Tarihe
bakıldığında görülür ki, insanlar daima üstün bir varlığa inanma ve ona ibadet
etmeye ihtiyaç duymuşlardır. Gerek ilkel kabile dinlerinde gerekse semavî
dinlerde olsun bu durum hiç değişmemiştir.
İnsanın kendisini aşan bir varlığa sürekli olarak ihtiyaç duyması, bu
yüce varlıktan korkması, ona sevgi duyması da insanın yaratılıştan gelen (fıtrî)
özelliklerindendir. Bundan dolayıdır ki,
bütün dinler, müntesiplerinden iman etmelerinden sonra o dinin gerektirdiği
ibadetleri yerine getirmelerini talep etmişler ve dinin pratiklerine ilgi
göstermeyenleri kınamışlar veya onları cezalandırma yoluna gitmişlerdir.
Cenâb-ı
Hakk’ın Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla insanlığa ulaştırdığı son ve en
mükemmel din olan İslâm da, müminlerden Allah’a kullukta bulunmalarını, yani
ibadet etmelerini istemektedir. Kur’an’da “Ben cinleri de insanları da ancak
bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56) buyrulması, insandan
ibadet etmesini istemek bir yana, onun sadece ibadet etmek için yaratılmış
olduğu gerçeği açıkça ifade edilmektedir.
Bu âyetten yola çıkarak, Allah’a kulluk etmekten imtina eden veya
kullukta zaaf gösteren insanların, yaratılış gayelerine ve fıtratlarını aykırı
hareket ettiklerini söylemek mümkündür.
İbadet,
yaratılışın icabı, insan vicdanının sesi, insanın Allah’a sunduğu ubudiyetin ve
kulun Allah’la sürekli irtibat halinde olmasının bir gereğidir. İbadet, kulun, Allah’ın büyüklüğünü
kavrayarak, onun rahmetinin genişliğinin bilinci içerisinde O’na karşı şükran
duygularını ifade etmesidir. İbadet,
Allah’ın kullarına karşılıksız olarak verdiği her türlü nimetin ödenemeyecek
karşılığını samimiyetle ödeme girişimidir.
İbadet, Allah’a kulluk etmek, O’na itaat etmek, O’nun karşısında her
türlü inkâr ve isyandan sıyrılıp O’na teslimiyet göstermek ve yüce yaratıcıya
boyun eğmektir. İbadet, kulun, kendisini yaratana karşı saygı ve
tazimidir. Nihâyet ibadet, kulun,
kendisine Allah tarafından yüklenilmiş olan aslî görevidir.
Yüce
diminiz İslâm, sadece dil ile ikrar ve kalp ile tasdik edilen bir inanç sistemi
değildir. İslâm, müminin hayatının her alanında tatbik edeceği ve her
davranışıyla yaşayacağı, hatta yaşaması gereken bir hayat dinidir. Bu nedenle sadece iman ettim demek, İslâm’ın
tasvip edeceği bir mümin için kafi değildir.
İnanan kişi imanını ibadetleriyle ispat etmeli ve kalbindeki imanını
ibadetiyle ortaya koymalıdır. Zira
Kur’ân’ın pek çok yerinde iman edenlerden bahsedilirken, hemen arkasından
ibadet edenler anılmakta ve ancak, iman ile ibadetin bir arada olduğu zaman
gerçek kurtuluşa erişileceği ifade edilmektedir.
İbadetin
mümine manevî alanda kazandırdığı derecelerin yanında dünya hayatında da pek
çok iyilik ve güzellikler getirdiğini biliyor ve görüyoruz. Bu gerçeği Allah Kur’ân’da şu âyet-i kerimeyle
dile getirir: “Sana vahyedilen kitabı
oku, namazı dosdoğru kıl, zira namaz insanları hayasızlıktan akıl ve dine
uymayan her şeyden alıkoyar.” (Ankebût, 29/45). Hayasızlık ve akla uymayan davranışlar, Allah
tarafından hoş görülmediği gibi, dünyada da insanların tasvip etmeyecekleri
hareketlerdir. Öyleyse, hem bu dünyada
hem de ahiret aleminde huzur ve mutluluk, ancak Allah’ın emirleri gereğince
ibadetlere sarılmakla gerçekleşir.
İbadet,
sadece namaz, oruc, hac, zekât vs. İslâm’ın temel emirlerinden ibaret
değildir. Özel anlamıyla ibadet
denilince bunlar akla gelebilir, fakat daha geniş manasıyla ibadet, müminin
bütün hayatını İslâm’a uygun hale getirme gayreti olarak tarif edilebilir. Bu nedenle İslâm, yapanın niyetinin halis
olduğu, insanlar nezdinde şan veya şeref kazanmak veya onların takdirini
kazanmak niyetinde olmadığı müddetçe, insanlığa fayda sunmak niyetiyle yapılan
her türlü faaliyeti ibadet çerçevesinde değerlendirmiştir. Hz. Peygamber (sav) bu durumu “İbadet
yetmiş çeşittir. En faziletlilerinden
biri de helâl rızık kazanmaktır.” (Keşfü’l-Hafa, H. No. 1699) sözüyle açıkça
ortaya koymakta ve geçimini sağlamak için çalışan ve ailesine helâl lokma
yedirme gayretinde olan kişinin faaliyetini de ibadet olarak kabul
etmektedir. Burada bu hususa dikkat
çekmekle beraber bir yanlış anlaşılmanın da tashih edilmesi gerekir. Ailesinin
geçimini sağlamak için çalışmanın ibadet olduğunu doğru olmakla beraber, bundan
hareketle çalışmanın ibadetin yerini tuttuğu, dolayısıyla çalışanın ibadet etmesinin
şart olmadığı düşüncesi kabul edilebilir değildir. Çalışmak ibadettir, fakat
çalışmak hiçbir zaman ibadetin yerine geçmez, yani çalışan insan, çalışmak
suretiyle ibadet sorumluluğundan kurtulamaz.
Mümin hem işi-gücüyle ilgilenecek, hem de ibadet sorumluluğunu yerine
getirmeye çalışacaktır. Zira Allah
insandan çalışmayı istemekle birlikte, hayatının sonuna kadar ibadet etmekle de
yükümlü tutmaktadır. Kur’ân’da bu durumu “Ölünceye kadar Rabbine ibadet et.”
(Hicr,15/99) âyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Allah’a
karşı bir kulluk vazifesi olmasının yanında ibadetin gerek ferdi, gerekse
cemiyet hayatında büyük katkıları vardır.
Dolayısıyla toplumun birlik, beraberlik ve huzur içerisinde yaşaması
ibadet hayatıyla çok yakından ilgilidir.
Namaz, oruç, hac, zekât gibi ibadetlerden her birinin toplum menfaatine
dönük faydaları çoktur. Günde beş vakit
cemaatle kılınan namaz, o mescit çevresinde bulunan insanların günde beş defa
toplandıkları, görüştükleri, birbirleriyle hemhal oldukları, sıkıntıya düşen
kardeşlerinin dertlerini paylaştıkları bir platform mahiyetindedir. Bu kadar sık ve devamlı birliktelik içinde
bulunan insanların bütünlük ve dayanışma duygularının en üst seviyede olması tabiidir.
Orucun nefis terbiyesine sağladığı katkı inkar edilemez bir gerçektir. Ayrıca
oruç ayı Ramazan toplumdaki yardımlaşma ve dayanışma ile birlik ve kardeşlik
duygusunun en üst düzeye çıktığı zaman dilimidir. Zekât ibadeti, sahip olunan malı
temizleme yönünden çok daha fazla olarak toplumsal dayanışmayı ve yardımlaşmayı
gösteren, yani dünyevî yönü ağır basan bir ibadettir. Hac ise Müslümanları ibadet amacıyla toplayan
milletlerarası İslam kongresi gibidir.
Bu nedenle ibadetlerin sadece manevî ve öbür alemle ilgili yönü değil,
en az onun kadar dünyevî fayda ve kazanımlarını da göz önünde bulundurmak gerekir.
Şu halde
hem Rabbin rızasına kavuşmak, hem de dünyadaki sıkıntı ve ızdıraplardan kurtulmak,
huzur ve güven içinde yaşamak için ibadetlere sarılmak müminlerin gayesi
olmalıdır.
0 yorum:
Yorum Gönder