Eyüp Ensar Elkoca
W. Montgomery
Watt’a ait “Hz. Muhammed Medine”de şeklinde Süleyman Kalkan’ın tercüme ettiği bu
eser, yine kendisine ait olan “Hz. Muhammed Mekke”de adlı çalışmanın devamı
niteliğindedir. Watt’ın daha çok Vakidi ve İbn Hişam’ı kaynak alarak yazdığı bu
eserde, Hz. Muhammed’in Medine hayatını anlatmakla beraber İslam öncesi
Medine’deki durumu, kabileler arası ilişkileri, Hicret’le birlikte Müslümanların
Medineli Yahudiler ve Mekkeli müşrikler ile devam eden mücadelelerini ele almaktadır.
Aynı şekilde bu kitapta Hz. Muhammed’in liderliği ve büyüklüğü, kabileye dayalı
Arap toplumunu İslam çatısı altında birleştirmesi, Medine’de sürdürülen iç ve
dış politika, İslam devletinin özellikleri ve sosyal yapıdaki reformlar detaylıca
incelenen konular arasındadır.
A. Hicret Sonrası Mekke İle İlişkiler
Kitabı on ayrı
bölüme ayıran Watt, ilk bölümde Medine’ye göç eden Müslümanlar ile Mekke’li
Müşriklerin ilişkisini inceler. Bu bölümde Müslümanlar için Mekke hayatı artık
çekilmez olduğunu, yeni bir yurt arayışında olan Müslümanlar Medine’yi tercih
ettiklerini anlatır. Hicret ederken Hz. Muhammed’in konumunu değerlendiren Watt
dini açıdan bir peygamber, siyasi açıdan ise Medine’deki birbirine muhalif gruplar
arasında bir hakem kabul edildiğini belirtir.
Watt’a göre
Medine’ye gelen Müslümanlar artık saldırı konumuna geçmiş ve bundan dolayı
Kureyşliler’e ilk seriyeler gönderilmiştir. Bir tanesi hariç yedi gazvenin
tamamı Mekke kervanlarına karşı düzenlenmiştir. Ancak bu seriyelerde önemli bir
çatışma olmamıştır. Bu ilk seriylere katılanların sayısı 20 ile 80 arasında
değişmektedir. Kureyşliler’le yaşanan ilk çatışma Abdulah bin Cahş liderliğinde
Nahle gazvesinde gerçekleşmişti. Hz. Peygamber ona mühürlü bir mektup vermiş ve
onu Medine’den iki günlük mesafeye varınca açmasını istemişdi. İki gün sonra
açılan mektupta Hz. Peygamber dört kişiden oluşan bir Mekke kervanına baskın
düzenleme emrini vermiştir. Yaptıkları baskında kervandaki bir kişiyi öldürüp
iki kişiyi de esir aldılar. Bir kişi ise kaçmayı başardı. Ancak bu olayın haram
aylardan olan Recep ayında gerçekleşmiş olması Arap kabileleri arasında
Müslümanları zora sokmuştu. Tedirgin olan Müslümanlar inen ayetler ile
rahatlamıştı. Ayette haram ayda savaşmak büyük bir şeydir fakat insanları Allah
yolundan saptırmak ve onu tanımamak daha büyüktür deniyor, fitne katilden
beterdir ilkesi ile bu durum açıklanıyordu. Hz. Peygamber ganimetleri almak
konusunda tereddüt etmişse de sonraları almıştı.
Bu konuya zikrettikten
sonra kısa değerlendirmelerde bulunan Watt, Hz. Muhammed’in gizli talimatını ve
aldığı tedbiri dikkat çekici bulur. Hz. Muhammed’in düzenleyeceği seferleri
gizli tutma stratejisiyle başarısızlık riskini azalttığını söyler. Bazı
tarihçilerin Hz. Peygamber’in gönderdiği bu seferde “baskın yapın” emri yerine “gözetleyin”
emrini verdiğini ancak bunun Hz. Muhammed’in üzerinden yük kaldırmak için
uydurulan bir şey olduğunu söyler. Sonuç olarak bu olay Kureyşliler’i daha da
öfkelendirmiştir.
I.
Bedir Savaşı
Nahle gazvesinden
sonra Ebu Süfyan’ın başında bulunduğu yeni bir kervana baskın yapmak için yola
çıkıldı. 50 bin dinar değerinde olduğu söylenen bu kervana yapılacak baskın
Mekke’nin ileri gelenlerinin çıkarlarına tamamen tehlikeye sokmuştu. Hz.
Muhammed’in ordusunun kendilerine saldıracağını düşünen Ebu Süfyan derhal
Mekke’ye haber gönderdi. Mekkeliler bu talebe 950 civarında büyük bir güçle
cevap verdiler. Kervan tehlike yaşamadan Müslümanlardan kaçmayı başardıysa da
Mekkeliler Hz. Muhammed’den tümüyle kurtulmak istiyordu. Savaş Hicri 2. yılın Ramazan
ayında gerçekleşecekti. Müslümanlar Ebu Cehil kumandasındaki ordunun Bedir’e
doğru gelmekte olduğu haberini alınca bir gün önceden su kuyularını tutmuştu.
Mekke tarafındaki bir kuyuyu açık bırakarak kendilerinin istediği yer ve şartlarda
mevzilenmelerini sağlamışlardı.
Bedir’e gelen
Kureyşliler ile Müslümanalar karşı karşıya geldiler. Arap savaşlarında olduğu
gibi önce münferit karşılaşmalar yapıldı. Daha sonra meydan savaşı yapıldı ve
Müşrikler mağlup edilerek yetmiş kişiye yakın Mekkeli öldürüldü. Malları ise
ganimet olarak toplanarak Müslümanlar arasında paylaştırıldı. Esir edilenler
ise fidye karşılığı tekrar geri gönderildi. Esirler için verilen kararı
değerlendiren Watt, bu tercihinHz.
Muhammmed’in merhametine işaret etmekle birlikte amacının Kureyşlileri yok
etmek değil, ufukta gördüğü daha uzak amaçları gerçekleştirmek için Mekkelilerin
idari kabiliyetlerin istifade etmek istediğini gösterir yorumunu yapar.
Watt, Bedir
savaşını anlatırken Müslümanların bu zaferi kazanmalarında birkaç faktörün bir araya
geldiğini söyler. Öncelikle peygamber etrafına kenetlenmiş Müslümanlar’da bir birlik
ve bütünlük varken müşrikler bu bütünlükten yoksundu ve Ebu Süfyan’ın
kurtulmasıyla bir kısmı geri dönmüştü. Aynı şekilde müşrik ordusu daha yaşlı
askerlerden oluşuyordu. Müslümanlardaki ahiret inancı ve şehitlik bilinci
müşrikleri mağlup etmelerinde önemli rol oynamıştı. Tüm bu etkenler tarihi
zaferin kazanılmasında önemli rol oynamaktadır.
Bedir savaşında
Müşrik liderlerin öldürülmesi ve Müslümanların kesin bir zafer kazanıp
ganimetlerle geri dönmesi Arap kabilelerinin İslam’ı tekrar düşünmelerini
sağlamıştı. Aynı şekilde Müslümanların Hz. Muhammed’e olan güvenleri de daha da
pekişmişti. Bu savaştan az bir zaman sonra Yahudi kabilesi Beni Kaynuka’ya
sürülecek ve Abdullah b. Übey’in 700 kadar müttefiki sürgün edilecekti.
II.
Uhud Savaşı
İtibar kaybına
uğrayan Mekke bunu telafi etmek ve Bedir’de ölen yakınlarının intakımını almak
için Uhud’a geldiler. Medineliler’i savaşa tahrik etmek için hayvanlarını
kasıtlı olarak Medine civarındaki pamuk tarlalarında otlatıyorlardı. Hz.
Peygamber derhal bir savaş meclisi kurarak Müslümanların fikirlerini aldı. Bir
kısmı Medine’de kalıp düşmanı hem muhasara ile hem de dar sokaklarda savaşmak
ile zorlamayı teklif etti. Çoğunluğu gençlerden oluşan grup ise Mekkeliler’in tarlalarını
tahrip etmelerine müsaade etmenin acziyet kabul edileceğini ve bedevi kabileler
nezdinde itibarlarını zedeleyeceğini söyleyerek düşmanın karşısına çıkmayı
teklif ettiler. Hz. Muhammed de bu yönde karar verdi. Daha sonra düşmanla
karşılaşmayı savunanlar ilk planın da olabileceğini söyleyince Hz. Muhammed
zırhını giyen bir peygamberin onu tekrar çıkarmayacağını söyleyerek verdiği karardan
dönmedi.
Watt, savaş
yolunda 300 kadar kişiyle dönen Abdullah bin Ubey’in kendi fikirleri kabul
edilmedi diye döndüğüne dair tezlerin yanlış olduğunu, büyük ihtimalle
Medine’yi savunmak için Hz. Peygamber ile mutabakat içerisinde geri çekildiğini
savunur. Kaynakların onu karalamak için bu şekilde yazdığını ifade eder ama
kendisi de tezine dayanak olacak hiçbir delil yahut kaynak göstermemektedir.
Savaşa katılmayarak bağımsız hareket etmişse tarafsız kalıp her iki taraf
nezdinde durumunu güçlendirmek için bunu yaptığı ihtimalini aktarır.
Yapılan savaşta
zafer tam Müslümanların eline geçmişken Hz. Peygamber’in okçular tepesine
yerleştirdiği okçular ganimet peşine düşüp mekanlarını terk edince ve kargaşa
içerisinde Hz. Peygamber’in öldürüldüğü yaygarası kopartılınca savaş biranda
tersine döner ve en nihayetinde Müslümanlar iki ateş arasında kalıp mağlup
oldular. Müslümanlar Uhut’un eteklerine çekilip tekrar düzeni sağlamaya
çalışırlar. Mekkeliler savaş alanında bir müddet daha kaldılarsa da Ebu Süfyan
alacağını almış olduğunu düşünerek Mekke’ye döndü. Watt’a göre Mekke’nin
başarısı büyük ölçüde yetenekli komutan Halid bin Velid’e bağlıydı. Diğer
taraftan Hz. Peygamber Bedir’den sonra güce ihtiyaç duyduğu için ganimet
beklentisiyle de olsa İslam’a giren kişileri geri çevirmemişti. Bu yüzden
Uhud’da ciddi disiplinsizlik söz konusuydu ve sadece okçulardan değil
diğerlerinde de sebatsızlık olabilirdi. En nihayetinde bu savaş Hz. Peygamber’in
amcası Hz. Hamza dahil yetmiş Müslüman’ın şehadetiyle sonuçlanmıştı. Ancak Hz.
Muhamed bu felaketin tamir edilemez bir felaket olmadığını ve çok şeyin yakın
gelecekteki tasarrufuna bağlı olduğunun farkındaydı. Aynı şekilde savaştan
sonra yeni bir saldırı ihtimaline karşı Mekkelileri takip ettirerek gerekli
tedbirleri elden bırakmadı.
Hz. Peygamber daha
sonraki yıllardaki temel hedefi Medine’ye karşı düşmanca faaliyetleri
engellemek oldu. Güçlü istihbaratı sayesinde kabilelerin Medine’yi tehdit için
biraraya geldiğini haber alınca derhal birlikler göndererek onlara baskınlar
yaptırıyordu. Bu şekilde Mekkelilerin büyük ittifaklar kurmasını engelliyordu.
Bu arada Müslümanlar kuzeydeki kabilelerle ilişkileri güçlendirme gayretinde
idiler. Nitekim Müslümanlar Uhud’a rağmen ayaktaydılar.
Bir taraftan bu
dengeler gözetilirken diğer taraftan yine de Bi’ri Ma’une ve Reci gibi acı
olaylar yaşanabiliyordu. Hz. Muhammed’den davetçiler isteyen kabilelere Hz.
Peygamber yetişmiş Müslüman davetçileri gönderiyordu. Yine böyle bir amaç için
görevlendirdiği kırk ile yetmiş arası Müslüman davetçi Bi’ri Ma’une’de organize
edilmiş bir saldırı ile şehit edildi. Hz. Peygamber bunu yapanların
cezalandırılması içi için Allah’a dua etmişti. Reci olayında ise yedi
Müslümanın şehit edildi. Watt’a göre tüm bunlar Müslümanların hilelere ve
düşmanın adımlarına karşı ne kadar dikkatli olmaları gerektiğini gösteren
hadiselerdi.
III.
Medine Muhasarası
Hendek gazvesi
olarak bilinen bu savaş 31 Mart 627 yılında meydana geldi. Birçok kabilenin
katıldığı bu savaşta Hayber’e sürgün edilen Nadiroğulları da ittifakı toplamak
için epeyce çalışmış, savaşa katılmaları halinde Gatafanlılar’a Hayber hurma
üretiminin yarısını vermeyi taahhüt etmişlerdi. Bu 10 bin kişiden oluşan
ordunun 4000’ini Kureyş ve müttefikleri, diğerlerini ise Gatafan ve Süleym
başta olmak üzere Mekke ittifakının yanında yer alan diğer kabileler
oluşturuyordu. Müslümanlar ise toplam 3000 kişiydi. İranlıların savunma
stratejilerinden olan bir yöntemle Hendekler kazılarak Mekkelilerin şehre
girmesi engellenmişti. Böylece Mekke ittifakı iki hafta Medine’nin önünde
bekledi ancak hendeği geçemediler. Soğuk hava ve fırtınanın da etkisiyle
kuşatma dayanılmaz hale geldi ve birlik dağıldı. Watt’aa göre Hendek fikri
şartlara çok uygun bir stratejiydi.
Watt ayrıca
Müslümanların daha önceki tecrübelerinden hareketle bu muhasara öncesinde
attığı adımları da değerlendirir. Uhud’da yaşandığı gibi Müşrikler Medine
tarlalarını talan etmesin diye bir ay öncesinden mahsuller biçilmiş, Mekkeliler’in
atları yem bulmakta güçlük çekmişti. Gatafanlılar’a da Mekke ittifakına
katılmamaları için Medine hurmalarının önce üçte birini sonra da yarısı teklif
etmeyi düşünmüşlerdi ancak bu Müslümanlarca kabul görmedi. Herhangi bir karara
varılmasa da bu adım düşman arasındaki ihtilafı arttırdı. Bununla birlikte Hz.
Muhammed’in gizli ajanlarından biri Medine’deki Yahudilerle Kureyşliler’in
ittifak kurmasını engellemek için iki taraf arasında şüphe soktu. Böylece içten
gerçekleşecek muhtemel bir saldırıya karşı Müslümanlar sırtlarını sağlama
almışlardı. Netice itibariyle Mekkeliler ve civar kabilelerin oluşturduğu bu
ittifak hiçbir şey elde edemeden geri döndü.
IV.
Mekkeliler'in Kazanılması
Watt’a göre Hz.
Muhammed için olayların özellikle dini veçhesi belirleyici nitelikteydi. Onun
en yüksek hedefi tüm Arapları İslam’a davet etmek olmuştur. Ancak ona göre Hz.
Peygamber İslam’ı evrensel bir din olarak düşünmüyordu. Bu noktada Watt muhtelif
devlet başkanlarına gönderilen mektuplarda çelişkiler olduğunu iddia eder. Zira
mektup daha çok siyasi içeriklidir. Ancak bu mektuplar aynı zamanda Hz.
Muhammed’in Kureyş’i mağlup etmenin daha ötesinde şeyler düşündüğünü de
gösterir.
Hz. Muhammed
gördüğü bir rüya sonucu umre yapmak üzere Mekke’ye gitmeye karar vermişti.
Yaklaşık 1500 kişilik bir grupla yola çıktı. Mekkeliler buna engel olmak
istedi. Hudeybiye’ye gelindiğinde taraflar arasında elçiler gidip geldi. Hz.
Peygamber ashabından tekrar biat aldı. En nihayetinde anlaşma imzalanmış ve
Müslümanlar o yıl geri dönmek zorunda kalmıştı.
Hz. Peygamber
Hudeybiye’den döndükten sonra Mekkelilerin gücünü yok etmek yerine Hayber’e
sefer düzenledi. Bu başarı Mekkelilerin gözünü korkutmuştu. Çeşitli kabilelerle
anlaşmalar yaptı ve elçiler gönderdi. Mekkeliler Hz. Muhammed’in müttefiki olan
Huzaalılar’a karşı kurulan tuzakta yer aldı. Anlaşmalı kabileye yapılan saldırı
o dönem savaş sebebiydi. Ebu Süfyan kendilerinin suçsuz olduğunu savunmak için
çok çaba gösterdi ancak özrü kabul edilmemişti.
630 yılında Hz.
Muhammed 10.000 kişilik bir orduyla yola çıkmıştı. Öncesinden küçük birlikler
göndererek Mekke’ye giden yolları kontrol altına aldı. Mekkelilerin bu topluluğa
karşı koyacak gücü yoktu. Hz. Peygamber genel af ilan ederek birkaç küçük
hadise hariç kansız bir şekilde Mekke’yi fethetti. Orada on beş yirmi gün
kaldı. Kabe ve evleri putlardan temizletti.
Watt’a göre Hz.
Peygamber’in tebliğ ettiği İslam, dini ve sosyal bir sistem olarak Arapların
ihtiyaçlarına uygun bir formata sahipti. Dolayısıyla Mekke’nin fethiyle
birlikte mecbur da olsa Müslüman olanlar bu dine girmekte zorluk çekmediler. Nitekim
o coğrafyada artık en etkili güç olan Hz. Muhammed’in ordusunda bulunmak aynı
zamanda ganimet demekti. Mekke’nin fethinden sonra yapılan Huneyn gazvesine Mekkeliler
de iştirak edecekti. Ancak Hevazin ve Sakif kabileleriyle yapılan bu savaş
ganimetten ziyade kendi varlıklarını koruma düşüncesiydi. Çünkü bu iki kabile
Kureyş’in eski düşmanıydı. Ve büyük bir ordu oluşturmuş, her şeylerini ortaya koymuşlardı.
İlk başta Müslümanlar biraz endişeye kapıldılar ancak savaş sonunda bu iki
kabile mağlup edilmiş, malları Müslümanların ellerine geçmişti.
Hz. Muhammed
zaferini sağlamlaştırmak için Huneyn’den sonra hemen Taif’e gitti ve orayı
muhasara altına aldı. Ancak on beş gün sonra muhasarayı kaldırarak Medine’ye
döndü. Watt’a göre Hz. Muhammed tarafından getirilen hukuki anlamdaki yeni
sınırlamalar Mekke’deki eski ticari hareketliliği de düşürdü. Çünkü artık
tefecilik gibi uygulamalara izin yoktu. Medine ticaret için daha iyi bir merkez
haline gelmişti.
V.
Arapların Birleştirilmesi ve İslam Toplumu
W. Montgomery Watt
ilk üç bölümde özet bir şekilde siyerin belli başlı konularına kronolojik
olarak değindikten sonra dördüncü bölümde “Arapların birleştirilmesi” başlığına
yer verir. Burada da Arap yarımadasında bulunan değişik kabilelere, bu
kabileler arası ilişkilere ve bunların belli başlı özelliklerine yer verir. Hz.
Peygamber bu kabileleri kimi zaman evlilik yoluyla kimi zaman anlaşmalar ile
kendisine bağlamıştı. Heyetler yılı ve Mekke’nin fethinin ardında bu ittifak
daha da güçlenmişti. Bazı kabileler ile dini herhangi bir talepte bulunmaksızın
da anlaşmalar yapmıştır.
Watt’a göre İslam’ı
kabul etmek demek aynı zamanda Hz. Peygamber’in emir verme hakkını da kabul
etme anlamına geliyordu. Ancak bu dine giren kabile yapılan ittifakların
avantajlarından da istifade edilebilecekti. Watt bu konuda daha da ileri
giderek insanları Medine’ye getiren ve Hz. Muhammed’e bağlayan şeyin ganimet
sevgisi olduğunu söyler. Bundan dolayı Kuzey’e doğru genişleme stratejisi
benimsenmiştir. Ancak bu iddia genele hamledilemeyeceği gibi Hz. Peygamber’in
amaç ve misyonuna terstir. Nitekim kitabın başka yerlerinde O’nun yegane amacının
dini tebliği etmek olduğu ve bu çağrıya ganimet düşüncesi olmasa da cevap
vererek Müslüman olanların bulunduğu ifade edilmektedir.
Watt’a göre
Ortadoğu’da din ile siyaset daima birbiriyle yakından ilişkili olmuştur. Bizans
ve Pers imparatorlukları dağılma sürecine girdiği o dönemde, güneyde büyük bir
cazibeye sahip olan İslam tutunulacak en önemli dal olmuştu. Aynı şekilde
siyasi güç elde etmek için dini söylemlerle ortaya çıkan ve kendilerinin
peygamber olduğunu iddia eden yalancı peygamber ile zekat vermemek için dinden
çıkan Ridde hareketlerinde de din ile siyasetin iç içeliğini görmek mümkündür.
En nihayetinde İslam içine kabilelerin konulabileceği, güçlü temellere dayalı
bir siyasi sistem kurmuştur.
Kitabın beş ve
altıncı bölümleri Medine’nin iç politikasına ayrılmıştır. Watt, 1000 Medineli
sahabinin nesep bilgileri kaynaklarda mevcut olsa da bazı konular hakkında net
konuşabilmek için yetersiz kaynak bulunduğunu ifade etmektedir. Watt bu bölümde
Medine’de var olan Evs ve Hazrec gibi grupların İslam öncesi kavgalarına
değinmekte, Medine civarında yaşayan kabilelere dair tek tek bilgiler
vermektedir. Aynı şekilde Medine’de yaşayan Yahudi kabilelerine ve münafık
olarak zikredilen kesimlere değinmektedir. Medine, Fedek, Vâdi el Kurâ, Teyma
ve Hayber’de yaşayan Yahudiler ellerinden geldiği kadar Hz. Muhammed’e karşı
çıkmış, onunla mücadele içerisine girmişlerdi. Hz. Muhammed ise önceleri berber
yaşama imkanı arasa da sonunda onları Medine’den uzaklaştırılmışlardı.
“İslam Devletinin
Özelliği” üst başlığını taşıyan yedinci bölümde ise Watt, Medine’ye hicretin
ardından ortaya çıkan Medine Anayasası’nı incelenmeye çalışmıştır. 47 maddelik metni
zikrettikten sonra bu belgeyle alakalı tartışmalara değinir. Ona göre bu belge
bir bütün olarak yazılmaktan ziyade farklı tarihlerde kaleme alınmıştır. Medine
Anayasası’nda Hz. Muhammed’in konumuna da değinen yazar onun hem bir peygamber
hem de kanun koyucu bir lider olarak tanımlandığına dikkat çeker. Ancak her
hangi bir kabilenin lideri değil Medine’ye hicretle birlikte inşa edilen
ümmetin lideridir. Bu noktada Watt ümmet kavramı üzerinde durur. Değişik
kabilelerden Medine’ye hicret edenler kabilelerini terk ederek ümmete
katılmışlar, yeni kimliklerini ve çıkarlarını bunun üzerine bina etmişlerdi.
Artık Medine’de kan bağından ziyade ortak dini bağlılığa dayanan bir toplum
inşa edilmişti
Sekizinci ve
dokuzuncu bölümlerde ise yeni din ile toplumsal yapıda reform konularını
inceler. Bu bölümde toplumdaki can ve mal güvenliği, evlilik ve aile, miras,
kölelik, riba, içki gibi konularda ortaya çıkan değişimi anlatmaktadır. Aynı
şekilde dini alandaki yükümlülükler artık daha da belirgin hale gelmiştir.
Yazar namaz, oruç, zekat, hac ibadetleri ve Allah’ın bir olduğuna tanıklık edip
Hz. Peygamber’in onu Resulü olduğuna iman etmeyi İslam’ın dini kurumları olarak
adlandırır. Ayrıca İslam’ın Yahudilik ve Hıristiyanlık dinleri karşısındaki
duruş ve tutumuna dikkat çeker. Watt’ın yaptığı bazı analizlerde Hz.
Peygamber’in diğer dinlere karşı kendi iradesi ile tavır belirlediği tezini
savunmakta, ancak bu durum Allah’ın emrettiği şekil ne ise o duruşun esas oluşu
prensibini göz ardı etmektedir. Hz. Peygamber siyasi olaylarda siyasi duruş ve
tavır belirlemiştir ancak bu gibi dini hususlar karşısındaki tavrını tamamen
din sahibi olan Allah belirlemektedir.
Kitabın son bölümü
olan onuncu bölümde ise yazar Hz. Muhammed’in insan olarak büyüklüğü ve dış
görünüşü gibi konulara değinmektedir. Kaynaklarda geçen özelliklerini tek tek
sıralayan yazar anlatılanların İslam devletini kuran tarihi kişiyle tamamen
uyuştuğunu, dolayısıyla karşı çıkılacak bir tutarsızlığın olmadığını vurgular.
Daha sonra Batılılar tarafından Hz. Peygamber’e yöneltilen eleştirilere yanıt
verir. Evlilikleri ve siyasi kararları gibi hususlara o dönemin ölçüleri
ışığında bakılması gerektiğini ısrarla belirtir. Aynı şekilde siyerdeki Hudeybiye
anlaşmasının feshi, haram aylarda yapılan Nahle gazvesi, Kureyzaoğulları hakkında
verilen hüküm, Hz. Peygamber’in Hz. Zeynep ile evliliği gibi Batılıların
dillerine doladığı konulara tarihi bağlam içerisinde tek tek cevap verir. Doğru bilgilere yanlış bakış açısıyla
yaklaşarak bir sonuca varmaya çalışılmanın doğru bir yöntem olmadığına dikkat
çeker.
VI.
İslam’ın Evrenselliği ve Hz. Peygamber’in Büyüklüğünün Temelleri
Watt kitabın son
bölümlerinde İslam’ın evrensel bir mesajının olup olmadığını da sorgular. Giderek
tek bir dünya haline gelen bugünkü dünyada evrensel kabul edilecek ilkelerin
aynı zamanda fiilen evrensel olan ahlaki ilkeler olması gerektiği düşünür. Ona
göre İslamın giderek güçlenmesiyle birlikte dünya bir şekilde Hz. Muhammed’in tüm
insanlık için bir davranış ve karakter modeli olup olmadığını tartışacaktır. Ve
şimdiye kadar bu konu hakkında söylenenler olayın ancak giriş cümlesi olarak
kabul edilebilir. Watt’a göre bu noktada Müslümanların Hz. Muhammed’in
hayatından dünyanın mevcut durumuna yaratıcı bir katkıda bulunacak evrensel
ahlaki ilkeleri keşfetmesine bağlıdır ve bu şans hala ellerindedir.
Birleştirilmiş dünyada ideal insan modelinin o olduğuna insanları yaşayarak
ikna edebilmelerine bağlıdır. Watt bu çıkarımları yaptıktan sonra “Eğer iyi
bir örnek ortaya koyabilirlerse, onlara kulak vermeye ve öğrenilecekleri öğrenmeye
hazır bir kısım Hıristiyanlar bulunmaktadır” der. Bu konuda örnek olabilmek
için de sağlam ilim adamlığı ile derin bir ahlaki bakışın bileşimine sahip
olmak gereklidir. Ancak bu sayede Müslümanlar dünya kamoyunu
etkileyebilecektir.
Watt’a göre ahlaki açıdan örneklik yakın
planda pek mümkün gözükmese de diğer tek tanrı dinlerde ihmal edilen ya da
unutulan bir konu olan Allah’ın gerçekliği konusundaki vurguyu devam ettirmek dünyaya
katkıda bulunacak bir şeydir.
Bu konuyu
incelemeye devam eden Watt’a göre Kur’an günümüzün ihtiyaçlarına ve şartlarına
hayranlık uyandıracak derecede uygun düşmektedir. Hz. Muhammed’in ister vahiy
yardımıyla olsun ister doğuştan olsun geleceği görerek ona uygun planlar
yapması, küçücük bir oluşumu dünya devleti yapan ve 14 asır devam eden sistemi
kuran bir devlet adamı oluşu onun siyasi yetkinliğini gösterir. Aynı şekilde yönetim
işleri konusunda yetkilendireceği kişileri seçmedeki hikmet ve feraseti onun
büyüklüğünün temellerindendir.
Hz. Peygamber
hakkında genel bir değerlendirme yapan Watt son olarak şu tespitlerde bulunur; “Şartlar
ona önemli fırsatlar vermiştir ancak o da bu şartlara çok uygun birisidir. Allah’a
olan güveni herşeyin üzerindedir. Bu inanışı olmasaydı insanlık tarihinin
önemli bir bölümü yazılmamış olacaktı. Kısaca o Ademoğlunun en büyüklerinden
birisiydi.
On bölümden oluşan
bu kitabın arkasına değişik konulara ait ekler yerleştiren yazar yer verdiği
tablolarla anlattıklarını daha anlaşılır hale getirmektedir. Kitap boyunca
konuları anlatırken boşlukları tutarlı ihtimallerle doldurup başka örneklerle
sağlamasını yapması bu kitabı diğerlerinden ayıran en önemli farklılığıdır.
Eyüp
Ensar Elkoca
0 yorum:
Yorum Gönder