GİRİŞ
İslâm
Medeniyeti’nin Batı’ya olan etkilerinin tamamını böyle kısa bir çalışmada
anlatmak elbette mümkün değildir. Ancak biz bu çalışmamızda İslâm Medeniyeti’nin
Batı üzerinde bıraktığı etkileri ortaya koymaya çalışacağız.
Medeniyet tarihinde hemen hemen her
millet kendine bir yer edinmiş ve tarihe sayfalarını yazdırmıştır. Ancak bir
medeniyeti diğerinden üstün kılan özellik, o medeniyetin üzerinde kurulduğu
temellerin kuvvetli olması, etkisinin büyüklüğü ve insanlığa sağladığı geniş
çaplı faydalarla ölçülür. Medeniyet, düzeni itibariyle geniş çaplı, eğilimleri
itibariyle insanî/ahlâkî ve prensipleri itibariyle de ne kadar pratik ve
gerçeğe uygun bir şekilde kendini ortaya koymuşsa, tarihte daha kalıcı olmuş,
uzun süre varlığını devam ettirmiş ve önemi de o derece artmıştır.
Tarih
sahnesine çıkan tüm medeniyetlerin temel başarısı başka medeniyetlerin maddi ve
kültürel birikimleriyle kurdukları temasta görülmektedir. İslâm Medeniyeti,
tarih sahnesine çıkarken Antik Yunan, Helen, Roma, Hint ve Çin medeniyetleriyle
temasa geçmiş ve bunlara ait değerleri kendi bünyesine katarak varlık
göstermiştir.[1] İslâm,
diğer medeniyetlerden aldığı değerlerle “insanlığın” hanesine önemli değerler
yazmış, zamanı gelince de bunu başka toplumlara devretmiştir. Şayet İslâm
medeniyeti olmasaydı belki de bugünkü Batı medeniyeti olamayacaktı ya da
bugünkü şekliyle var olmayacaktı. Aynı şekilde Grek, Helen, Roma, Hint ve Çin
medeniyetleri de İslâm Medeniyeti’nin gelişmesinde ve bir dünya medeniyeti
olmasında katkıda bulunmuştur.
Bugünkü a
birikir. Medeniyet bu birikim üzerine bina edilir. Hiç kuşkusuz bugünkü
medeniyetimiz, insanlığın geçmişte matematik, cebir, kimya, fizik, tıp ve
teknoloji alanında ortaya koyduğu değerler üzerinde yükselmiştir. Bugünkü Batı
medeniyeti binlerce yıldır yaşamımızda yer alan matematiği deyim yerindeyse
sıfırlayarak ya da fiziksel buluşları yok sayarak işe koyulmamıştır. Kuşkusuz
yeni buluşlar, tezler, teoriler, paradigmalar (değerler dizisi) zaman zaman
önceki bazı tezleri ve paradigmaları çürütebilir. Ancak yeni paradigmalar daima
var olan birikimin temeli üzerinden hareket ederler.
İslâm Medeniyeti’nin Özellikleri
İslâm
Medeniyeti’nin Batı üzerinde bıraktığı etkilere geçmeden önce, bu medeniyetin
özelliklerini kısaca belirtmek yerinde olur.
Bilindiği gibi İslâmiyet insanları
yanlış inançlardan ve kötü davranışlardan kurtarmak için gönderilmiştir. İslâm
dini tek tanrıya inanmayı isteyen ve gerektiren bir dindir. İnanç esaslarının
içinde en başta Allah’a iman gelmektedir. İmanın şartlarının ilki olan bu inanç,
İslâm Medeniyeti’nin temel bir özelliği olmuştur. Çünkü İslâmiyet çok tanrıcılık
ve puta tapıcılık ile savaşmış; insanları eşi ve benzeri olmayan tek Allah’a
çağırmıştır. Hz. Peygamber Mekke’deki putları bu nedenle kırmış ve İslâmiyet’in
yayılışı bu esasa dayanmıştır. Maddi menfaat ve ganimetler amaç olmamıştır. O
halde, İslâm Medeniyeti’nin temelinde tek tanrı, yani Tevhit inancı
bulunmaktadır.
İslâm Medeniyeti, kendinden önce
birkaç medeniyetin yaşadığı alan üzerinde yayılmıştır. Bunlar; Eski Mısır Medeniyeti,
Eski Yunan Medeniyeti ve Sasani Medeniyeti’dir. Her medeniyet kendinden önceki
medeniyetlerden esinlendiği gibi, İslâm Medeniyeti’nin de bu medeniyetlerden müspet
yönde etkilendiği bilinmektedir. Hiçbir medeniyet tek başına doğmaz. Kendi
içine kapalı bir medeniyetin doğup gelişmesi mümkün değildir. Müslümanlar bu
eski uygarlıkların yetiştirdiği dehaları tanımışlar, eserlerini ve abidelerini
görmüşler ve sosyal kurumlarını incelemişlerdir. Bununla birlikte İslâm
Medeniyeti ile adı geçen bu medeniyetlerin ayrıldıkları hususlar da mevcuttur.
Bu medeniyetlerin her birinde dinin rolü, dünya görüşü ve nizamı farklıdır.
Örneğin; İslâm Medeniyetinde dinin müspet konumu çok yüksek olduğu halde, Yunan
ve Avrupa Medeniyeti’nde din aynı rolü oynayamamıştır.[2]
Müslümanlar eski medeniyetlerin
fikri mahsullerinden tercümeler yoluyla haberdar olmuşlardır. Eski Yunan’dan birçok
klasik eseri Arapça’ya çevirdiler veya çevirttiler. Bu çeviriler sonunda bir
uyanış devri başlamış oldu. Müspet ilim ve akılcılık ortamı hazırlandı.
Müslümanlar İspanya ve Sicilya’yı fethettikten sonra bu klasik eserleri ve
antikiteyi (eskilik, İlkçağ) Avrupa’ya tanıtma şerefine kavuştular. Artık
Batılılar, eski Yunan eserlerini okumak için Arapça öğreniyorlardı. Böylece hem
eski Yunan hem de İslâm’ı öğrenmek kolay oluyordu.[3]
Büyük tercüme çalışmaları 750’den
900’e kadar devam etmiştir. Sanskritçe, Pehlevice, Yunanca ve Süryanice’den birçok
eser tercüme edilmişti. Daha Emevi Halifeleri devrinde bile hükümet işlerine
yarayan birkaç Yunanca eser Arapça’ya çevrilmişti. Fakat büyük tercüme devri
Abbasiler ile özellikle IX. yüzyılın ikinci çeyreğinde halife Me’mun ile
başladı. Bu amaçla Me’mun Bağdat’ta bir kütüphane, akademi ve tercüme bürosu
olan Dâru’l-Hikme’yi kurdu. En önemli tercümanlar Nasturi Hıristiyanlardı.
Dâru’l- Hikme’de bulunan bu mütercimlerin başında Huneyn b. İshak adlı bir Nasturi
hekim vardı. Kendi ifadesine göre Galen’in 100 kadar eserini tercüme etmiştir.
Bu sayede bu büyük âlimin bazı eserleri yok olmaktan kurtuldu. Huneyn ayrıca
Aristo, Eflâtun, Hipokrat ve Batlamyustan çeviriler yapmıştır. Onun oğlu da
tercümelerinde babasının yardımcısı oldu.[4]
900 yılına kadar süren bu çalışmalar
sonunda Müslümanlar, Yunanca Astronomi, Matematik, Tıp ve Felsefe eserlerinin
çoğunu Arapça’ya tercüme etmişlerdir. Bu Arapça tercümeler sayesinde Yunan
klasikleri günümüze kadar ulaşmıştır.
İslâm
kültürü X. asrın ortalarına doğru olgunluk çağına erişip XVII. yüzyıla kadar da
yüksek bir seviyede kalmaya devam etmiştir. İslâm kültürü İslâm devletinin herhangi
bir bölgesi ile sınırlı kalmayıp İslâm’ın güçlendiği her bölgede iyice
yayılmıştır.
Batı
Avrupa ancak XI. yüzyılın sonunda İslâm kültürüne iyice yakınlaşabildi. O
zamana kadar Batılılar İslâm’dan korkuyor, onun siyasi kuvvetinden telaşlanıyor
ve medeniyetlerinden şüphe ediyorlardı.[5]
Avrupa,
İslâm medeniyeti ile karşılaştığı zaman aşağılık duygusuna kapılmıştı. Çünkü
İslâm teknolojisi, birçok yönden üstündü ve Müslüman zenginler Avrupalılardan
daha lüks bir hayat ve yaşam tarzına sahiptiler.
XII.
asrın başında, o zamanın insanları dünyayı Asya, Afrika ve Avrupa olmak üzere
üç kısımdan ibaret zannediyorlardı. Bunların en büyüğü olan Asya’nın hemen
hemen tamamı ile Afrika’nın büyük bir kısmında Müslümanların yaşadıkları
biliniyordu. Avrupa’nın hepsi ise Hıristiyan sayılmıyordu. Bu bakımdan dünyanın
yaklaşık üçte ikisi (3/2) Müslüman zannediliyordu.[6]
Avrupa’da – milyonluk İstanbul dışında – nüfusu yüz bini bulan hiçbir
Hıristiyan şehri yoktu. Nüfusu yirmi bini geçen şehir sayısı ise 20’den
ibaretti. Doğu’da ise – milyonluk birkaç şehir dışında – her ülkede birkaç tane
yüz bin nüfuslu şehir vardı.[7]
Bu da Avrupalılara bir korku veriyordu ve Müslümanların çokluğu karşısında
kendilerini ezilmiş hissediyorlardı.
Öncü ve
hazırlayıcı bazı münferit ve sınırlı ilmi ve kültürel temaslardan sonra,
Avrupa, XII. yüzyılın içinde İslâm dünyasının ilim ve tefekkürü ile sistemli
bir temasa geçmiş, Arapça ilim ve Felsefe eserleri Latinceye tercüme
edilmiştir. Büyük önemini belirtmek için bu kültür teması çağına, XVI. yüzyıl Rönesans’ı ile kıyaslayarak, XII. yüzyıl
Rönesans’ı adı verilmiştir. Çünkü XVI. yüzyıl Rönesans’ının özellikleri sanat
ve edebiyata ilişkin olduğu halde, XII. yüzyıl Rönesans’ı ilk planda olmak
üzere ilim ve felsefeyi ilgilendirmektedir.[8]
Tercümeler serbest düşüncenin
doğmasında büyük rol oynamıştır. Şüphesiz yeni düşüncelere ve tesirlere
kapılarını kapamış, yaratma kabiliyetini kaybetmiş olan ve eski üstatların
taklitçiliğini yapan bir tefekkürün taassup hareketi karşısında yenilmesi ve
gerilemesi kaçınılmazdır.
İslâm dünyasında fikri ve ilmi
alandaki parlaklık sonucunda XI. yüzyılın sonlarında Avrupa’da Doğu’ya karşı
ilgi uyanmıştır. Haçlı Seferleri, Endülüs ve Sicilya Medreseleri nüfusun
artması ve içe kapanma sonucu eski Batı Eğitim ve İlim sisteminin yetersizliği,
İslâm âlemi ile temas etmeyi ve genişlemeyi zorunlu kılıyordu.[9]
Doğu İle Batı Arasındaki Münasebetler
Doğu ile
batı arasındaki münasebetlerin kökleri çok eskilere dayanır. Bu kökler Antik
Yunan’a kadar uzanır. İskender’in Doğu Seferi Yunan fikir ve ruh dünyasına
Doğu’nun kapılarını açmıştır. Bu seferler; Doğu’nun Felsefi, Estetik ve Dini
fikir akımlarının Yunan fikir dünyasına aktarılmasına vesile olmuştur. Kuzey
Afrika, Ön Asya ve İran’dan İndus nehrine kadar uzanan İskender İmparatorluğu;
Yunan kültürünün bu yerlerdeki kültürlerle kaynaşarak bir “Doğu-Batı Sentezi”
olan Hellenizmin ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Hellenizmin, Batı dünyasının
gelişmesinde bir “ön şart” olduğu bugün artık bilinmektedir. Bunun yanı sıra;
ister Grek ve Roma İmparatorluklarının son devresini düşünelim – ki her iki
imparatorluk da geniş ölçüde Doğunun Astroloji, Felsefe ve Dininden
etkilenmişti – ister Hıristiyanlığın ortaya çıkışını ve Batıya yayılışını
düşünelim, daima karşımıza Doğu çıkmaktadır.
Romalılar
ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasını Akdeniz etrafında
toplayarak bir “Akdeniz Medeniyeti” meydana getirdiler. Böylece Doğu Kültürünün
Batıya geçmesinde aracı oldular. Akdeniz etrafındaki bu bütünlük Müslümanlar
tarafından yıkılınca Romalılar ve Bizanslılar İslâm Devletiyle komşu oldular.
Bu komşuluk; her iki devlet Müslümanlarla hasım olmasına rağmen, Doğu ile Batı
arasındaki münasebetlerin devamını temin etti. İster barış içinde iktisadi ve
ticari vesilelerle olsun, ister harplerle olsun; Müslümanlarla Bizanslıların
temasları, insanlığın kültürel gelişmesinin nabzı mesabesindedir.[10]
İslâmiyet
Arabistan’da ortaya çıkmış, bütün Ortaçağ ve Yeniçağ boyunca Hıristiyan
Avrupa’yı uğraştırmıştır. Doğudan Batıya
ilerleyişin en son ve en yüksek merhalesi olan İslâmiyet’in kurucusu olan Hz
Muhammed (sav)’in 632 yılında ebedi âleme göçmesi üzerine yerine geçen Ashâb ve
onları takip edenler İslâm Devletinin sınırlarını çok kısa zamanda
genişlettiler. VIII. yüzyılın başlarında İslâm İmparatorluğunun sınırları
oldukça genişlemişti. Uzun süren savaşlarla Bizans ve İran’ı da yıkan
Müslümanlar “Din” parolası altında Orta-Doğuda bir birlik kurmaya muvaffak
oldular.[11]
Neticede Bizans ve Sasani gibi büyük komşularının parçalanmasını sağlayan
Müslümanlar onların kültür mirasına da sahip olmuş oldular.
Müslümanlar
Avrupa’ya geçmek için 668–675 yılları arasında İstanbul’u kuşatmışlardı; fakat
İstanbul Müslümanların eline geçmekten kurtulmuştu. Bunun üzerine Müslümanlar
Kuzey-Batı Afrika üzerinden Avrupa’ya geçmeye teşebbüs ettiler ve bu
teşebbüslerinde muvaffak oldular.
Müslümanların
İspanya’yı işgaliyle Akdeniz etrafında daha önce Romalıların kurmuş olduğu
birlik bozuldu. Batıdaki Grek nüfuzu sona erdi. Akdeniz’in yarısını sınırları
içine alan Müslümanlar; ağırlık noktasını içerilerde toplayan Ortaçağ
Avrupası’nın doğmasına yardım ettiler.
VIII.
yüzyılın ortalarında fetihlere son verildi. Barış içinde bir yaşama düzeni
kuruldu. İktisadi ve ticari faaliyetler gelişmeye başladı. Bir zamanlar savaş
gürültüleri ile çalkalanan ülkede şimdi camiler, medreseler, saraylar inşa
edilmeye başlandı. Bu maddi gelişmelerin yanı sıra ilmi çalışmalar da
ilerlemeye başladı. Hekimler, Astrologlar, Matematikçiler, Tarihçiler, Şairler,
Filozoflar ve hepsinden çok din adamları ve Hukukçular (Fakihler) eski
eserlerin tercümelerini yapmaya başladılar. Bu arada kendi sahalarında da
araştırma yapmaktan geri kalmıyorlardı. Çeşitli ilim dallarında araştırma ve
inceleme yapanlar eski Doğu medeniyetinin ve Antik medeniyetin verilerinden de
istifade ediyorlardı. Rönesans hareketinden itibaren Avrupa da - biraz geç
olmakla beraber - bu çalışmalardan
faydalanmıştır.[12]
Eski
Doğu medeniyetinin ve Antik Devrin ilimlerinin Batı’ya aktarılmasında
Müslümanlar aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzak-Doğu menşeli ilimleri
yerinden öğrenen Müslümanlar, bu ilimlere katkılarda bulunarak Batı’ya
aktardılar. Avrupa da bu aracılıktan geniş ölçüde faydalandı. Doğunun Batı
üzerinde icra ettiği tesirleri, siyasi ve idari yapıdan edebiyata,
şehircilikten yargı müessesesine, yaşam standardından âlimlere; sosyal hayata
dair hemen her alanda görmek mümkündür.
İslâm Kültürü’nün Batı’ya Geçiş Yolları
Medeniyetler,
çeşitli fikrî, ahlâkî ve maddi alanlarda insanlık tarihine sundukları eserler
miktarınca ebedileşirler. İslâm medeniyeti ise, insanlığın ilerlemesinde büyük
rol oynamış, akide, ilim, felsefe, sanat, edebiyat ve diğer alanlarda önemli
eserler vermiş ve modern medeniyet üzerinde kuvvetli etkileri olmuştur.
İslâm
kültürünün Batı üzerindeki tesirlerine geçmeden önce, bu tesirlerin Batı’ya ulaştığı
yolları inceleyip belirtmekte yarar vardır. İslâm kültürünün Batı’ya geçtiği
yolları şu şekilde belirtmek mümkündür:
1 – İspanya – Sicilya
İslâm
dünyası Sicilya, Bağdat ve Cundişapur olmak üzere birçok merkezden çeviri, bilimsel
araştırma ve kütüphanecilik ile Batı-Doğu ilişkisini ve sentezini başlatmıştır.
Bu da, İslâm’ın Yunan-İskenderiye, Fars ve Hint dünyasındaki bilimleri
kendisine mal ettikten sonra, modern uygarlık öncesinin en dikkate değer
bilimsel geleneklerin gündeme gelmesini sağlamıştır.[13]
Bu konuda tarih en önemli rolü İspanya’ya vermiştir. İspanya Yunan felsefesinin
Arap dünyasından Avrupa dünyasına nakledildiği odak noktasıdır.[14]
711 yılında İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethinden sonra burası 755
tarihine kadar Suriye’deki merkezi iktidar (Emevi Halifesi) tarafından idare
edildi.[15]
Endülüs Emevi Hanedanı’nın I. Abdurrahman (756–788) Kurtuba’da merkezi
hükümetin yerleşip güçlenmesini tamamladı.[16]
Kurtuba III. Abdurrahman devrinin sonuna kadar (912–961) İslâmi eğitim, sanat
ve ilimlerle Avrupa’yı besledi. O zamanın Avrupasında Profesörlerin Kurtuba’da
imtihan edilmeleri mecburi idi.[17]
Ağlebîler,
Balear adalarına ve Sardinya’ya karşı giriştikleri savaşlar sırasında, 831
yılında Sicilya’yı ele geçirdiler. Sicilya’da Ağlebi hâkimiyeti X. yüzyıla
kadar sürdü. Fatımîler X. yüzyılda Ağlebîleri yıkınca Sicilya’yı Normanlar ele
geçirerek burada bir krallık kurdular. Bu krallık Müslümanlardan kalma saray ve
merasimlerin yanı sıra, İslâmi örf-âdet ve ilimleri de devam ettirdi. Resmi dil
Arapça olarak kaldı. Diplomaların bir kısmı Arapça olarak dolduruluyordu.
Paralar üzerinde Arap figürleri vardı. Kısaca, Sicilya’daki Norman hâkimiyeti
İslâmi bir karakter taşıyordu.[18]
Sicilya
Kralı II. Frederik, Sicilya’da ve Haçlı Seferleri esnasında Doğu’da
Müslümanları yakından tanıma imkânına kavuşmuştur. Kendisi doğu kıyafetini ve
Müslüman âdetlerini benimsemişti. II. Frederik İslâm örf ve âdetlerini o kadar
çok benimsemişti ki;[19]
1245 yılında Lyon’da toplanan Konsül onu “zındık” ilân etmişti.[20]
O ayrıca Arapça’yı da öğrenmiş, İslâm düşünür ve yazarlarını orijinallerinden
okuma imkânına sahip olmuştu.
İslâm
düşüncesinin de tesiri altında kalan II. Frederik bütün dinlere karşı
müsamahalı olmuştur. II. Frederik 1224 yılında Napoli’de bir üniversite kurmuş
ve bu üniversiteyi İslâm düşüncesini Batı’ya tanıtmak için bir akademi haline
getirmiştir. Bu kurumun önemli bir işi de Arapça’dan Latince’ye tercümeler
yapmak olmuştur.[21]
İslâm
kültürünün Avrupa’ya tesiri, daha ziyade, İspanya ve Sicilya’nın Müslümanlar
tarafından fethinden sonra olmuştur. Sicilya’nın fethi, İslâm’ın Latin
Hıristiyan dünyasının kulağı dibinde bir müddet için hüküm sürmesi demekti.[22]
2 –
Haçlı Seferleri
Doğunun
kapılarını Batıya açan diğer bir yol da Haçlı Seferleri olmuştur (XI – XII.
yüzyıllar). Bu seferler sırasında Doğu’da kurulan Haçlı devletleri sayesinde
Avrupa’nın Doğu ticareti olağan üstü gelişme gösterdi. Avrupalı tacirler bu
sayede ilk defa Doğu şehirlerinde yerleşip Haçlıların kendilerine sağladığı
imtiyazlardan faydalanarak bu alanda üstünlüğü ele geçirdiler. Gelişen
ticaretle birlikte nakliye konusundaki ihtiyaçlar gemi inşaat tekniğine
yenilikler getirdi. Para bollaştı ve bankacılık faaliyetleri başladı.[23]
Haçlı
Seferleri sırasında Batılılar, Müslümanları yakından görüp tanıdılar. Haçlı
Seferlerine katılanlar, ülkelerine dönerlerken bir kısım lüks eşyanın yanı
sıra, Doğu’nun bir kısım düşünce ve değer hükümlerini de beraberlerinde
götürdüler. Bizans, Hıristiyan ve İslâm efsane motifleri bu yolla Avrupa’ya
geçti.[24]
Bu dönemde Avrupa’da tarihi edebiyat gelişti. Arap edebiyatı vasıtasıyla
Doğu’nun çeşitli hikâyeleri, masalları Avrupa’ya yayıldı. Ayrıca Haçlılar
kiliselerin inşasında Doğulu ustalardan öğrendikleri sivri kemer kullanmasını
Batı’ya taşıdılar. Bunun ilk örnekleri, 1115’te Boulogne’da yapılan Wast ve St.
Ulmer kiliselerinde görülür. Aynı dönemde yapılan Cluny manastırı’nda da sivri
kemerler kullanımıştır.[25]
Haçlılar Doğu kültürünü taşımakta etkili olmuşlardı. Bu dönemde ticaret
yollarının açtığı imkânla Doğu’nun en uzak köşelerine kadar giden seyyahlar
Doğu’nun güzelliğini, sanat ve ilmini Batı’ya tanıtmışlardır.
Haçlı
Seferleri esnasında Avrupa’da devlet bir teşkilat olarak mevcut değildi. İşte
Batı dünyası bu seferler sayesinde Müslümanlardan devlet teşkilatını öğrenmiş
oldu. Kudüs’te ancak yarım asır kalabilen Avrupalılar, binlerce Müslüman’ı
şehit ettiler. Ancak zamanla Müslümanları taklit etmeye başladılar. Eserler
tercüme edip ayrıca İslâm dünyasını anlatan eserler kaleme aldılar. (Kostantine
ve Adler bunlardandır.) İbn-i Sina “Kitabü’n-Nefs
ve’ş- Şifâ” adlı eseri Yuhannes
tarafından Avrupa dillerine kazandırıldı. Fârâbi ve Gazali gibi filozof ve ilim
adamları Avrupa tarafından araştırıldı.[26]
Arnold
Toynbee de İslâm’ın, Avrupa’nın kültür ve medeniyetinde meydana getirdiği
etkilerden bahsederken şöyle demektedir:
“Haçlı Seferlerinin tek sonucu, daha önce
İslâm’ın elinde olan Sicilya ve Endülüs’ün Batı topraklarına katılması oldu.
Elbette İslâm’dan kazanılan siyasi kazançların yanında, Haçlı Seferlerinin
ekonomik ve kültürel sonuçları daha önemliydi. Bu bölgelerde toprakları alınan
İslâm, ekonomik ve kültürel olarak zalim fatihini büyüledi. Böylece Latin
dünyasının basit yaşamına medeniyetin nimetlerini sundu. Mimari gibi belirli
sanat dallarında bu İslâmî etki, Batı dünyasının “Ortaçağ”ını bütünüyle
kapladı. Sicilya ve Endülüs gibi Arap İmparatorluğunun Batı’daki haleflerinde
bu etki daha derin ve geniş bir şekilde görüldü. Fakat bu, oyunun son perdesi
değildi. Çünkü Ortaçağ Batı dünyasının İslâm’ı yok etmek için giriştiği
saldırı, daha önce Arap İmparatorluğu’nun kurucularının yeni doğmuş Batı
Medeniyeti’nin beşiğini zaptetmek için giriştiği saldırı gibi başarısızlıkla
sonuçlandı.
Bu sefer İslâm, İslâm’ı kabul eden Orta Asyalı
göçmenlerin torunlarından olan, Hıristiyan Ortodoks âlemini fethedip bir
imparatorluk kuran ve Araplarla Romalıların giriştiği gibi bir dünya devleti
kurmaya çalışan Osmanlılar tarafından temsil edildi. Son haçlı seferinin
başarısızlıkla sona ermesinden sonra Batı âlemi, Ortaçağ sonları ve Yeniçağ’ın
başlarında sadece Akdeniz sahili boyunca değil, aynı zamanda Tuna havzasında
yeni bir kıta boyunca da Osmanlılara karşı savunmaya geçti.[27]
3 – İtalyan
Liman Şehirleri ve Avrupa’nın Rusya üzerinden Doğu ile
Yaptığı Karayolu Ticareti
Doğunun
Avrupa ile ticari münasebetleri iki yoldan olmuştur. Bunlardan biri, Akdeniz
üzerinden Suriye, Mısır sahilleri ile İtalyan liman şehirlerinin arasındaki
deniz yolu ile İspanya’dan Avrupa içlerine kadar uzanan karayoludur (Kültürel
geçişlerin de daha çok bu yolla olduğu söylenebilir). O sıralar Kostantinopolis
(bilinen) dünyanın en büyük pazarı, Venedikliler bu pazarın en önemli
tacirleriydi. Burada toplanan doğu malları batıya İtalyan şehir-devletlerinin,
özellikle de Venedik’in gemileriyle taşınırdı.[28]
Diğer yol ise, Avrupa’nın Rusya üzerinden Doğu ile yaptığı karayoludur.
Karadeniz’in kuzeyinde Volga üzerinden geçen bu yol Orta Asya’ya kadar
uzanıyordu. Arkeolojik kazılar sonucunda Kuzey ülkelerinde bulunan eski Arap
yazılı paralar buradaki ticaret trafiğinin mevcudiyetini göstermektedir.[29]
4 –
Yahudi Âlimler
Doğu ile
Batı arasındaki kültür geçişinde Yahudilerin oynadıkları rol de oldukça
önemlidir. Her sahada yetiştirdikleri büyük ilim adamları sayesinde – özellikle
İspanya’daki İslâm Üniversitelerinde öğretici durumunda olanlar – Doğu
kültürünün Batıya aktarılmasında kayda değer roller oynamışlardır. İbranicenin
Arapça ile yakınlığından faydalanarak, Arapça eserleri İbranice ve Latinceye
çevirmek suretiyle Batının bu eserleri tanımasına imkân vermişlerdir. XII. ve
XIV. yüzyıllar arasında Yahudilerden büyük ilim adamları yetişmiştir. Bunlar
arasında Salamon b. Gabriel, Yevi b. Gerson, Moses b. Maimon sayılabilir.[30]
Müslümanlar
ile Hıristiyanlar arasındaki kültür temaslarına İspanya ve Aquitain Yahudileri
büyük rol oynamışlardır. Ortaçağ’ın skolâstik hayatında Arap ilahiyatının büyük
bir tesiri olmuştur. Bu tesir, özellikle Yahudi tercümeleri vasıtasıyla kendini
hissettirmiştir.[31]
5 –
Türkler
Son olarak İslâm kültürünün Batıya
geçişinde Türklerin etkisinden bahsetmek gerekir. Osmanlı Devletinin Yükselme
Devrinin sonlarına kadar (XVI. yüzyılın ortaları) Türkler Avrupa’nın
içerilerine kadar ilerlemişlerdi. Buralardaki Osmanlı hâkimiyeti uzun zaman
devam etti. Bu hâkimiyetin en açık delili Balkan dillerindeki Türkçe kelimeler
ve Türkçedeki Slav menşeli kelimelerdir.[32]
Doğu menşeli fikir ve kültür
malzemelerinin Batıya aktarılmasında Türklerin ayrı bir önemi vardır.
Bulundukları yerin coğrafi durumu Doğu ile Batı arasındaki münasebetlerin
oluşmasında, Türklere önemli roller oynama fırsatını vermiştir. Selçuklulardan
beri Türklerle Avrupa arasında fikir ve kültür alış-verişi olmuştur.
Anadolu’daki Hititlerden kalma Manihaizm dini de bu yoldan Avrupa’ya geçmiştir.
Fransa’nın güney taraflarında hâlâ bu dinin etkilerine rastlanmaktadır.[33]
İslâm Biliminin Batı’ya Geçiş Aşamaları
İslâm
Kültürünün Batıya geçiş yollarını tespit etmeye çalıştıktan sonra, bilimin Batı’ya
nasıl geçtiğini ifade etmeye çalışacağız. İlk defa rahipler arasında Fransa’da
ve özellikle Normandiya’da ilk ilim hareketleri gelişmeye başlamıştır;
Birinci
aşamada; İtalya, İspanya ve Güney Fransa’dan birçok
kimsenin İslâm medreselerine tahsile geldikleri görülmektedir. Matematik,
Felsefe, Tıp ve Astronomi tahsil edenler, üniversitelerde profesör adayı oldular.
İkinci
aşamada; Güney Avrupa’da İslâm medreselerini taklit
ederek ilk üniversitelerin kurulduğu görülmektedir. Bunların mimari özelliği,
ders programları, eğitim usulleri tamamen İslâm medreselerinin taklidiydi. İlk
defa Napoli Krallığında Salerno medresesini kurdular.
Üçüncü
aşamada; Artık İslâm ilmi İtalya medreseleri
aracılığıyla Fransa’ya ve diğer Batı ülkelerine sokulmaya başlamıştı. XIII. yüzyılın
başlarında Bolonya ve Montpellier üniversiteleri kuruldu. Çok kısa bir süre
sonra Paris üniversitesi faaliyete başladı. Bu asır içinde aynı model üzerinde
Oxford, Köln (Cologne) üniversiteleri teşekkül ederek yeni ilimler İngiltere ve
Almanya içlerine sokuldu.[34]
Powicke,
Rashdall’ın Ortaçağ üniversiteleriyle ilgili mühim eserinin ikinci baskısına
yazdığı girişte, İslâm’ın bu üniversitelere etkisi konusunda Julian Ribera’nın
teorisiyle ilgili olarak şöyle der:
“Avrupa üniversitelerinin İslâm’ın etkisinin
bir ürünü olduğunu ileri süren İspanyol araştırmacının görüşü, bize hatalı gibi
görünmektedir. Ancak bu görüş, en azından, ortaçağ üniversitesindeki en büyük
güçlerden birinin, yani İslâm eğitim sisteminin, Batı’da başta Toledo olmak
üzere kraliyet ve piskoposluk nüfuzu altındaki merkezlerde, Fransa’nın
güneyindeki Yahudi çevreleri ve diğer çevrelerde ve bir dereceye kadar Sicilya
kraliyet sarayında bir yer edinmiş olduğunu bize söylemektedir.”[35]
İslâm
Kültürünün Batıya hangi yollardan nüfuz ettiğini tespit ettikten sonra bu
tesirlerin ayrı ayrı incelenmesine geçebiliriz. Elbette Doğudan Batıya geçen
bütün kültür unsurlarından ayrı ayrı söz etmek mümkün olmayacaktır. Biz ancak
burada birkaçını ortaya koymaya çalışacağız.
İSLÂM KÜLTÜRÜNÜN ETKİLERİ
1 –
Ticaret Alanında
İslâm dünyasının Batı’yı etkilemesi ve
tanınmasını sağlayan başka bir alan da ticarettir. Hatta ticaretin, İslâm
medeniyetinin Batı’ya intikalinde çok önemli bir yere sahip olduğunu
söyleyebiliriz. İslâm dini her zaman ticareti teşvik edici olmuştur. Özellikle
Hac mevsiminde Hicaz ticarete sahne olmuştur.
Müslümanlar
İspanya ve Sicilya’ya hâkim olduktan sonra, buraları diğer İslâm ülkeleri ile
derhal ticaret yapmaya başladı. İspanya’daki Araplar maddi hayat seviyesi
itibariyle yerlilerden daha lüks yaşıyorlardı. Yerliler de onları taklit etmeye
başlamıştı. Dış görünüş itibariyle başlayan bu benzeme olayı daha sonra onların
kültürlerine de etki etmiştir. Doğal olarak bunun sonucunda da İslâm kültürünü
benimsemiş oldular. İspanya’daki Müslümanların varlığı sadece siyasi ve askeri
değil aynı zamanda kültürel de olmuştur.[36]
Din farkı ticaret yapmaya engel olmamıştır.
Ortaçağ’ın
sonlarına doğru Hıristiyan Avrupa’nın çizdiği karanlık tablonun tam tersine
Müslümanların, özellikle de Endülüs’te yaşayanların ticari hayatları büyük bir
canlılık göstermekteydi. Yarımadada Endülüs Emevî Devleti hüküm sürerken Kuzey
Afrika, Yakındoğu, Uzakdoğu, Bizans, İtalya ve Hıristiyan İspanyol
Krallıklarıyla yoğun ticaret ilişkilerinin bulunduğu bilinmektedir. İhraç ürün
cinsinin elli, ithal ürün cinsinin ise yirmi civarında olduğu göz önüne
alındığında Müslüman Araplar’ın bölgeye katkısı yadsınamaz. İhraç ürünler
arasında yıldızı en çok parlayan ise Endülüs yağı olmuştur.[37]
991
yılında Venedik kralı II. Peter Orsoleo hükümdarlığa başlarken, Venedik ile iyi
ilişkiler kurmaları için bütün Müslüman hükümdarlara elçiler göndermiştir.
Ayrıca Lido ve Cenova’dan kalkan ticaret gemileri, Suriye ve Mısır limanlarına
düzenli seferler yapmaya başlamışlardı. Fatımî halifesi Mustansır Kudüs
şehrinin bir kısmını Hıristiyan hacılara ve tüccarlara ayırmıştı.[38]
Böylelikle Halife Hıristiyanların İslâm medeniyeti ile iç içe olmalarını
sağlamıştır.
Doğuya
gelen tüccar burada uzun süre kalırdı. Venedik ve Cenovalı tacirler en az altı
ay İslâmi hayatın ritmiyle, yabancısı bulunduğu bir kültür dünyasının içinde
vaktini geçirirdi.[39]
Bu zaman zarfında tacirler, İslâm kültür ve medeniyetinden aldıklarını
gittikleri yerlere taşımada büyük rol oynamışlardır.
Akdeniz
yoluyla Avrupa’ya daha çok kumaş ve elbisenin geçtiği bilinmektedir. X.
yüzyılda Arap ülkelerinden İspanya’ya pamuklu dokuma endüstrisi geçmiştir. Bunun
yanı sıra ipek, gümüş ve altın işlemeli doğu kumaşları, Avrupa’nın uzun süre
hayranlığını kazanmış, bütün ortaçağ boyunca bu kumaşlar doğu’dan ithal
edilmiştir. Kralların, prenslerin ve kilise büyüklerinin elbiseleri, Doğudan
getirilen bu ipek ve dibalardan yapılmaktaydı.
Bu
yüzden İtalya’da dokunan kumaşlarda Oriyantel karakter hâkimdi. Hatta daha
sonra 1126 yılında Germen-Roma İmparatorunun taç giyme töreninde giydiği ipek
elbise ve çoraplar, üzeri Arap motifleri ile süslü polermo ipeği idi.[40]
2 – Felsefe
Alanında
Antik
devre ait fikir ürünlerinin Doğu Dünyasına ve Avrupa’ya aktarılması iki ayrı
safhada olmuştur. Birinci safha Abbasi Halifesi Me’mun zamanına rastlamaktadır
(813–833). Bu safhada sistematik olarak Antik devrin eserleri Arapçaya çevrilmiş,
Doğu Dünyasının bu eserleri tanıması sağlanmıştır. İkinci safha 1126–1151
yılları arasına rastlamaktadır. Bu safhada Başpiskopos Raymond Von Toledo,
Arapçaya çevrilen Antik devir eserlerini Latince’ye çevirerek bu eserleri
Avrupa’ya tanıtmıştır.[41]
İspanya’da
İslâm felsefesi Hıristiyanlar’ın gelmesiyle son bulmadı. Burada XII. yüzyılda İslâm
geleneğini yaşatan Maimonides (Musa b. Meymun) gibi Yahudi filozofların yanı
sıra, çok daha önemli birisi, Batı’nın “Averroes” diye tanıdığı İbn Rüşd de bulunuyordu. Bu
âlimin, kendisi gibi Müslüman olanlardan çok, Batı Hıristiyan düşüncesine
etkisi olmuştur. Böylece İspanya’yı ele geçiren Hıristiyanlar burada en parlak
devrini yaşamış olan canlı bir İslâm felsefesi okuluyla karşılaşmışlardır.
1085’te Toledo’yu ele geçiren Kastilyalı VI. Alfons. Yeni Müslüman tebaasına o
kadar önem verdi ki, Hıristiyan din adamlarının hoşuna gitmemesine rağmen,
kendisini “İki dinin imparatoru” olarak
tanıttı. Avrupa’da ilk Doğu ilimleri okulunu yine bir Hıristiyan rahip,
Toledolu Raymond, XII. yüzyılın ortasında kurdu. Hıristiyanlara İslâm
düşüncesini tanıtmayı o kadar gerekli buluyordu ki, birçok memleketten
çağırttığı âlimlere Arapça öğretirdi ve onlara eserleri tercüme ettirirdi.[42]
İslâm
düşüncesi Latince çevirilerle çok geçmeden etkilerini göstermeye başladı. Batı
İbn Rüşd’ü tanımakla akılcılık ve Rönesans devrinin klise düşmanlığı çağını
başlatmıştır. Nitekim Ortaçağ düşüncesinin büyük uzmanı Etienne Gilson eş-Şifâ’ının Latince’ye çevrilmesiyle
ilgili olarak: “Latinler’den, İbn-i Sînâ’yı okuyan herkes, onun hitap tarzı karşısında
çarpılmıştır” demektedir. İbn-i Sînâ’nın özellikle Saint Thomas üzerindeki
etkisinin “çok derin ve uzun süre devam eden bir etki” olduğunu belirtikten
sonra, “İbn-i Sînâ olmasaydı, şüphesiz ki biz, yine bir Aquineli Saint Thomas’a
sahip olacaktık ama bu şimdiki Saint Thomas olmayacaktı. İbn-i Sînâ ve İbn-i
Rüşd’ü hesaba katmadan bir Hıristiyan ilâhiyâtı tarihinin mümkün olabileceği
kabul edilemez” diye ekliyordu.[43]
XIII. yüzyıl,
Batılılar açısından farklı bir gelişmeye sahne olmuştur. Çünkü XII. yüzyılda
başlayan tercüme faaliyetleri, bu yüzyılda daha da artış göstererek
yaygınlaşmıştır. Arapça’dan Latince, İbranice ve başka dillere yapılan
çeviriler sonunda, başta İbn-i Sînâ ve İbn-i Rüşd olmak üzere İslâm
filozoflarının eserlerinin Batı’da tanınması, uzun süredir entelektüel bakımdan
derin bir uykuda olan Batı dünyasının uyanmasına sebep olmuştur. Bu uyanış,
özellikle artık günümüzde XIII. yüzyıl Rönesansı olarak adlandırılmaktadır.
Nitekim bu yüzyılda yaşanan dönüşüm, Batı’da yeni paradigmaların (değerler
dizisi) oluşmasına zemin hazırlamış, böylece XV. ve XVI. yüzyıllarda meydana
gelen Batı’nın Yeniden Doğuşu
(Rönesans) gerçekleşmiştir.
3 – Tıp
Alanında
Tıp
alanında tamamıyla İslâm tesiri hâkim bulunmaktaydı. İtalya’daki Bolonya
şehrinden sonra Fransa’da tıp araştırmalarının merkezi olarak Montpellier
Üniversitesinde, tıp tahsilinde akademik unvan almak isteyen adaylara ait 1340
tarihli bir programda İbn-i Sina’nın Kanun
adlı eserinin I ve IV. kısımlarının yer aldığı görülmektedir. Bu tarihten
itibaren İslâm tabipleri hakkında bir dersin de okutulmaya başlandığı
görülmektedir.[44] 1567’de
İslâm tıp eserleri okullardaki ders kitapları arasından çıkartılmıştır. Fakat
ara sıra da olsa İbn-i Sina’nın Kanun’u
hakkındaki dersler 1607’ye kadar devam etmiştir.[45]
Avrupa’nın
XV. ve XVI. yüzyıllara kadar İslâm tıbbına dayandığı, basılan ilk kitap
listelerinden anlaşılmıştır. Listedeki kitapların da ilki, Ebû Bekir Râzî
(865–925)’nin büyük tıp ansiklopedisi olan el-Hâvî
isimli eserinin IX. bölümü üzerine, Pavia’da profesörlük yapan Ferrari da Grado
tarafından yazılmış bir şerhti. Râzi 100’den fazla eser yazmış ve bunların pek
çoğu Latince’ye çevrilmiştir. Bu kitaplar ve bu kitaplarda anlatılan tedavi metotları
Ortaçağ’da Avrupa’yı geniş çapta etkilemiştir.[46]
Tıp alanında yapılan tercümeler sayesinde, XII. yüzyıla kadar Avrupa’ya hâkim
olan hastalıkların insanın içine giren şeytandan kaynaklandığını, bundan
kurtulmak için rahibin dua ederek onu kovması gerektiği şeklindeki anlayış
yerini modern anlamda tedavi usullerine bıraktı.[47]
Bu ilim adamları ile birlikte daha birçok ilim adamlarının eserleri, İslâm’ın
Batıya yayıldığı sahalarda tıbbi çalışmaların temelini teşkil ediyordu.
4 –
Mimari Alanda
Mimaride
ise tesirler daha kesin görülmektedir. Müslümanlar, mimariye sonsuz bir incelik
ve hayal hissi verdiler. Mimarinin cazibeliğini ve orjinalliğini canlı
renklerle fayansların, mermer harçlarının, iç içe örülü binlerce geometrik
şekillerle gayet ince oyulmuş ve kesilmiş alçıların, yazıların karakterleri ve
hayali yapraklardan yapılan gırlantalar dekorasyonun keyfiyeti içindeydi.[48]
Sivri kemer tarzı, Batı’da bambaşka bir şekilde kullanılmakla birlikte,
doğrudan kopya edilmiştir. Müslümanların Sicilya mimarisine çok şey kattıkları,
Batı’da özellikle de İtalya’da biliniyordu. Ayrıca İspanya’daki İslâmî
yapıların ve İtalyan tacirlerin Doğu’da gördükleri yapıların tesiri Gotik ve
Rönesans yapılarında görülmektedir. Örneğin, Tudor İngilteresi’ndeki birçok karışık
kemerler Kahire’de yapılmış daha eski çok benzemektedir. Avrupa’daki bu
kemerler, belki de Venediklerin Mısır’dan getirdikleri desenlere dayanır. Bu
gibi benzerliklere birçok süsleyici motiflerde, mesela süs için yapılmış
mazgallarda rastlarız. İtalyan mimarlar, özellikle XVII. yüzyılda, İspanya’da
gördükleri İslâm yapılarının kubbelerini kopya ettiler ki, bunları da diğer
Avrupalı mimarlar
taklit etmiştir. İtalya’da geç Ortaçağ ve Rönesans’ta yapılan kulelerle
Kahire’deki ve daha doğudaki kuleleri karşılaştırırsak, daha büyük benzerlikler
de ortaya çıkar. Bu hususta da yine İtalyanlar bu örneği Avrupa’nın diğer
yerlerine yaymışlardır. XVII. yüzyılın sonunda, büyük İngiliz mimarı
Chiristopher Wenin Londra’daki kiliseleri için yaptığı kulelerin örneğini ta
cami minarelerinde bulmak mümkündür. Daha muahhar bir devirde, Batılılar
tarafından tanındığı zaman, büyük Türk Mimarı Sinan’ın da Batı üslubu üzerinde
tesiri olmuştur.[49]
Taşı olabildiğince az kullanmaları,
dekorasyondaki aşırılıkları, at nalı şeklindeki kubbeleri ve mimarilerinin
mihenk taşı konumundaki camileri ile Müslümanların Endülüs topraklarındaki
sanatsal etkisi son derece yoğun bir şekilde görülür. İslâm eserlerinde mağlup
ettikleri devletlerin sanatsal öğelerinden de etkilendikleri gözlenmektedir.
Örneğin Vizigot tarzı kolonlar ve halat görünümü verilmiş taş oymaları bu dış
etkileşimlerin sonucudur.
Kurtuba
Cami Endülüs Müslümanlarının kendi kültürlerinde inşa ettikleri en görkemli
yapıdır. Endülüs sanatının diğer önemli eserleri arasında III. Abdurrahman tarafından
yaptırılan Medinetü’z-Zehra sarayları yer alır. Ancak XI. yüzyıldan itibaren
Endülüs hükümdarlarının tutumu ve iç savaşların yol açtığı siyasi dengesizlik,
çoğu önemli eseri yıkıntı halinde bırakmıştır. Granada’da 1492 yılına kadar
süren el-Ahmerî hâkimiyeti Müslüman kültürünün son bir parlayışı
niteliğindeydi. Elhamrâ sarayı bu yüksek kültürün en güçlü ifadesidir ve
görenleri kendine hayran bırakmaktadır.[50]
5 –
Teknolojik Gelişmeler
Müslümanlar
Batı’ya gemilerin teçhiz ve tertibinde de önemli yarar sağlamıştır. Müslümanlar
bu hususta Hind Okyanusunda edindikleri bilgi ve tecrübelerin meyvelerini
Akdeniz’e getirdiler. Adı Avrupa’dan alınmış olan üç köşeli Latin yelkeni
Müslümanlar tarafından Hind okyanusunda icat edildi. Akdeniz’e çıkan yelkenli
gemiler de yine Müslümanlar tarafından getirildi. Nihayet bu gelişme daha büyük
ve Atlantik’i geçebilen gemilerin yapımı ile sonuçlanmıştır. Bu sayede büyük
coğrafi keşifler yapılmıştır.[51]
Müslümanların
ilme ve bilime kattıkları başka bir hizmet de Pusulayı Batı’ya tanıtmak
olmuştur. Bilindiği gibi pusulayı Çinliler icat etmiştir. Ancak bunu Avrupa’ya
Müslümanlar tanıtmıştır. Müslümanların bunu Avrupa’ya tanıtması ve Avrupa’da
denizcilik tekniğinin belli bir düzeye ulaşması ile dünyayı dolaşmak mümkün
olmuştur.[52]
Kültür
ve medeniyetin yayılmasında birinci derecede önemli olan kâğıdın yaygınlaşmasında
Müslümanların rolü büyüktür. Bilindiği gibi kâğıdın mucidi Çinlilerdir.
Çinliler çok eski zamanlardan beri ipek kozasından kâğıt yapmasını
biliyorlardı. Bu usul Çin’den Orta Asya’ya geçti. 704 yılında Araplar
Semerkant’ı ele geçirdikleri sırada orada bir kâğıt imalathanesine rastladılar.
Bunu nasıl imal edeceklerini araştırdılar. Bilindiği gibi o zamanlar kâğıt,
yalnız ipekten imal ediliyordu. İpek yerine daha bol ve tedariki kolay bir
madde bulmak gerekiyordu. Bu mesele ipeğin yerine pamuğun konulmasıyla
halledildi. Ondan sonra da paçavradan kâğıt imali usulü icat edildi ve
Avrupa’ya Müslümanlar aracılığıyla tanıtıldı.[53]
Böylece bu kâğıt Müslümanların elinde dünya tarihi açısından şayan-ı dikkat bir
inkişaf kaydetmiştir.[54]
İlk defa
kâğıt fabrikasını yaklaşık 800 yılında Harun Reşit’in veziri Yahya b. Halil
el-Bermekî Bağdat’ta inşa ettirdi. Kâğıt imalâtı sadece Bağdat’a hasredilmedi.
Suriye ve Kuzey Afrika’dan Endülüs’e kadar batıya doğru her tarafa yayıldı.
Kâğıdın
kullanılışı, nihayet Endülüs ve Sicilya’dan sonra Avrupa’ya geçti. İlk defa
1270 yılında Sicilya’da kâğıt imaline başlandı.[55]
6 – Dil
ve Edebiyat Alanında
Edebiyat
alanında da İslâm tesiri çok büyük olmuştur. Batılılar ve özellikle İspanyol
şairler, Arap edebiyatından büyük çapta etkilenmişlerdir. Kahramanlık
edebiyatı, mecaz, ileriye yönelik ve parlak hayaller, özellikle Endülüs’te Arap
edebiyatı yoluyla Batı edebiyatına geçmiştir.[56]
Geç Ortaçağda, Avrupa’da görülen romantik edebiyatın yerli bir terim olduğu
sanılmaktadır. Hâlbuki bu edebiyat incelendikçe, Doğu kaynaklarına inen
özellikleri de o nispette ortaya çıkar. Aşk hikâyesi aslında Avrupalılardan çok
Doğuluların bir buluşudur. Kral Arthur’a dair hikâyelerin çoğunun doğu
kaynaklarına dayandığı bugün artık gösterilebilmektedir. Batı cemiyetine mal
olan masal, hikâye ve efsanelerin yanı sıra, tercüme edilerek Batı Edebiyatına
kazandırılmış eserler de vardır. Bunlar arasında; Kelile ve Dimne, Barlaum ve İosaphat, Simbad
sayılabilir. Bütün bu eserler Ortaçağ Avrupasında sevilerek okunmuş ve Ortaçağ
Edebiyatına girerek bu devir yazarlarının tesir icra etmiştir.
Edebiyat
alanında Avrupa Doğudan sadece İspanya ve İtalya yoluyla değil, Bizans yoluyla
da etkilenmiştir. Haçlı Seferleriyle Doğunun birçok masal ve hikâye unsuru da
Avrupaya geçmiştir. Bunlar arasında Hubertus, Eustachius, Christophorus ve Yedi
Uyurlar gibi dini hikâye ve efsaneler de vardır.[57]
Dante
gibi önemli yazarlar bile İslâm tesiri altında kaldılar. Bütün bunlar
Müslümanların Batı kültürüne, felsefe ve ilmine kattıkları önemli yeniliklerden
ileri geliyordu. Ortaçağda yaşamış çok bilgili bir İngiliz âlimi olan Oxfordlu
Roger Bacon eserlerinden birinde şöyle der: “Felsefe
Arap yazarlarından öğrenilmelidir ve doğu dillerini öğrenmek zahmetine
katlanmayan bir kimse bu konuyu kavramaya kalkışmamalıdır.”[58]
İslâm
ilimlerinin Batı dillerinde bıraktığı izler, dil yönünde de tetkik edilmiştir.
Batı dillerine geçen kelimelerin bir kısmı medeniyet üstünlüğünden dolayı
kullanılan eşyanın isimlerinin bir kısmı da çeşitli alanlardaki ilmi
terimlerdir. Birkaç örnek verecek olursak;
Arapça’da
hüccet, senet anlamında kullanılan sakk,
Batı’da çek şeklini almıştır. Farsça’dan
Arapçaya geçen divan kelimesi
İtalyanca’da doana, Fransızca’da douane olarak gümrük anlamında
kullanılmıştır. Arapça’da şeker anlamına gelen sükker kelimesi İtalyancada zucchero,
Fransızca’da sucre, İngilizce’de sugar olmuştur. İçtiğimiz şerbet kelime
olarak sorbet şeklinde
Fransızcalaşmıştır. Arap dili, İslâm dünyasında bilim dili haline gelmiştir. Algebre, cebir kelimesinden, chiffre, sıfırdan; cafe kahveden gelmektedir.[59]
Kıtın (pamuk), carre (testi), şarap (içecek).[60]
Bu örnekler çoğaltılabilir.
7 –
Matematik ve Astronomi Alanında
Matematik
sahasında araştırma yapanlar, Müslümanların bu sahada Avrupa üzerinde ne kadar
büyük tesirler bıraktığını görürler. Algebra (cebir)’nın Arapçada al gabr kelimesinden türediğini
söylemek bu konuda verilecek en basit örneklerden biridir.[61]
İlim ve
Riyaziye (Matematik) alanlarında Müslümanların rolünü inceden inceye belirtmek
çok uzun sürer. Bu alanda Müslümanların ileri sürdüğü en önemli ve en esaslı
fikir ilmin din ile bağdaşabileceği fikridir. Avrupa bütün cebir ilmini
Müslümanlara borçludur. Avrupa matematiğinde çok büyük bir devrime yol açmış olan
Arap sayıları Müslümanlardan alınmıştır.[62]
Astronomi
de İslâm’ın unutulmaz katkısından yararlanmıştır. Batı dillerinde hâlâ Arapça
adlarıyla bilinen çok fazla sayıdaki yıldızları bir yana bırakalım, güneş
yüzeyindeki lekeleri keşfeden İbn-i Rüşd olmuştur. Ömer Hayyam tarafından
yapılan takvim reformu, Gregoryen takvimi reformunu kat kat gerilerde
bırakmıştır. İslâm öncesi Arap bedevileri, sadece çöldeki seyahatleri için
değil, fakat aynı zamanda meteoroloji konusunda da çok kesin astronomik
gözlemler geliştirmişlerdi.
Halife
Me’mun zamanında dünyanın çevresi, bizi şaşırtan bir derecelik bir farkla,
ölçülmüştü. Çok erken zamanlarda gelgit, şafak, gün ağarması, gök kuşağı ve
özellikle de güneş, ay ve onların hareketleri hakkında eserler kaleme
almışlardı.[63]
Ebu’l-Ferec’in,
fevkalâde övüp takdir ettiği meşhur astronomlardan Mâşâallah ve eski
gözlemcilerden Ahmed b. Muhammed en-Nihavendi ile Oklides’i ilk defa tercüme eden meşhur matematikçi Hecyâ b. Yusuf,
astronomi ilmini genişletip faydalı hale getirmişler; böylece astronomi ilmi
fazilet ve kemâl ağacı olan Tûbâ ağacı gibi kol atmaya başlamıştı.
Bu
tarihlerde, matematik ilminin ne derecelere kadar ilerlediğini tetkik etmek
ihtiyacından berîyiz. Harun er-Reşid tarafından Şarlman’a hediye edilen çalar
saat ve gizli olan tarifleri ile Çin İmparatoruna gönderilen bazı şeyler,
Bağdat’ta meydana gelen bu çeşit sanat mucizeleri hakkında tarihçilerin geniş
açıklamaları olmasa bile, mükemmel bir fikre sahip olmak için yeterlidir.[64]
9 – Küçük Sanatlar ve Lüks Eşyalar
Küçük
sanatlara gelince, cam işçiliğinin Batı’da yayılmasına sebep olan Venedik
camcılığı doğrudan doğruya Doğu tezgâhlarından ilham alınmıştır. Maden kakma
işçiliği için kullanılan demascene
kelimesinden de anlaşıldığı gibi, bu işçiliğin birçok çeşitleri Avrupa’ya doğudan
gelmiştir. İran ve Türk çinileri birçok Avrupa çinilerine örnek olmuş, Avrupa
halıcılığı da ilhamını yine İran ve Türkiye’den almıştır.
Endülüs’te
hem iç pazarda hem de ihraç edilmek üzere lüks eşyalar imal eden çeşitli sanayi
kolları mevcuttu. O kadar ki X. asırda Kurtuba, mücevher, altın ve gümüş
kuyumculuğunda Bizans’ın rakibi haline gelmişti.
Fildişi
oymacılığında da aynı durum söz konusuydu. Zira ağaç oyuluyor, sonra sedef ve
fildişi ile kakma işleniyordu. Şam ve Toledo çelikleri, kılıç demirleri,
zırhlar, bakır eşyalar, lambalar, masalar, kalemle işlenmiş tepsiler, dantel
gibi oymalar (bugün bile) çok meşhurdu. Oymalı tahtalar, fildişi sedef, gümüş
kakmalar zarafet ve zevk modelleri idi.[65]
Bunlardan başka, sadece cilt işlerinde değil, birçok alanda kullanılan tezyinatlı
deri işçiliği de mevcuttu.
Yine
müzik aletleri imalâtı bakımından Seville (İşbiliyye) şehri dikkat çekiyordu.
Ud, gitar, kemençe ve naker gibi müzik aletlerinin isminin Arapça olması,
bunların Avrupa’ya Müslümanlardan geçtiğini göstermektedir.[66]
XII.
yüzyıl Katalan sanatının İslâm sanatından ne denli etkilendiği kesin çizgilerle
belirlenmese de, Tahull fresklerindeki boğa çizimlerinin yoğun İslâm etkisi
taşıdıklarına inanılmaktadır. Yüzyıllar sonra Picasso’nun “Guernica” tablosunda model aldığı da yine aynı tip boğa çizimidir.
Katalan fresklerinin, Müslümanların cami ve saray dekorasyonlarında
kullandıkları detaylı çizim tekniğinden etkilenmiş olabileceği de ortaya
atılmış güçlü tezlerden biridir.[67]
Müslümanlar
Avrupa’ya pratik hayatta da bazı yenilikleri tanıtmışlardır. Mısır ve
Mezopotamya’da ziraat ve sulama ilmine girişmiş ve çok kısa bir sürede bu işte
ustalaşmıştılar.[68] Mesela,
İspanya’da tarım alanında bilimsel sulama ile birlikte turunçgiller, pamuk,
şeker kamışı ve pirinç gibi mahsulleri tanıttılar. Tekstil, seramikçilik, kâğıt
yapımı, ipekçilik ve şeker istihsali gibi birçok endüstri kollarını
geliştirdiler. Tarım ve zanaat kollarında kullanılan birçok Arapça kelime Arap
etkisinin kuvvetini açıkça ortaya koymaktadır.[69]
Endülüs
bölgesi Müslüman etkisiyle birlikte tarım alanında yeni ürünlerin işlenmesi ve
eski tekniklerin mükemmelleştirilmesiyle önemli bir döneme girmiştir. İncir,
limon, badem ve portakal yetiştiriciliğinin yanında zeytin ağaçlarının en
zengin olduğu bölge de Müslümanların elinde olan bölgedir. Tahıl ve bağcılığa
da büyük önem verilirken, buğday en çok yetiştirilen tahıl çeşidi olarak
bilinmektedir. Müslümanlar bu bölgelerde sulama sistemini iyileştirip hasatta
verimi kayda değer bir şekilde arttırmışlardı. İslâm egemenliği sırasında meşe
ve çam gibi ağaç türleri yaygınlaşmış, elde edilen ahşaptan ise mobilya ve gemi
yapımı sağlanmıştır.[70]
Bu dönemde tarımda tam bir devrim yaşanmıştı. Hindistan ve Doğu Akdeniz
arasındaki sınırların ortadan kalkması, pek çok bitki türünün, baklagillerin ve
meyvelerin Güneybatı Asya ve Akdeniz’e düzenli ithal edilmesini, yeni türlerin
geliştirilmesini sağladı. Bunun yanı sıra tarım teknikleri, yoğun çiftçilik bilgisi
ve nadasa bırakılan toprakların tam kapasiteyle kullanımı da Batı’ya aktarıldı.[71]
Sanat ve
bilim gibi gelişimin daha pek çok alanında Ortaçağ’ın yedi yüzyılını iç içe
geçiren Müslüman ve Hıristiyan toplumları, savaş ve barışla geçen yıllarda bile
birbirlerini adım adım ileri taşıyarak örnek bir kültür etkileşimi ortaya
koymuşlardır. İzlerini günümüze dek muhafaza eden söz konusu etkileşim süreci
özetle şu kalıcı izleri taşımaktadır: El sanatlarına verilen önem, mimarideki
büyük gelişim, farklı materyalleri işleme ve şekil verme yetisi ve Arap
entelektüellerin etkileri, Batı toplumlarının Ortaçağ’ın karanlığından sıyrılıp
bu dönemi Aydınlanma çağı niteliğinde geçirmesine olanak sağlamıştır.
SONUÇ
Ortaçağ’ın
en belirgin olaylarından biri şüphesiz İslâm dininin Hıristiyanlıkla
karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma özellikle VII. ve VIII. yüzyılları arasında dört
bölgede, yani İspanya, Sicilya, Doğu Akdeniz sahillerinde kurulan Haçlı
devletleri ve Anadolu’da gerçekleşmiştir ve genellikle birbirinden nefret eden iki
taraf arasındaki çetin ve amansız bir mücadele olarak hafızalarda yerini
almıştır. Ancak hem Müslümanların hem de Hıristiyanların savaş meydanı dışında,
özellikle sınır bölgelerinde birbirleriyle daha barışçıl ilişkilerin olduğu ve
karşı taraftan gelen kültürel etkileşimlere açık oldukları da bilinmektedir.
Bunun örneğini bu dönemi anlatan birçok kitapta bulmak mümkündür.
İslâm
medeniyetinin bilim, düşünce ve sanat alanlarındaki göz kamaştırıcı başarıları,
Avrupa’nın dikkatinden kaçmamıştır. İslâm kültürünün özellikle bilim ve
felsefedeki birikimi, Endülüs’te zaten biliniyordu. 711 yılında Potier adlı
Fransız kasabasındaki ilk askeri temastan sonra Müslümanlar güney İspanya’ya
hızla yerleşmeye ve siyasi varlıklarını tesis etmeye başladılar. Endülüs çok
kısa sürede İslâm medeniyetinin en seçkin sanat ve fikir eserlerinin verildiği
bir bölge haline geldi. Aynı zamanda Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman toplulukları
arasında tarihte eşine az rastlanır bir dini ahenk ve etkileşimin hâkim olduğu
Endülüs, bugün bile tarihi önemini korumaktadır.
Müslümanlar
Eski Doğu Medeniyetinin ve Antik Devrin ilimlerinin Batı’ya aktarılmasında
aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzak Doğu menşeli ilimleri yerinden
öğrenen Müslümanlar, bu ilimlere katkılarda bulunarak Batı’ya aktardılar.
Avrupa da bu aracılıktan geniş ölçüde faydalanmıştır. Doğunun Batı üzerinde
icra ettiği tesiri Batı Kültürünün hemen her dalında görmek mümkündür.
Her ne
kadar modern bilim ve felsefenin kökenleri XV. ve XVI. yüzyıl İtalyan Rönesansı
ile anılsa da “Yeniden Doğuş” XII. ve
XIII. yüzyıllarda Paris, Oxford, Cambridge, Bologna gibi şehir merkezlerinde
lonca halinde teşkilatlanan üniversitelerde gerçekleşmiştir. İslâm bilginleri
Kahire, Bağdat, Şam, Endülüs okullarında teoloji, metafizik, mantık, tıp, astronomi,
cebir, geometri dersleri veriyordu. Toledo’daki çeviriler sayesinde farklı
diller ve kültürler kaynaşmıştı.
İslâm
Avrupa ile sadece maddi hâsılatı ve teknolojik keşifleri paylaşmış değildir. İslâm
ayrıca, Avrupa’yı ilim ve felsefe sahasında sadece zihni bakımdan harekete
geçirmiş değildir. İslâm aynı zamanda Avrupa’ya çeki düzen vermiş ve kendisine
yeni bir imaj yapmaya sevk etmiştir.
İlim ve
matematik alanlarında Müslümanların rolü çok büyük olmuştur. Bu alanda
Müslümanların ileri sürdüğü en önemli ve en esaslı fikir, ilmin din ile
bağdaşabileceğini ortaya koymuştur. Çünkü bu dönemde kilise bilime karşı
oluşuyla ön plana çıkmıştı.
İslâm
düşüncesinin ve biliminin Batılılar üzerindeki etkisi XIII. yüzyılda öyle bir
noktaya ulaştı ki, İbn-i Rüşd’ün Latin dünyasındaki takipçileri kilise
tarafından aforoz edildiler. Latin İbn-i Rüşdçülüğü (Averroism) olarak bilinen
hareket, 1277 yılında başpiskopos Tempier tarafından yasaklandı ve İbn-i
Rüşd’ün eserleri toplu olarak yakıldı. Yine aynı dönemde Müslüman bilim
adamlarının Arapça eserleri, Latince’ye tercüme edilerek Rönesans ve ardından
modern bilimin doğuşuna zemin hazırladılar. Bütün bu gelişmelerin en önemli
neticesi Batı Avrupa’nın İslâm dini ile medeniyeti arasında kesin bir ayrım
yaparak, dini şiddetle reddetmesi, medeniyete ise hayranlık duymasıdır.
İslâm’ın bir din ve medeniyet olarak Avrupa zihninde yarattığı ikilemi aşma
çabaları, pek çok ilginç tezin ve uydurmaların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bugün
yeryüzünde homojen kültüre sahip cemiyetlere rastlamak mümkün değildir. Zira
insanlığın ulaştığı seviye homojen bir kültürle yaşamayı imkânsızlaştırmıştır.
Zaten hangi kültürün tarihin derinliklerindeki kökleri incelenecek olursa olsun
o heterojenlik apaçık ortaya çıkacaktır.
İslâm
Dini en yüksek ahlak kurallarını öğütleyen bir dindir. Sanat ve teknikte
ilerlemeyi amaçlayanları daima teşvik etmektedir. Yine İslâm dini,
Müslümanların evrensel bir medeniyet kurmalarına imkân verecek potansiyeli her
zaman için içinde bulundurmuştur ve bu potansiyel bugün için de mevcuttur.
Batı Medeniyeti,
İslâm Medeniyeti'ni daima yok olmuş gibi göstermeye çalıştı. Hâlbuki İslâm
Medeniyeti hâlâ ayaktadır. Buna en güzel örnek Osmanlı'nın Avrupa coğrafyasında
ve özellikle Anadolu'da bıraktığı eserler ve kültürel yapıdır. İslâm medeniyeti
dünyanın dört bir yanında hâlâ ayakta olan kurumlar ve eserler bırakmıştır.
KAYNAKÇA
1. SPİES, Otto, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki
Tesirleri, Çev; Neşet Ersoy, ATO dergisi İlave Yayınları, No: 8, Ankara 1974.
2. TURAN, Osman, Tarih Akışı İçinde Din ve
medeniyet, İstanbul 1980.
3.
KAYAOĞLU, İsmet, İslâm Kurumları Tarihi, Konya
1994.
4. DURANT, Will, İslâm Medeniyeti, İstanbul.
5. RUNCIMAN, Sır Steven, Avrupa Medeniyetinin
Gelişmesi üzerindeki İslâmi Tesirler, Şarkiyat Mecmuası, 1959, III/3.
6. LEWİS, Bernard, Tarihte Araplar, Çev; H. D. YILDIZ, İstanbul 2000.
7.
WATT,
Montgomery, İslâm Avrupa’da, Çev; Hulusi YAVUZ, İstanbul 1989.
8. ÜLKEN, H. Z, Uyanış Devrinde Tercümenin Rolü,
İstanbul 1935.
9.
Sigrid HUNKE, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm
Güneşi, Çev; Servet Sezgin, İstanbul 1972.
10. KAZICI, Ziya, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri
Tarihi, (İfav Yay) b.yüzyıl. 2003.
11. O’LEARY, De Lacy, İslâm Düşüncesi ve Tarihteki
Yeri, Çev; Hüseyin Yurdaydın - Y. Kutluay, II. Baskı, Ankara 1971.
12. TOYNBEE,
Arnold, Medeniyet Yargılanıyor, Çev; Ufuk Uyan, İstanbul 1980.
13. ÜÇYİĞİT, E. , Ortaçağ İslâm Medeniyeti’nin
Avrupa Medeniyeti Üzerine Tesirleri, İlahiyat Fakültesi Dergisi I-II, Ankara
1955.
14. Kaya,
Mahmut, “Beytülhikme”, DİA, VI,
İstanbul 1992.
15. Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanlar İlim ve
Kültür Tarihi, Ankara 1997.
16. ………, “Endülüs”, DİA, XI, İstanbul 1995.
17. ………, Endülüs Müslümanları Medeniyet Tarihi, Ankara
1997.
18. Mustafa
Demirci, Beytü’l-Hikme, İstanbul
1996.
19. Işın
Demirkent, “Haçlılar”, DİA, XIV,
İstanbul 1996.
[1] Orhan
Türkdoğan, Bilimsel Araştırma
Metodolojisi, İstanbul 2003, s. 79.
[2] Osman
Turan, Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet,
İstanbul 1980, s. 35–37.
[3] İsmet
Kayaoğlu, İslâm Kurumları Tarihi,
Konya 1994, II, s. 92.
[4] Will
Durant, İslâm Medeniyeti, İstanbul,
trz., s. 96; Sir Steven Runciman, “Avrupa
Medeniyetinin
Gelişmesi üzerindeki İslâmi
Tesirler”, Şarkiyat Mecmuası,
1959, III, s. 3; Bernard Lewis, Tarihte
Araplar,
Çev: H. D. Yıldız, İstanbul 2000, s. 184;
Mahmut Kaya, “Beytülhikme”, DİA, VI, İstanbul
1992, s. 89;
Mustafa Demirci, Beytü’l-Hikme, İstanbul 1996, s. 95.
[5]
Runciman, s. 4.
[6] Watt,
s. 143.
[7] İA, “Haçlı Seferleri”, XVIII, Ankara 1970, s. 287.
[8]
Kayaoğlu, s. 93.
[9]
Kayaoğlu, s. 93.
[10] Otto
Spies, “Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki
Tesirleri”, Çev: Neşet Ersoy, ATO
Dergisi İlave Yayınları,
No: 8, Ankara 1974, s. 6.
[11]
Bernard Lewis, Müslümanların Avrupa’yı
Keşfi, Çev: İhsan Durdu, İstanbul 2000, s. 16.
[12]
Spies, s. 6–7.
[13]
Türkdoğan, s. 87–88.
[14] Ira M. Lapidus, İslâm Toplumları Tarihi, Çev: Yasin
Aktay, İstanbul 2002, I, s. 511; Mehmet Özdemir,
Endülüs Müslümanlar İlim ve Kültür Tarihi, Ankara
1997, 169
[15] W.
Montgomery Watt, İslâm Avrupa’da,
Çev: Hulusi Yavuz, İstanbul 1989, s. 14. Spies, s. 7; Özdemir, a.g.e.
s.168.
[16] Lapidus, s. 513; Özdemir,
“Endülüs”, DİA, XI, İstanbul 1995, s.
212.
[17]
Watt, s. 143; Spies, s. 8.
[18]
Spies, s. 8.
[19]
Mustafa Sîbâi, İslâm Medeniyeti’nden
Altın Tablolar, Çev. Nezir Demircan – M. Sait Şimşek, Konya, 1979,
s. 42.
[20]
Spies, 8, De Lacy O’leary, İslâm
Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, Çev: Hüseyin Yurdaydın - Y. Kutluay, II.
Baskı,
Ankara 1971. s. 168.
[21]
O’leary, s. 168.
[22]
Watt, s. 14.
[23] Işın Demirkent, “Haçlılar”, DİA, İstanbul 1996, XIV, s.
544; Özdemir, a.g.m. s. 223; Özdemir, a.g.e. s. 169.
[24]
Kayaoğlu, s. 97.
[25] Demirkent, s. 544.
[26] Ziya
Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri
Tarihi, b.y.y. 2003, s. 51.
[27]
Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor,
Çev: Ufuk Uyan, İstanbul 1980, s. 178–79.
[28] Emel
Altan Ege, “Akdeniz’de Doğu İle Batı’nın
Buluşma Noktası”, Doğu-Batı Düşünce
Dergisi, Yıl: 9,
Sayı:34, 2005–06, s. 57.
[29]
Spies, s. 14; Kazıcı, s. 52.
[30]
Spies, s. 8; Runciman, s. 5; Watt, s. 114.
[31]
Ahmet Gürkan, İslâm Kültürünün Garbı
Medenileştirmesi, Ankara, trz. s. 280.
[32]
Kazıcı, s. 52.
[33]
Spies, s. 8–9.
[34] H.
Z. Ülken, Uyanış Devrinde Tercümenin
Rolü, İstanbul 1935, s. 243–244.
[35]
George Makdisi, Ortaçağ’da Yüksek Öğretim
(İslâm Dünyası ve Hıristiyan batı), Çev: Ali Hakan Çavuşoğlu-
Hasan Tuncay Başoğlu, İstanbul 2004, s.
415.
[36]
Watt, s. 39; Kayaoğlu, s. 94.
[37] Ebru
Yener, “Ortaçağ’ın Aydınlık Yüzü: Endülüs”,
Doğu Batı Düşünce Dergisi, yıl: 8,
sayı: 33, 2005, s. 225.
[38]
Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan
İslâm Güneşi, Çev: Servet Sezgin,
İstanbul 1972, s. 37–38.
[39]
Hunke, s. 38; Kayaoğlu, s. 95.
[40]
Spies, s. 14–15.
[41]
Spies, s. 16.
[42]
Runciman, s. 5.
[43]
Bekir Karlığa, “Doğu Batı Düşüncelerinde
On Üçüncü Yüzyıl Dönüşümü”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, Yıl:
8, Sayı: 33, 2005, s. 167.
[44]Desmond
Stewart, Batılı Gözüyle İslâm Kültür ve
Medeniyeti, Çev: Müjdat Kayayerli-Murat Özyiğit,
İstanbul 1994. s. 181.
[45]
O’leary, s. 173–74; Watt, s. 121.
[46]
Watt, s. 121; Spies, s. 19; Sibâi, s. 41
[47] Özdemir, a.g.m. s. 223.
[48]
Mustafa Ateşmen, Avrupalı Gözüyle İslâm,
b.y.y. 1973, s. 38.
[49]
Runciman, 9; Özdemir, a.g.m. s. 224.
[50]
Yener, 224.
[51]
Watt, s. 43.
[52] E.
Üçyiğit, “Ortaçağ İslâm Medeniyeti’nin
Avrupa Medeniyeti Üzerine Tesirleri”, İlahiyat
Fakültesi Dergisi
I-II, Ankara 1955, s. 37.
[53]
Kayaoğlu, s. 97.
[54] Adam
Mez, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti
(İslâm’ın Rönesansı), Çev: Salih Şaban, İstanbul 2000, s. 528.
[55]
Türkdoğan, s. 79.
[56]
Sibâi, s. 42.
[57]
Spies, s. 35; Özdemir, a.g.e. s. 172; Özdemir, a.g.m., s. 223.
[58]
Runciman, s. 9–10; Özdemir, a.g.m. s. 223.
[59]
Kayaoğlu, s. 97–98; Spıes, 9–10; Watt, s. 149–156.
[60]
Sibâi, s. 45.
[61] W.
Barthold, M. Fuad Köprülü, İslâm
Medeniyeti Tarihi, Ankara 1963, s. 31; Muhammed
Hamidullah, İslâm’a Giriş, Çev: Cemal Aydın, trz. s. 297; Özdemir, a.g.m. s.
223.
[62]
Runciman, s. 11.
[63]
Hamidullah, s. 293.
[64]
Abdurrahman Fehmi Efendi, Medresetü’l-Arab,
Haz: Hüseyin Elmalı - Cüneyt Eren, İzmir 2005, s. 286.
[65]
Ateşmen, s. 38.
[66]
Watt, s. 48.
[67]
Yener, s. 228–29.
[68]
Ateşmen, s. 39; Özdemir, a.g.e. s. 163.
[69]
Lewis, s. 171; Özdemir, Endülüs
Müslümanları Medeniyet Tarihi, Ankara 1997, s. 87.
[70]
Yener, s. 225; Gürkan, s. 281.
[71]
Dimitri Gutas, Yunanca Düşünce Arapça
Kültür, Çev: Lütfü Şimşek, İstanbul 2003, s. 24.
0 yorum:
Yorum Gönder