22 Haziran 2017 Perşembe

Ebu’l-Beşer el-Ebyazî Yazdı:İman ve İbadet

 Tarihe bakıldığında görülür ki, insanlar daima üstün bir varlığa inanma ve ona ibadet etmeye ihtiyaç duymuşlardır. Gerek ilkel kabile dinlerinde gerekse semavî dinlerde olsun bu durum hiç değişmemiştir.  İnsanın kendisini aşan bir varlığa sürekli olarak ihtiyaç duyması, bu yüce varlıktan korkması, ona sevgi duyması da insanın yaratılıştan gelen (fıtrî) özelliklerindendir.  Bundan dolayıdır ki, bütün dinler, müntesiplerinden iman etmelerinden sonra o dinin gerektirdiği ibadetleri yerine getirmelerini talep etmişler ve dinin pratiklerine ilgi göstermeyenleri kınamışlar veya onları cezalandırma yoluna gitmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla insanlığa ulaştırdığı son ve en mükemmel din olan İslâm da, müminlerden Allah’a kullukta bulunmalarını, yani ibadet etmelerini istemektedir. Kur’an’da “Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) buyrulması, insandan ibadet etmesini istemek bir yana, onun sadece ibadet etmek için yaratılmış olduğu gerçeği açıkça ifade edilmektedir.  Bu âyetten yola çıkarak, Allah’a kulluk etmekten imtina eden veya kullukta zaaf gösteren insanların, yaratılış gayelerine ve fıtratlarını aykırı hareket ettiklerini söylemek mümkündür.
İbadet, yaratılışın icabı, insan vicdanının sesi, insanın Allah’a sunduğu ubudiyetin ve kulun Allah’la sürekli irtibat halinde olmasının bir gereğidir.  İbadet, kulun, Allah’ın büyüklüğünü kavrayarak, onun rahmetinin genişliğinin bilinci içerisinde O’na karşı şükran duygularını ifade etmesidir.  İbadet, Allah’ın kullarına karşılıksız olarak verdiği her türlü nimetin ödenemeyecek karşılığını samimiyetle ödeme girişimidir.  İbadet, Allah’a kulluk etmek, O’na itaat etmek, O’nun karşısında her türlü inkâr ve isyandan sıyrılıp O’na teslimiyet göstermek ve yüce yaratıcıya boyun eğmektir. İbadet, kulun, kendisini yaratana karşı saygı ve tazimidir.  Nihâyet ibadet, kulun, kendisine Allah tarafından yüklenilmiş olan aslî görevidir.
Yüce diminiz İslâm, sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdik edilen bir inanç sistemi değildir. İslâm, müminin hayatının her alanında tatbik edeceği ve her davranışıyla yaşayacağı, hatta yaşaması gereken bir hayat dinidir.  Bu nedenle sadece iman ettim demek, İslâm’ın tasvip edeceği bir mümin için kafi değildir.  İnanan kişi imanını ibadetleriyle ispat etmeli ve kalbindeki imanını ibadetiyle ortaya koymalıdır.  Zira Kur’ân’ın pek çok yerinde iman edenlerden bahsedilirken, hemen arkasından ibadet edenler anılmakta ve ancak, iman ile ibadetin bir arada olduğu zaman gerçek kurtuluşa erişileceği ifade edilmektedir.
İbadetin mümine manevî alanda kazandırdığı derecelerin yanında dünya hayatında da pek çok iyilik ve güzellikler getirdiğini biliyor ve görüyoruz.  Bu gerçeği Allah Kur’ân’da şu âyet-i kerimeyle dile getirir:  “Sana vahyedilen kitabı oku, namazı dosdoğru kıl, zira namaz insanları hayasızlıktan akıl ve dine uymayan her şeyden alıkoyar.” (Ankebût, 29/45).  Hayasızlık ve akla uymayan davranışlar, Allah tarafından hoş görülmediği gibi, dünyada da insanların tasvip etmeyecekleri hareketlerdir.  Öyleyse, hem bu dünyada hem de ahiret aleminde huzur ve mutluluk, ancak Allah’ın emirleri gereğince ibadetlere sarılmakla gerçekleşir.   
İbadet, sadece namaz, oruc, hac, zekât vs. İslâm’ın temel emirlerinden ibaret değildir.  Özel anlamıyla ibadet denilince bunlar akla gelebilir, fakat daha geniş manasıyla ibadet, müminin bütün hayatını İslâm’a uygun hale getirme gayreti olarak tarif edilebilir.  Bu nedenle İslâm, yapanın niyetinin halis olduğu, insanlar nezdinde şan veya şeref kazanmak veya onların takdirini kazanmak niyetinde olmadığı müddetçe, insanlığa fayda sunmak niyetiyle yapılan her türlü faaliyeti ibadet çerçevesinde değerlendirmiştir.  Hz. Peygamber (sav) bu durumu “İbadet yetmiş çeşittir.  En faziletlilerinden biri de helâl rızık kazanmaktır.” (Keşfü’l-Hafa, H. No. 1699) sözüyle açıkça ortaya koymakta ve geçimini sağlamak için çalışan ve ailesine helâl lokma yedirme gayretinde olan kişinin faaliyetini de ibadet olarak kabul etmektedir.  Burada bu hususa dikkat çekmekle beraber bir yanlış anlaşılmanın da tashih edilmesi gerekir. Ailesinin geçimini sağlamak için çalışmanın ibadet olduğunu doğru olmakla beraber, bundan hareketle çalışmanın ibadetin yerini tuttuğu, dolayısıyla çalışanın ibadet etmesinin şart olmadığı düşüncesi kabul edilebilir değildir. Çalışmak ibadettir, fakat çalışmak hiçbir zaman ibadetin yerine geçmez, yani çalışan insan, çalışmak suretiyle ibadet sorumluluğundan kurtulamaz.  Mümin hem işi-gücüyle ilgilenecek, hem de ibadet sorumluluğunu yerine getirmeye çalışacaktır.  Zira Allah insandan çalışmayı istemekle birlikte, hayatının sonuna kadar ibadet etmekle de yükümlü tutmaktadır. Kur’ân’da bu durumu “Ölünceye kadar Rabbine ibadet et.” (Hicr,15/99) âyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 
Allah’a karşı bir kulluk vazifesi olmasının yanında ibadetin gerek ferdi, gerekse cemiyet hayatında büyük katkıları vardır.  Dolayısıyla toplumun birlik, beraberlik ve huzur içerisinde yaşaması ibadet hayatıyla çok yakından ilgilidir.  Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerden her birinin toplum menfaatine dönük faydaları çoktur.  Günde beş vakit cemaatle kılınan namaz, o mescit çevresinde bulunan insanların günde beş defa toplandıkları, görüştükleri, birbirleriyle hemhal oldukları, sıkıntıya düşen kardeşlerinin dertlerini paylaştıkları bir platform mahiyetindedir.  Bu kadar sık ve devamlı birliktelik içinde bulunan insanların bütünlük ve dayanışma duygularının en üst seviyede olması tabiidir. Orucun nefis terbiyesine sağladığı katkı inkar edilemez bir gerçektir. Ayrıca oruç ayı Ramazan toplumdaki yardımlaşma ve dayanışma ile birlik ve kardeşlik duygusunun en üst düzeye çıktığı zaman dilimidir. Zekât ibadeti, sahip olunan malı temizleme yönünden çok daha fazla olarak toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı gösteren, yani dünyevî yönü ağır basan bir ibadettir.  Hac ise Müslümanları ibadet amacıyla toplayan milletlerarası İslam kongresi gibidir.  Bu nedenle ibadetlerin sadece manevî ve öbür alemle ilgili yönü değil, en az onun kadar dünyevî fayda ve kazanımlarını da göz önünde bulundurmak gerekir. 
Şu halde hem Rabbin rızasına kavuşmak, hem de dünyadaki sıkıntı ve ızdıraplardan kurtulmak, huzur ve güven içinde yaşamak için ibadetlere sarılmak müminlerin gayesi olmalıdır.  


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar