınız, bu rahmeti Peygamber (s.a.v) bizzat kendisi dile getirmişti: ‘ Ey Allah’ım! Resulünün elçisinin verdiği cevapla mesud oldum.’ Bu izni reddetmemeli, Allah’ın Peygamber’i (s.a.v) vasıtasıyla bizi mazhar ettiği bu kolaylıktan mutlu olmalıyız.[29]
Bu meyanda esas soru şudur: Alınan içtihad kararı sonuç olarak doğru olmazsa durum ne olacak? Bu soru üzerine bununla ilgili Hz. Peygamber (s.a.v) üzerinden yaşanmış bir olay mevcuttur. “Bedir Savaşı’ndan sonra Müslümanların elinde esirlerle, ganimet malları vardı. Vahiy gelmedi ve Peygamberimiz içtihatta bulundu: Ebu Bekir’in (r.a) görüşünü kabul edip, her esiri bir miktar mal mukabilinde serbest bıraktı. Bu da beşeri bir durumdu. Fakat Allah, bunun üzerine vahiy gönderdi ve ‘Daha önceden Allah’tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızda ötürü size büyük bir azap erişirdi’ ayeti indi.[30] Hz. Peygamber’in (s.a.v) bulunmuş olduğu içtihad sonuç itibariyle yanlışsa direkt olarak Allah tarafından uyarı geliyordu. Bu esaslar dâhilinde vazedilmesi gereken bir diğer soru şudur: Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra diğer Müslümanların bulunduğu içtihad sonucunda durum nasıl değerlendirilecektir? Hamidullah bu konuyla ilgili durumu şu şekilde ifade etmiştir: “İlgili Kur’an ayeti mevcut olduğunda dahi, alimler onu kendi anlayış ve görüşleri doğrultusunda farklı farklı yorumlayabilmektedirler. Bundandır ki, Peygamber (s.a.v) Amr ibn As’ın sorusuna cevaben, bir müçtehid hatalı bir içtihad etse dahi Allah’ın, cehdinin karşılığı olarak bir sevap vereceğini söylemiştir.[31]

SONUÇ
Gayret ve çalışkanlık hususlarında mümtaz bir yapıya sahip olan, gayet başarılı bir eğitim hayatı süresince Doğu ve Batı düşüncesini, eserlerini ve düşünürlerini tetkik eden Hamidullah, ne tamamen Doğu düşüncesinin ne de tamamen Batı anlayışının etkisinde kalmış olan bir kişidir. Esasen ikisini de kendisinde ve çalışmalarında meczetmiş yapısı ile nevi şahsına münhasır bir farkındalık oluşturmuştur. İslam medeniyetinin tarihi birikimine bağlılık hususunda sıkı bir gelenekçi olmasına rağmen modern ilimleri ve metodolojilerini çalışmalarında kullanan Hamidullah, ister geçmişten gelsin isterse modern döneme ait olsun her problemi öncelikle temel kaynaklar za­viyesinden değerlendirmiştir. Meseleleri Kuran ve sünnet merkezli değerlendirmekten hiçbir zaman yüksünmemiştir. Hayatının bilinen her döneminde inançlı ve inançları istikametinde yaşayan bir insan olarak tanınmıştır.
Hamidullah’ın Çağdaş İslam Düşüncesi’ne en önemli katkısı olarak şu iki hususu özellikle ifade etmeliyiz: Birincisi, İslam’ı ve Peygamberi’ni bütün olarak idrak etmesi ve bu temel kaynakların izhar ettiği ilkelerin kıyamete kadar tüm insanlığın meselelerine çözümler üretecek yapıya sahip olduğunu ilmi olarak ortaya koymasıdır. İkincisi ise, birincideki perspektifinin sonucu olarak, İslam’ı salt itikadi, ameli ve ahlaki bir olgu olmaktan çıkararak göz ardı edilemeyecek önemde siyasi, hukuki, iktisadi olgularını gün yüzüne çıkarması, İslam’ı bütünsel bir yapıda takdim etmesidir.
Bütün bu yönleriyle Hamidullah, “ameli ve nakli gelenek” ile “akli-nazari yaklaşım”ı kendisinde meczeden, diğer bir ifadesiyle gelenek ile modern düşünceyi şahsında birleştiren bir ıslahatçı/İslamcı olarak farklı kültürler ile karşılaşmanın Müslümanları yüz yüze getirdiği soru(n)ların üstesinden gelebilmelerinin tabii gereklerini yerine getirmek üzere hareket eden ve bu nevi İslam’ın yaşadığı çağın idrakine sunmaya çalışan günümüz İslamcı alimlerinden bir tanesidir. Nitekim İslamcıların ortak hususiyetlerinden birisi olan “İttihad-ı İslam” anlayışı da buna delildir. Ayrıca temel kaynaklara, içtihada, cihada, İslam ekonomisine dair kanaatleri de bu durumun sarih birer numunesidir.

KAYNAKÇA
Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, İstanbul: Klasik Yayınları, 2016.
Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, İstanbul: Beyan Yayınları, 2013.
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul: Beyan Yayınları, 2015.
Muhammed Hamidullah, İslam’a Giriş, İstanbul: Beyan Yayınları, 2012.
Muhammed Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, İstanbul: Beyan Yayınları, 2016.
Muhammed Hamidullah, İslam’ın Doğuşu, İstanbul: Beyan Yayınları, 2015.
Muhammed Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, İstanbul: Beyan Yayınları, 2016.
Muhammed Hamidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, İstanbul: Beyan Yayınları, 2013.



*Spor Bilimleri Fakültesi, Antrenörlük Bölümü, 3.Sınıf, İlem 3. Kademe Öğrencisi.
[2]Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, Klasik Yayınları, İstanbul 2016.
[3]Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, s. 49-50.
[4]Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, s.135-136.
[5]Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, s. 209.
[6] Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, Beyan Yayınları, İstanbul 2013,  s. 9.
[7]Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 9.
[8]Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 11.
[9]Hamidullah, İslam Peygamberi, Beyan Yayınları, İstanbul 2015, s. 82.
[10]Hamidullah, İslam’a Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul 2012, s. 41.
[11]Hamidullah, İslam’a Giriş, s. 41.
[12]Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 27.
[13]Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 14.
[14]Hamidullah, İslam’a Giriş, s. 43.
[15]Hamidullah, İslam’a Giriş, s. 44.
[16]Hamidullah, İslam’a Giriş, s. 44.
[17]Hamidullah, Muhtasar Hadis Tarihi, Beyan Yayınları, İstanbul 2013, s. 164.
[18]Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi, s. 14.
[19]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, Beyan Yayınları, İstanbul 2016, s. 100-101.
[20]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 101.
[21]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 101.
[22]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 101-102.
[23]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 102.
[24]Hamidullah, İslam Müesseselerine Giriş, s. 103.
[25]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, Beyan Yayınları, İstanbul 2016, s. 48.
[26]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, s. 50-51.
[27]Hamidullah, İslam’ın Doğuşu, Beyan Yayınları, İstanbul 2015, s. 96.
[28]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, s. 47.
[29]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, s. 47.
[30]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, s. 45-46.
[31]Hamidullah, Sorunlar, Sorular ve Cevaplar, s. 47-48.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar