12 Haziran 2017 Pazartesi

Monsieur le Rien

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
 28 Kasım 2008.
Berlin’in soğuk bir gününde, kendisine yer ayrılmış olan otelde “ağaç doktoru” arkadaşını beklerken, “dünyada ne olup bitiyor?” diye TV’nin düğmesini çevirdi. Kanada’nın TV 5 kanalı, Emile Zola ile ilgili bir program yapıyordu: “Emile Zola et La conscience humaine”… Emile Zola’nın “şuur”la ilgili görüşlerini TV’den izlemeye başlarken, birden bire Paris’teki öğrencilik yılları aklına geldi. Artık TV’den Emile Zola’yı değil, Paris’teki serüvenlerini düşünüyordu… Sonra, başka hiç kimsenin bulunmadığı o loş otel odasında kendi kendine sormaya başladı:

-       Et toi?
-       Qu’est-ce que tu es?
Sonra, içinden hafif bir ses:
-       Moi? Moi, je suis rien!
Artık onun adı, “Monsieur le Rien” oldu ve aşağıdaki satırları karalamaya başladı:
“ Monsieur le Rien
Bütün ısrarlarına rağmen, inatçı arkadaşını, uçakla seyahate ikna edememiş; çaresiz Orient-Expres treniyle Avrupa’ya gitmeye mecbur kalmıştı.
Sirkeci’den kalkan trenle Münih’e kadar bu arkadaşıyla yolculuk yapacak; Münih’te yolları ayrılacaktı: Biri Paris’e, öbürü de Londra’ya…
Üniversiteyi beraber okumuşlardı. Biri İmam-Hatip, diğeri ise lise mezunuydu. Ama kader, onları Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde bir araya getirmişti.
İmam-Hatipli olan, liseliye göre avantajlı durumdaydı. Çünkü İmam-Hatipte okuduğundan, hem imamlık yapıyor, hem de fakültede okuyordu. Kısacası, küçük de olsa, bir maaş sahibiydi. Liselinin ise böyle bir marifeti olmadığından, müracaat edip kazandığı 175 TL’yi[1], babasının gönderdiği harçlığına ilave ederek geçiniyordu.
Liseli fakülteye 20 gün geç başladığı için dersler baya ilerlemiş olduğundan, özellikle Arapça dersinde zorlanıyordu. Çoğunluğu İmam-Hatip menşeli olan öğrenciler öğretilenleri az-çok bildiklerinden, rahmetli Arapça Hocası İsmail Ezherli, “herkes biliyor” sanıp, her gün yeni bir ders işliyordu. Ve tabi düz liseden gelmiş olan Monsieur le Rien, dersi zor takip ediyordu.
Ne hoş, ne nurluydu rahmetli İsmail Ezherli Hoca…
O güzel insan, sık sık bize Mısır’da iken beraber yaşadığı arkadaşı Mehmet Akif Ersoy’u anlatır, sonra şöyle ilave ederdi:
-       Allah herkese hayırlı evlat versin…
Monsieur le Rien’in en çok sevdiği hoca, Muhammed Tayyib Okiç; en çok sevdiği dersler ise İngilizce ve Farsçaydı. Fakat o zamanın en büyük sosyolog ve felsefecisi olan Hilmi Ziya Ülken hocanın derslerini kaçırmadığı gibi, keza zamanının en büyük edebî estetik ve sanat tarihçisi olan Suut Kemal Yetkin’in de o nefis konferanslarını takip ediyordu. Garip bir şey amma, Kur’an-ı Kerim dersi yoktu!
Dilleri çok seviyordu Monsieur le Rien. Ta liseden beri İngilizcesi iyi olduğundan, onu daha da ilerletmek için, İngilizce hocası Miss Gordon[2] sık sık ona İngilizce basit hikâye kitapları okutur, sonra da özel olarak imtihan ederdi.
Bir gün, Monsieur le Rien, hocası Miss Gordon’un odasında, okuduğu romanı anlatıyordu. Fakat sebebini bilmediği bir olaydan dolayı, Miss Gordon keyifsiz görünüyordu. Sonra birden bire öğrencisi Monsieur le Rien’e:
-  Sizin dininize göre inandığınız bir köprü var ya, ben de ona inanıyorum! dedi.
Monsieur le Rien söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı. Çünkü takdimini yapacağı romanda, böyle bir köprüden söz edilmiyordu. Neden sonra anladı ki, Hocası Miss Gordon Sırat Köprüsü’nden söz ediyordu.
Bu konu kendisini ilgilendirmediğinden, Monsieur le Rien sadece kafasını sallamıştı. Fakat Monsieur le Rien’in, bilmediği bir sebepten dolayı kafayı köprüye takmış olan Miss Gordon, öğrencisine şu soruyu yöneltti:
-       O köprünün kaç ayağı var?
Köprüden ve ayaklarından habersiz olan Monsieur le Rien, biraz da afallayarak:
-       Bilmiyorum! dedi.
Sonra Miss Gordon, sorduğu soruya kendisi cevap verdi:
-  Bak Monsieur le Rien! O köprünün iki tane ayağı var: Biri bizim dinimizi bozan papaz kafalarından, öbürü de, sizin dininizi bozmakta olan hoca kafalarından!
O zaman söylenenlerden hiçbir şey anlamayan Monsieur le Rien, seneler sonra, hocası Miss Gordon’a hak verecekti.
Bu köprünün ayakları düşünülmeye değmez mi?




[1] Yıl 1962
[2] Yaşı yetmişe yakın olan bu bayan, Ankara’ya kadar gelmiş, kendi kültürünü yayıyordu.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar