Güngör Aksu
Emevî devleti, İslâm tarihinin önemli noktalarından biridir. Râşid
Halifeler sonrası iktidara gelen ve yaklaşık doksan yıl Müslümanları idare eden
bu devlet, siyasi, askeri, mali ve kültürel gelişmeler açısından dikkat
çekmektedir. Bu açıdan bu dönemi inceleyen Yusuf el- Işş’ın ed- Devletü’l-
Ümeviyye adlı önemli çalışmasını değerlendirmeye çalışacağız.
Emevî devletinin kuruluş safhasının öncesi ve sonrası ile ele
alınmaya başlanan eser ana hatları ile Emevîleri incelemiştir. Eserde
halifeliğin iki fonksiyonuna temas edilen bir bilgi bu kurum açısından
önemlidir. Halife hem peygamberin takipçisi hem de yöneticisidir. Halife dinde
imam, dünyada ise emirdir (s. 14). Hz. Ebû Bekir üzerinden verilen bu ifadenin
Emevîler üzerinden de değerlendirilmesi gerekmektedir. Emevî halifelerinin bu
yönü insanlar üzerinde nasıl ve ne şekilde kullandıklarının ifade edilmesinin daha
da faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Eserin en güzel yanlarından biri kabileler hakkında bilgilerin yer
almasıdır. Bedevî-Hadarî noktasında hangi kabilelerin nerede ve hangi düzen
içerisinde yaşadıkları gibi bilgilerin verilmesi, kabileleri tanıma açısından
önemlidir. Bu durum aynı zamanda Arapların yayılış alanlarını da bize
göstermektedir. Aynı zamanda kabilelerin ne tür faaliyetlerle meşgul olduklarını
da görebilmekteyiz (s. 19-24).
Fitne olayları ile ilgili olarak ilk yazılan eserlerin ve
müelliflerinin ele alındığı kısım bu dönem için önemlidir. Özellikle bu
eserlerden birçoğunun kaybolduğu ve daha sonra gelen tarihçilerin bu kaybolan
eserlerden istifade ettikleri belirtilir. Ama can alıcı nokta bu müelliflerin
tarafgirlik noktasında değerlendirilmesidir. Bu açıdan verdikleri bilgilerin bu
yön itibariyle değerlendirilmeye alınması gerekmektedir. Okuyucunun
tarafgirlik, grupçuluk, kötü zan ve düşman kabul etme gibi noktalarda
uyarılması gerektiğinin belirtilmesi de esere değer katmaktadır (s. 36). Fitne olayları
hakkında bilgi veren 7 tane ravi üzerinde de durulmaktadır. Bu ravilerin
isimlerinin zikredildiği eserde aynı zamanda bu ravilerin rivayetlerinin
kuvvetli veya zayıf kabul edilmeleri de işlenmiş ve herhangi bir gruba dâhil
olup olmadıkları da ele alınmıştır (s. 39-40).
Eserde yapılan bir eleştiri fitne olaylarını inceleme açısından
dikkat çekmektedir. Yazar hadisçileri, fitne olaylarının nakledilmesi
noktasında hadisleri nakletmede gösterdikleri hassasiyeti göstermedikleri için
eleştirmektedir ve uydurma olan birçok rivayetin nakledildiğini
belirtmektedir(s. 76). Bu tespit fitne olaylarının yeteri kadar hassas
nakledilmediğini ortaya koymaktadır. Fakat şunu göz ardı etmememiz
gerekmektedir. Tarihçilerde olduğu gibi hadisçilerde de tarafgir anlayışa sahip
olanlar mevcuttur. Tarafsızlık ilkesinin göz ardı edilmesi nakillerde
sıkıntıların olmasına neden olmaktadır.
Arapların asabiyet yönünü bilen Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer onları
fetih hareketlerine yönelterek bu yönün sıkıntılara neden olmasını en aza
indirmişlerdir. Eserde Hz. Osman’ın bu yönü kullanamadığı, insanların belli
kesimlerinin aşırı mal ve mülk elde ettiği belirtilmiştir. Bu sebeple ilk dönem
fatihleri gibi cihad amaçlı değil de ganimet için hareket eden mürted Araplar,
Hz. Osman’a problemler çıkarmışlardır. Hz. Osman bu yönden eleştirilmektedir.
(s. 78).
Fitne olaylarının değerlendirilmesinde Seyf’in rivayetlerini ön
plana çıkaran yazar, onun Benî Temîm kabilesi içinde olması sebebiyle
rivayetleri ilk ellerden topladığını, olaylara akıcı ve bütüncül yaklaştığını
belirtir (s. 98-99). Seyf’i ön plana çıkaran yazarın, Ebû Mihnef ile Seyf’in
rivayetlerinin çeliştiğini ve Seyf’in rivayetlerinin daha doğru olduğunu
belirtmesi de dikkat çekicidir (s. 105). Ebû Mihnef tarafgir olarak
değerlendirilirken fitne olaylarında sadece kabilesinden gelen ilk elden
bilgiler hasebiyle Seyf’in doğru olarak değerlendirilmesi kanaatimizce objektif
bakış açısı ile zıt düşmektedir.
Eserde Harûra’da meydana gelen Nehrevân savaşının Tahkîm olayından
önce gerçekleştiğinin belirtilmesi de dikkat çekicidir. Zira bu savaşın ekseri
kaynaklarda Tahkîm olayından sonra gerçekleştiği belirtilmektedir. Bu
değerlendirmesini de iki örnek üzerinden veren yazar, görüşünü ispatlamaya
çalışmıştır (s. 117).
Eserde bir ifadenin yanlış kullanıldığı kanaatindeyiz. Abdullah
el-Ğafikî’nin Şarl Martel ile yaptığı savaşta onun için ‘Emîru’l- Müslimîn’
lakabı zikredilmiştir. Bu yanlış bir kullanımdır. Abdullah el- Ğafikî’nin
Endülüs genel valisi olması hasebiyle kullanıldığını düşündüğümüz bu ifade
halifeler için kullanılan bir ifadedir. Bu sebeple Emevî halifelerinin böyle
bir kullanıma izin vermeleri pek ihtimal dâhilinde değildir.
Emevî halifelerinin birçoğunun belli lakapları vardır. Bunlardan en
meşhuru şüphesiz son halife Mervan b. Muhammed’dir. Eser onun bu yönünü vurgu
amacıyla Mervan el-Ca’dî başlığı ile ele alınmıştır. Diğer halifelerin
dönemleri incelenirken konu başlıklarında baba adları ile yazılmasına rağmen
Mervan için bu yapılmamış, lakabı ile yazılmıştır. Kanaatimizce bu lakap ile
meşhur olmasına rağmen onun da konu başlığında babasının ismi ile belirtilmesi
gerekmektedir. İktidara geldiğinde 55 yaşını geçtiği belirtilen Mervan için
‘Emevîlerin yaşı kocası’ lakabının verilmesi de onun hakkındaki bilgiler
arasında dikkat çekmektedir (s. 307).
Eserde ayrıca Mervan b. Muhammed eleştirilmektedir. Devletin
merkezinin Şam’dan Harran’a taşınmasının hata olduğunu belirten yazar, onun
Şamlıların güvenini kaybettiğini belirtir (s. 309). Bu önemli bir tespittir.
Zira Emevîler iktidarlarının Şam bölgesinde Şamlılar üzerinden kurmuştur.
Şamlılar her durumda Ümeyye ailesini desteklemiş, sıkıntılı anlarda onlar için
tutulacak bir dal olmuştur. Bu yön ortadan kaldırıldığı i.in bir nevi Mervan
devletin sonunu da hazırlamış olmaktadır.
İslâm Tarihinin en önemli dönemleri arasında yer alan Emevî
devletini inceleyen bu eser, Emevî dönemi gelişmelerini incelemek isteyenler
için önemli bir eserdir.
0 yorum:
Yorum Gönder