Prof. Dr. İhsan
Süreyya Sırma
Berlin’in soğuk bir gününde, kendisine yer ayrılmış olan otelde “ağaç
doktoru” arkadaşını beklerken, “dünyada ne olup bitiyor?” diye TV’nin
düğmesini çevirdi. Kanada’nın TV 5 kanalı, Emile Zola ile ilgili bir program yapıyordu:
“Emile Zola et La conscience humaine”… Emile Zola’nın “şuur”la
ilgili görüşlerini TV’den izlemeye başlarken, birden bire Paris’teki öğrencilik
yılları aklına geldi. Artık TV’den Emile Zola’yı değil, Paris’teki
serüvenlerini düşünüyordu… Sonra, başka hiç kimsenin bulunmadığı o loş otel
odasında kendi kendine sormaya başladı:
-
Et toi?
-
Qu’est-ce que tu es?
Sonra, içinden hafif bir ses:
-
Moi? Moi, je suis rien!
Artık onun adı, “Monsieur
le Rien” oldu ve aşağıdaki satırları karalamaya başladı:
“ Monsieur le Rien
Bütün ısrarlarına
rağmen, inatçı arkadaşını, uçakla seyahate ikna edememiş; çaresiz Orient-Expres
treniyle Avrupa’ya gitmeye mecbur kalmıştı.
Sirkeci’den kalkan
trenle Münih’e kadar bu arkadaşıyla yolculuk yapacak; Münih’te yolları
ayrılacaktı: Biri Paris’e, öbürü de Londra’ya…
Üniversiteyi beraber
okumuşlardı. Biri İmam-Hatip, diğeri ise lise mezunuydu. Ama kader, onları
Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde bir araya getirmişti.
İmam-Hatipli olan,
liseliye göre avantajlı durumdaydı. Çünkü İmam-Hatipte okuduğundan, hem imamlık
yapıyor, hem de fakültede okuyordu. Kısacası, küçük de olsa, bir maaş
sahibiydi. Liselinin ise böyle bir marifeti olmadığından, müracaat edip
kazandığı 175 TL’yi[1], babasının gönderdiği
harçlığına ilave ederek geçiniyordu.
Liseli fakülteye 20 gün
geç başladığı için dersler baya ilerlemiş olduğundan, özellikle Arapça dersinde
zorlanıyordu. Çoğunluğu İmam-Hatip menşeli olan öğrenciler öğretilenleri az-çok
bildiklerinden, rahmetli Arapça Hocası İsmail Ezherli, “herkes biliyor” sanıp,
her gün yeni bir ders işliyordu. Ve tabi düz liseden gelmiş olan Monsieur le
Rien, dersi zor takip ediyordu.
Ne hoş, ne nurluydu
rahmetli İsmail Ezherli Hoca…
O güzel insan, sık sık
bize Mısır’da iken beraber yaşadığı arkadaşı Mehmet Akif Ersoy’u anlatır, sonra
şöyle ilave ederdi:
-
Allah herkese hayırlı evlat
versin…
Monsieur le Rien’in en
çok sevdiği hoca, Muhammed Tayyib Okiç; en çok sevdiği dersler ise İngilizce ve
Farsçaydı. Fakat o zamanın en büyük sosyolog ve felsefecisi olan Hilmi Ziya
Ülken hocanın derslerini kaçırmadığı gibi, keza zamanının en büyük edebî
estetik ve sanat tarihçisi olan Suut Kemal Yetkin’in de o nefis konferanslarını
takip ediyordu. Garip bir şey amma, Kur’an-ı Kerim dersi yoktu!
Dilleri çok seviyordu
Monsieur le Rien. Ta liseden beri İngilizcesi iyi olduğundan, onu daha da
ilerletmek için, İngilizce hocası Miss Gordon[2] sık
sık ona İngilizce basit hikâye kitapları okutur, sonra da özel olarak imtihan
ederdi.
Bir gün, Monsieur le
Rien, hocası Miss Gordon’un odasında, okuduğu romanı anlatıyordu. Fakat
sebebini bilmediği bir olaydan dolayı, Miss Gordon keyifsiz görünüyordu. Sonra
birden bire öğrencisi Monsieur le Rien’e:
- Sizin dininize göre inandığınız bir köprü var ya, ben de ona
inanıyorum! dedi.
Monsieur le Rien
söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı. Çünkü takdimini yapacağı romanda, böyle
bir köprüden söz edilmiyordu. Neden sonra anladı ki, Hocası Miss Gordon Sırat
Köprüsü’nden söz ediyordu.
Bu konu kendisini
ilgilendirmediğinden, Monsieur le Rien sadece kafasını sallamıştı. Fakat
Monsieur le Rien’in, bilmediği bir sebepten dolayı kafayı köprüye takmış olan Miss
Gordon, öğrencisine şu soruyu yöneltti:
-
O köprünün kaç ayağı var?
Köprüden ve ayaklarından
habersiz olan Monsieur le Rien, biraz da afallayarak:
-
Bilmiyorum! dedi.
Sonra Miss Gordon,
sorduğu soruya kendisi cevap verdi:
- Bak Monsieur le Rien! O köprünün iki tane ayağı var: Biri
bizim dinimizi bozan papaz kafalarından, öbürü de, sizin dininizi bozmakta olan
hoca kafalarından!
O zaman
söylenenlerden hiçbir şey anlamayan Monsieur le Rien, seneler sonra, hocası
Miss Gordon’a hak verecekti.
Bu köprünün
ayakları düşünülmeye değmez mi?
0 yorum:
Yorum Gönder