Yrd.
Doç. Dr. Sıddık Ünalan
Milletlerin siyasi teşekküller oluşturmaya
başladıkları ilk dönemlerden beri Fırat ve Dicle nehirleri ile kollarının hayat
verdiği verimli el-Cezire[1]
veya Mezopotamya toprakları tüm devletlerin ve milletlerin iştahını
kabartmıştır. Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan topraklara Araplar el-Cezire
veya Mümbit Hilal, diğerler milletler ise Mezopotamya olarak isimlendirmektedirler.[2] Bu
bölge ilk medeniyetlerin canlandığı yeşerdiği bu topraklar kimi devletleri
yeşertmiş ve kimi devletleri de kabul etmemiştir. Bu topraklar binlerce yıldan
beri bir çok devletin ve milletin doğumuyla ölümüne tanıklık ve beşiklik
etmiştir. Diyarbakır’ın veya bölgenin
etnik yapısı İslamiyet’in ortaya çıkışından bir süre önce başlayan ve İslam’ın
gelişiyle hızlanan Arap kabilelerinin göçleri ve yerleşmeleri ile
tamamlanmıştır. İnsanlık tarihi içerisinde bir devlet kurup da bu bölgeye
uğramamış hemen hemen hiçbir millet yoktur diyebiliriz. Buna göre bölgeye
gelmiş devletlerin ve milletlerin tarihine kısaca bakmak istiyoruz.
Hz. Ömer döneminde fethedilen ve Hz. Osman döneminde
hızlı bir şekilde yerleşen Arap kabileleri Mudar, Rebia ve Bekir’den dolayı
Diyarmudar, Diyarrebia ve Diyarbekir isimleriyle anılmıştır. Böylece üç bölgeye
ayrılan el-Cezire, Arapların bu bölgedeki hakimiyetlerini de pekiştirmiştir. [3]
Bu dönemde Diyarbakır’a, Amida veya Âmid[4] denildiği,
Asur Hükümdarları’ndan Adad-Nirari’den (1310-1281) kalma bir kılıç kabzasındaki
yazıdan ve M.Ö. 800 yıllarından kalma Asur Valileri’nin isimlerini bildiren
belgelerden anlaşılmaktadır.[5]
Diyarbakır, M.Ö. 3000’den
itibaren Akadlar’ın ve Gutiler’in hakimiyetleri altında olduğu[6], yine bu dönemlerde Kafkas ırkına
mensup savaşçı bir millet olan Subartu
Türklerinin bu bölgeye geldiklerini kaynaklardan öğrenmekteyiz. Subartu
Türklerini Şemseddin Günaltay
açıklarken Subaru kelimesi iki nehir (Dicle ve Fırat) arasında yaşayan (sub-aru
lafzı su-arası) olarak izah etmiştir.[7]
M.Ö. 2000 Amid’i de içine
alan Yukarı Dicle bölgesinin yerleşen ve Subarular’dan oldukları veya
Hint-Avrupaî bir kavim oldukları da söylenen Hurriler’dir. Hurilerin, Urfa veya Harran[8] bölgesinde kurulduğu tahmin edilmektedir.
Mitanniler bu bölgeye geldiklerinde, burada yaşayan ve Urartularla akraba
olduklarını iddia edilen Hurileri hakimiyetleri altına almışlardır. [9]
M.Ö. 1000 yıllarda
Diyarbakır bölgesine Sami kökenli Ârami kabilelerin yerleştiği ve bunu takiben Asurların hakim olarak, M.Ö.IX. yüzyıldan sonra, diyarbakır2ı asur devletinin
bir eyaleti heline getirdikleri görülmektedir. Buraya kısa bir dönem Urartular egemen olmuşlar ise de Asurlular
hakimiyeti tekrar ele geçirmişlerdir.[10]
Urartular’dan sonra
Diyarbakır bölgesi sırayla İskitler’in (M.Ö. 653-625), Medler’in (M.Ö.625-550),
Persler’in[11] (M.Ö. 550-331), İskender’in (M.Ö.331-323),
Selevkoslar’ın (M.Ö.323-140), Partlar’ın (M.Ö.140-85) ve Büyük Tigranı’nın (M.Ö.85-69)
egemenliği altına girmişlerdir.
Diyarbakır, M.S. 53-226
tarihleri arasında Partlar-Romalılar,
Sasanlılar-Romalılar arasında sık sık cereyan eden mücadelelerde sürekli olarak
el değiştirdiği ve daha çok Roma egemenliğinde kaldığı ve 395’ten sonra, Doğu
Roma yönetimine girdiği görülmektedir.[12] Bu bağlamda Diyarbakır ve çevresi 639 tarihine kadar devam eden Doğu Roma[13] hakimiyeti döneminde bölgede, zaman zaman
İran-Bizans hakimiyetlerini de görmek mümkündür.[14] Bu dönemde Bizans imparatoru Constantinus II (337-362)
şehrin etrafını 349 yılında bir sur ile çevirerek müdafaasını sağlamlaştırmak
istemiştir. Ancak buna rağmen Diyarbakır bir çok defalar, İranlılar tarafından
zabt olunmuştur. Fakat yine de bir Bizans kalesi olma özelliğini devam
ettirmiştir.
639 yılında Diyarbakır,
İslam orduları tarafından Hz. Ömer zamanında (634-644) Halid b. Velid ve İyaz
bin Ganem tarafından fethedilmiştir. [15] Hz. Osman’ın Halifeliği döneminde (644-656)
Arap kabileleri, bölgedeki şehir, kasaba ve kalelere daha çok yerleşmeye ve
yayılmaya başlamışlar ve Hz. Ali’nin Halifeliği’nden (656-661) sonra, kısa bir
süre Hz. Hasan’a bağlı olarak kaldığı görülmektedir. Hz. Hasan, Muaviye ile anlaşarak
halifelikten vazgeçince Diyarbakır’da Emevi Devletine bağlanmıştır. [16] Bu tarihten sonra Diyarbakır uzun bir dönem Emeviler
ve bunu takiben Abbasilerin elinde kalmış ve bu dönemde Arap-Bizans mücadelelerinde
önemli rol oynamıştır. Hatta İslam orduları ile 636 yılında yapılan Yermuk
Savaşı’nda, Heraklius’un ordusunu yenerek Suriye’yi de almayı başarmışlardır. [17]
Emevi Devleti’nin
yıkılmasından sonra (750) yönetimi ele geçiren Abbasiler, Diyarbakır’ında içinde
bulunduğu Elcezire yöresi halkı, Ebu’l-Abbas’ın halifeliğini kabul
etmemişlerdir. Özellikle Mansur, Harunreşid, Me’mun ve Mu’tasım dönemlerinde
şiddetli isyanların bu bölgede vuku bulduğunu görmekteyiz. Bu isyanlar yüzünden
bölgede istikrar kaybolmuş, anarşi ve terör yaygınlaşmıştır.[18]
Halife Mutez döneminde
(866-869) İsa bin Şeyh, Diyarbakır’a vali olarak atanmış ve Halife Muhtedi
(869-870) döneminde ayaklanarak kentin yönetimini ele geçirmiştir. Böylece
Diyarbakır’da otuz yıl sürecek Şeyhoğulları
egemenliği altına girmiş oldu.[19] Şeyhoğulları beyliği 899 yılına kadar devam
etmiş, bunu tekrar Abbasi hakimiyeti izlemiştir.[20]
Bunu takiben 930-978
yılları arsında[21] Hamdaniler,[22] 978-984 yıllarında Büveyhoğulları[23] ve 984-1085 tarihleri arasında Mervanîler bölgeye
hakim oldukları görülmektedir.
Konumuz olan Mervanoğulları döneminde Diyarbakır (Amid);
Silvan (Meyyafarikin), Ahlat, Erzen, Mardin, Siirt, Hısn-ı Keyfa (Hasankeyf),
Düneysir (Koç-Hisar), Maden, Gölcük, Atak, Ergani, Çermik, Savar ve Cizre
(Elcezire) gibi otuza yakın kaleyi içine alan bir bölgede kurulmuştur. Kurulan
bu bölgede Humeydiyye Ekradına mensup Mervanoğulları buraya yerleşmiş ve yurt
edinmişlerdir.[24] Bu dönemden sonra ise bu bölgede
Mervanoğulları kendi isimlerini taşıyan ve bir asır sürecek bir beylik
kurmuşlardır. Bu beyliğin kurucusu Bâd’dır. Bad’ın ölümünden sonra sırasıyla
Mervanoğlu Ebu Ali, Ebu Mansur, Nasruddevle Ahmed ve son olarak beyliğin
başında Nasr ve Said adlı iki kardeş bulunmuşlardır.[25] Sultan
Alp Arslan döneminde beylik ise ikiye bölünmüş ve beyliğin idaresi iki kardeş arasında
yapılan taht mücadelesi yüzünden hakimiyetlerini fazla sürdürememişler ve Selçukluların
hakimiyeti altına girmiştir.[26]
MERVANOĞULLARININ TEMELİNİN
ATILMASINDA BÂD B. DÛSDEK’IN ROLÜ
Mervanoğulları, Meyyafarikin merkez olmak üzere,
Diyarbakır ve çevresinde yüzyıl kadar hüküm süren Sünni bir İslam beyliğidir.[27]
Bu beyliğin temellerini Bâd[28]
lakaplı Ebû Şucâ Abdullah Hüseyin atmıştır. Humeydiye kabilesinin el-Harbuhtî[29]
oymağına mensup olan Bâd’ın doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. Bununla
birlikte, eniştesi Merva’nın köyü Kermas[30]
taraflarından olduğu tahmin edilmektedir. Bâd hakkında o döneme ait bir çok
tarihçi farklı rivayetler ortaya koymaktadır. Farklı olan bu görüşlerin ortak
bir noktası Bâd’ın çoban olduğu
yönündedir.
Bunlardan İbn Esir, Bâd’ın künyesinin “Ebu Şuca”(cesaretin
babası) isminin de “Baz”[31] olduğunu
nakletmektedir. Ebû Abdullah’ın adının da el-Hüseyin b. Dûstek olup, Bad’ın
kardeşi olduğunu belirtmiştir. İbn Ezraki’nin Meyyafarikin Tarihinde[32];
“Bâd b. Dustek el-Harbuhtî’nin asıl adının, Dustek’in Oğlu Abdullah’ın Babası
Hüseyin olup, Bâd lakabı sonradan verilmiştir.[33] Buradan
da anlaşılacağına göre Bad’ın babası ise
Dûstek (Dûşnek, Dûştek) olarak kaydedilmiştir. [34]
Bâd’ın ilk olarak kurduğu bu beylik hakkında değişik
görüşler belirten tarihçiler farklı tarihler arasında olduğunu belirtmişlerdir.
Mervanoğulları, 983-984 yıllarında Diyarbekir’de Bâd
tarafından kurulmuş Sünni Müslüman bir kabiledir.[35] Diğer bir görüşte ise 985 yılında Bâd
tarafından kurulan Müslüman bir kürd kabilesi olduğu söylenmektedir.[36] Claude Cahen, Mervanoğulları’nın; XI. yüzyılda
Doğu da kurulan beylikler arasında, Diyarbekir’de kurulmuş Sünni Kürt hanedanı
küçük bir beylik olarak bahsetmiştir.[37] Rene Basset, (978) yılında Kürt İbn Badoya (Baz) Hamdani Abu Tağlib’in
yardımı ile Ardamuşt (Kavaşi, Cabal-Cudi) civarında yaşamış bir kabile olarak
söylemektedir. Bununla birlikte (Abu Abdullah Hüseyin b. Cuşane (yahut Abu Şuca
Bad b. Dustak) Bad ismi ile şöhret kazanmış, Humadiye reislerinden olduğu ifade
edilmektedir.[38]
İbn Esir, “Baz’ın, Mervanoğulları’nın dayısı olduğunu
ifade edip, asıl adının da Ebü Abdullah El-Hüseyin b.Düstek olup Hamidiyye
Kürtlerindendir” demektedir. [39]
İbn Haldun, Tarih-ü İbn Haldun’da; Bâd olan Bad’il
Kürdi, ismi Hüseyin b. Dûşek, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Şüca diye
bahsetmekte ve Mervaniler’in Arap olmadığını fakat burada yaşayanların “Ekrad[40]”
oldukları ve Acem (İran) bölgesine yakınlıklarıyla bilinmektedir demektedir.[41]
Bâd ilk dönemlerde, Bahsemi dağlarında, Hizan ve Maden
vilayetleri arasında etrafına topladığı bir çok kişiyle yol kesmeye
başlamıştır.[42] Bunda başarılı olan Bâd,
daha da ileri giderek Diyarbakır havalisini ele geçirmiş, hatta sınırlarını
genişletmeye ve yeni yerler fethetmeye başlamıştır. Aduddevle[43]‘nin
ölmesiyle, Diyarbakır’a ait pek çok yeri ve Meyyafarikin’i[44]
ele geçiren Bâd’ın, Nusaybin’e kadar olan bölgeye hakim olmuştur.
Bunun üzerine
Samsamüddevle,[45] Ebü Sa’d Behram b.
Erdeşir ile beraber bir ordu düzenleyip Bâd’ın üzerine göndermiş, yapılan bu
savaşta Behram yenilmiş, adamlarından bir kısmı esir edilmiştir. Bu savaştan
galip çıkan Bâd biraz daha kuvvetlenmiştir.[46]
Bu hadiseden sonra Bâd, kardeşi olan Ebul Fevaris Hüseyin bin Düstek’i de
Meyyafarikin valiliğine tayin etmiştir.[47]
Ancak Mervani emiri ile mücadeleyi bırakmayan Samsamüddevle, bu defa Hacib Ebü’l
Kasım Sa’d b.Muhammed’i büyük bir orduyla Bâd’ın üzerine göndermiştir. Kevaşa
Şehrine bağlı Habür el-Hüseyniye önlerinde “Bacü laya” denilen yerde çok çetin
bir savaştan sonra, Sa’d ve adamları mağlup olmuşlardır. Bu hadiseden sonra
Bâd, Deylem’in pek çok yerini istila edip insanların bir kısmını öldürmüş, bir
kısmını da esir etmiş, ancak daha sonra almış olduğu bu esirlerin tamamını
öldürtmüştür. Bu savaştan kaçan Sa’d Musul’a sığınmak zorunda kalmış ve Bâd da
bunu takip ederek Musul’u da istila etmiştir.[48] Vezir
Ebu’ül-Hasan Ali bin Hüseyin, Bâd ile başa çıkamayacağını anlayınca barış
teklifinde bulunmuş ve bunu da bir mektup yazarak el Hacib’e bildirmiştir.[49]
Bâd, bu barış teklifini kabul edince iki taraf arasında 988’de barış yapılmış
oldu.[50]
Bâd Musul’u istila edince, Samsamüddevle ve veziri
ibn-Sa’d, bu durumla ilgilenip en büyük kumandanlarından olan Ziyar’ı, Bâd’ın
üzerine göndermeye karar vermiştir. İki ordu karşı karşıya geldiğinde Bâd
mağlup olup, Diyarbekir’e çekilmek zorunda kalmış ve bu savaşta Bâd’ın kardeşi
Ebü’l-Fevaris b. Dostuk (Dustek-Dustok) öldürülmüş ve cenazesi Meyyafarikine
getirilerek şehrin dışına defnedilmiştir. Bâd’ı takip etmek için arkasına ordu
gönderilmiş, bir netice alamadan tekrar Halep’e dönmüştür. Bâd’ın bu gücünü
gören İbn-Sa’d, Bâd’ı öldürmek için hileye başvurmuş, fakat bunda da başarılı
olamamıştır.
Bu hadiseden sonra Bâd, Ziyar ve Sa’d’a barış için
elçi göndermiş ve iki taraf, anlaşmaya varmıştır. Bu antlaşmadan sonra,
Diyarbekir Bâd’a verilecek ve aynı şekilde Tur Abidin’in[51]
yarısı da ona ait olacaktı.
Bunun akabinde bazı Kürt kabileleri Musul’a saldırıp,
şehri yağma etmişler,[52]
bunu duyan Bad da, askerleriyle birlikte Hasan Keyf’ten çıkarak Musul
kapılarında ansızın bu adamlara saldırıp kılıçtan geçirmiş ve mallarını da
yağma etmiştir. Vali İbn’Sad’ın adamlarından Musul’u kurtarıp, Musul halkının
gözünde Bâd’a karşı büyük bir sevgi doğmasına neden olmuştur. Bu arada İbn Sad’ın
Musul’da ölmesiyle (987) yerine Bahaüddevle[53] Ebu Nasır Musul’a gelerek yönetimi eline
geçirmiş, ancak Bâd’la yapılan antlaşmalara sadık kalıp barışı korumuşlardır.
Bu arada Samsamuddevle (Şerefüddevle) ölünce en
kıdemli Emir olan Bahaüddevle onun yerine geçmiştir.[54]
Daha sonra Bâd’ın almış olduğu yerleri
Hamdanoğullarından[55] Ebu Tahir ve Ebu Abdullah Hasan Emir olarak
yetişip, ülkesini geri almak için Bâd’ın üzerine yürümüşler, bir müddet takip
ettikten sonra Bâd’la Tur Abidin’de karşı karşıya gelmişlerdir.[56]
Yapılan savaşta Bâd at sırtından başka bir ata atlarken yere düşüp göğüs kemiğini
kırmış, yaralı olan Bad, bir kılıç darbesiyle öldürülmüştür. Kılıç darbesiyle
öldürdüğü kişinin Bad olduğunu bilmeyen katili, daha sonra öğrenince Onun
üstündeki elbiseyi ve silahları alarak, ellerini ayaklarını ve kellesini
keserek, şehirde teşhir etmiştir. 14 Muharrem 380 (Miladi 990-991) Pazar günü
gerçekleşen bu hadiseden sonra Bad’ın cesedi Musul’a götürülerek burada
defnedilmiştir.[57]
Diyarbekir (amid) ve Meyyafarikin Bad döneminde
bayındırlık ve kalkınma hareketlerine sahne olmuştur. Halk bolluk ve düzenlik
içerisinde rahat bir hayat sürmüştür. Bu dönemde bir çok bilim ve sanat adamı
burada toplanmış ve faaliyetlerde bulunmuşlardır. Kale surları yeniden restore
edilerek daha güvenli bir hale getirilmiştir.[58] Yine
bu bölgede bulunan soda, magnezyum ve bakır madenleri sebebiyle kıymetli bir
mülk olan buralara sahip olması, halkın daha rahat ve müreffeh bir hayat
yaşamalarını sağlamıştır.[59]
MERVANOĞULLARI’NIN BAŞA
GEÇMESİ VE EBU ALİ HASAN B. MERVAN (380/990) DÖNEMİ
Mervan b. Lekek[60]
el-Harbuhti, Bad’ın eniştesiydi. Bu evlilikten dört tane çocuğu oldu. Bu
çocuklardan en büyüğü Emir Ebu Ali el-Hasan’dı. Diğer üçü ise Said, Ahmed ve
Kek di. Ebu Mervan Siirt ile maden arasında mamur bir yer olan (Kırmas) Kermes
olan köyde yaşıyorlardı. Ebu Mervan, Kermes köyünün ileri gelenlerinden ve
değirmencilik yapmaktaydı. Bâd, yol kesme işine başladığı günden beri bu üç
kardeş yanında bulunuyorlardı. Bu kardeşlerden en büyüğü olan Emir Ali Bâd savaş
meydanında öldürülünce, Ebu Ali Hasan b. Mervan, ordusundan bir gurup askerle
birlikte, Dicle kenarında ki müstahkem kalelerden biri olan, Hısn-Keyfa’ya[61]
(Hasankeyf-Hasankif) gitti. Burada bulunan Bâd’ın karısına “dayım beni mühim
bir görevle sana gönderdi” demesi üzerine bunu doğru zanneden kadın kale
kapılarını açtırttı. Ebu Ali, kadının yanına varınca dayısının öldüğünü
söyleyip, evlenme teklif etti.[62] Kadın, bu teklifi kabul edip, halkında Ebu
Ali’ye itaat etmelerini söyledi. Böylece Hısn Keyfâ’yı itaat altına alan Ebu
Ali, hızlı bir şekilde Meyyafarikin üzerine hareket ederek (380/990) şehre
girip, en kısa zamanda da Amid (991) (Diyarbekır) ve çevresini kendisine
bağlamıştır.[63]
Bu arada Hamdanoğulları’ndan Ebu Abdullah ve Ebu
Tahir, Bâd’ın kesik başıyla Ebu Ali’nin üzerine yürüdüler. İki ordu karşı
karşıya gelip, Ebu Ali bu savaştan galip çıkmış ve Ebu Abdullah Hasan’ı da esir
almıştır.[64] Ebu Ali b. Mervan, başına
bir şey gelmesinden korkarak serbest bırakmıştır. Ebu Abdullah, buradan Amid’i
muhasara etmekte olan kardeşi Ebu Tahir’in yanına gidip, Ali b. Mervan’la
anlaşması için tavsiyede bulunmuştur.
Kardeşi uymayınca, Ebu Abdullah ona uymak mecburiyetinde kalmıştır. Birlikte
İbn Mervan’ın üzerine yürümüşlerse de, İbn Mervan ikisini de bozguna uğratmış
ve Ebu Abdullah Hasan’ı tekrar esir
etmiştir. Mısır Fatımi Halifesi’nin ricası üzerine İbn Mervan, Ebu Abdullah
Hasan’ı ikinci kez serbest bırakmıştır.[65]
Bu savaştan sonra Ebu Ali, rakipsiz olarak hükümdarlığını ve hakimiyetini
sürdürürken, kardeşleri de kendisine yardım ve hizmette bulunmuşlardır.[66]
İbn Mervan, Diyarbakır’da halka iyi davranıp, onlara şefkatle muamelede
bulunmuştur. Bunun üzerine Meyyafarikin halkı bunu çekemeyip İbn Mervan’ın
üzerine yürümüşler fakat İbn Mervan, onlara bayram gününe kadar ilişmemiş, halk
bayram günü namaza çıkınca şehre girip, şehrin emiri olan Ebü’s-Sakri’yi (Ebu
Esgarı) yakalayıp, surların en yüksek yerinden aşağı attırmıştır.[67]
Daha sonra İbn Mervan, Sa’ddüdevle b. Seyfüddevle
b.Hamdan’ın kızı olan Sittü’n Nas ile evlenip, Halep’ten Amid’e gelin
getirmiştir. [68] Bu arada kendisini çok
iyi izleyen ve gücünden korkan Amid (Diyarbakır) valisi olan Abdü’l-Berr, İbn
Mervan’ın Meyyafarikin halkına yaptığını kendilerine de yapmasından korkarak,
güvenilir adamlarını yanına çağırıp söyleyeceği sözleri kimseye
söylemeyeceklerine dair yemin ettirmiştir. Yemin ettirdikten sonra
onlara “Emir’in Meyyafarikin halkına yaptığını size de yapmaya karar
verdiği doğrudur. Şimdi o Babül-ma (su kapısı)’dan girip, Babül Cihad (Cihat
kapısı)’dan çıkacaktır. Siz dergahta bekleyin ve dirhemleri onun üzerine sacın,
sonra yüzünü o tarafa doğru çevirin o yüzünü koluyla örtecektir. Siz de tam bu
sırada bıçakları can alıcı yerlerine vurunuz” demiştir. Abdül-Berrin
dediklerini aynen uygulamışlar[69]ve
İbn Mervan’ı öldürmek için seçilen İbn Dimne, bu görevi seve seve yapacağını
söyleyerek halkın karıştığı bir zamanda fırsatını bulup, İbn Mervan’ın kafasını
uçurup halkın önüne atmıştır. Bunu gören halk, korkarak Meyyafarikine doğru
kaçmaya başlamıştır[70].
İbn Mervan (997-998) Amid de öldürülünce, yerine
kardeşi Mümehhiddevle Ebu Mansur b. Mervan geçmiştir.[71]
Ebu Mansur ilk olarak Meyyafarikin’e gelerek şehri teslim alıp, kendi adına
hutbe okutup, sikke kestirmiştir. [72] Bu arada Halife Tay’i ise Bahaüddevle’ye taziyeye
gelmediğinden aralarında bir soğukluk olmuş ve halifelik makamına giderek Tay’i
yakalayıp makamına getirmiştir. Ebu Mansur, kadıları, hukukçuları, eşrafı ve
emirleri, Haşimiler ve Haşimi olmayanların huzurunda Halife Tay’ı halifelikten
aldığını söylemiştir. Halife Tay’i
birkaç gün kaldıktan sonra, önce kulakları daha sonra burnu kesilerek halka
teşhir edilmiştir. Daha sonrada Batiha’ya
sürgün edilen Halife Tay’ın halifeliği, 16 yıl 9 ay 5 gün sürmüştür.[73]
İbn Mervan’ın ölümüne sebep olan Abdul Berr, Amid’i
istila etmiştir. İbn Dimne ise Abdul Berr’in en yakın adamı olmuş ve kızıyla
evlenmesine müsaade etmiştir. Daha sonra İbn Dimne bir ziyafet
vererek kayın babası Abdul Berr’i öldürüp, kesik başını halkın önüne atmıştır.
Bunun üzerine İbn Dimne Amide hakim olup, şehri onarıp, surları yeniden
yaptırmıştır. Mumehiddevle ile arasını düzeltip, o dönemde Bizans
İmparatoruyla ve Fatımi Halifesiyle de barışı koruyup, şöhretli biri olmasını
sağlamıştır.[74]
Diyarbekir hakimi olan Mervanoğulları’nın, Bizans
İmparatoruyla araları gayet iyi idi. Mümehiddevle’nin eniştesi olan Ebul Heyca
İstanbul’dan ayrılmak için İmparatordan izin istemiştir. İzin verilen Ebul
Heyca, küçük bir orduyla Halep üzerine yürümüş, fakat savaşa girdiğinde
İmparator tarafından kendisine söz verilen yardım gönderilmemiştir. Ebul Heyca’ya
karşı birleşmiş olan Kilâbiler[75],
kendi tarafına çekmeyi başaran Mansur b. Lu’lu, Fatimi Valisi oluşundan dolayı
Mısırlıların da yardımını alarak savaşı kazanmıştır. Bu savaşta Ebul Heyca
yenilerek Malatya’ya kaçıp, oradan da İstanbul’a geri dönmüştür. Ebul Heyca
tekrar geri dönmek istediyse de Halife Mansur’un ricası üzerine İmparator Ebul
Heyca’yı İstanbul’da tutmuştur. Ebul Heyca bundan sonraki hayatını
Bizans ordusunda bir komutan olarak sürdürdüğü tahmin edilmektedir.[76] Ebû
Mansur[77]
(Nasr)[78]
b. Lu’lu’ (Lü’lü) ve Salih b. Mirdas arasında geçen bir olaydan sonra Salih b.
Mirdas tarafından tahtan uzaklaştırmasından sonra Ebu Mansur’un 406 (1015)
yılında Bizans topraklarına sığındığı hakkında kayıt bulunmaktadır. Ebu Mansur’un
Bizans ordusunda hizmet ettiğini, Azaz savaşında III. Romanos Argyros’un
yanında görüldüğü ortaya çıkmıştır.[79]
Mumehiddevle, kendisine güvendiği adamı olan Şerve’yi
devlet yönetimine getirerek kendisinden bazı şeyler yapmasını istemiştir. Bu
arada Şerve, köle olan bir adamı emniyetin başına getirmesi, Mumehiddevle’yi
kızdırmıştır. Emniyetin başına atanan köle Sahibu’ş Şurfa, Emir ile Şerve’nin
arasını açmayı başarıp, birbirine düşman olmalarını sağlamıştır. Köle, Mumehiddevle’nin
kendisini öldüreceğini anlayınca bir plan yapıp Mumehiddevle’yi öldürmeye karar
vermiştir. Bunu yapmak için de, El Hettah kalesinde tertip ettiği bir ziyafete,
Mumehiddevle’yi de çağırdı ve gelir gelmez Mumehiddevle’yi orada öldürmüştür
(1011-1012). Bu olaydan sonra Evden çıkan Şerve, Mumehiddevle’nin amca
oğullarına gidip kendisini Mumehiddevle’nin gönderdiğini söyleyerek kapıları
açtırmış ve içeri girerek Şerve, onları da öldürüp şehre hakim
olmuştur. Daha sonra diğer kalelere birer mektup yazarak Meyyafarikine gelip
biat etmelerini istemiştir[80].
Erzen’e[81]
bir elçi gönderip, şehir mütevelli heyetinin gelmesini istemiştir. Erzen’in
Emiri olan Hace Ebul Kasım adıyla bilinen Erzen mütevellisi, şehre gelen
elçiden şüphelenince kaleyi teslim etmemiştir. Hace Ebul Kasım,
Meyyafariki’ne doğru yola çıkıp, yolda Mümehhiddevle’nin öldürüldüğünü
öğrenince Erzen’e geri dönmek zorunda kalmıştır. Şerve’de Ebu Nasır’a haber
göndermiş fakat onun Erzene gittiğini öğrenince işlerin ters gittiğini
anlamıştır. Bunun üzerine Ebul Kasım, Es’ard’a haber göndererek, Mümehhiddevle’nin
kardeşi olan Ebu Nasr b. Mervan’ı Erzene getirilmesini istemiştir. Ebu Nasr b.
Mervan, Hace’nin huzura geldiğinde, kendisinin adaletli davranacağına dair kadı
ve şahitler huzurunda yemin etmesini istemiştir. Bunun üzerine yemin eden Ebu
Nasr, kardeşinin yerine Erzen’e Emir olarak geçmiş, Diyarbakır ve diğer
şehirleri tekrar ele geçirip halka ve ulemaya iyi davranmıştır.[82]
EMİR EBU NASR AHMED B. MERVAN DÖNEMİ (1011-1061)
Mümehhiddevle’yi öldürüp Meyyafarikin’e sahip olan Şerve,
Emir’in mührüyle diğer kalelere mektup ve
elçiler göndererek bölgenin hakimi olmayı amaçlamıştır. Ancak Erzen’i ele
geçirememiştir. Meyyafariki’ne girdiğinin üçüncü gününde Siirt’te sürgün olan Emir
Ebu Nasr’ı yakalatmak ve Tanza ile Siirt’i kendisinden almak için 500 atlıdan
kurulu bir birlik göndermiştir. Diğer taraftan da Abdurrahman b. Eb’ül
Verd ed-Dünbüli’yi de Erzen’e göndererek buranın valisi olan Isfahanlı Hoca
Ebû’l Kasım’ı yakalatmak istemiştir.[83]
Erzen’e gelen elçi buradakilerle yumuşak bir dille
konuşup onları ikna etmeye çalışmış, fakat kendisine hiçbir cevap
verilmemiştir. Bu arada Mervan’ın veziri olan Ebul Kasım akıllı ve tecrübeli
bir insandır. Ebul Verdi ile yalnız kalıp ava çıktıkları bir zamanda oradan geçen bir adama “ne haber”
diye sordu, adam, “Şerve, Emiri öldürdü”
dedi. Emir Ebul Nasr’ı yakalatmak için
de asker göndermiştir. “Bende, onlar daha varmadan kendisine durumu
bildirmeye gidiyorum” demiştir. Haberin yayılmaması için her tarafta
yollar tutulmuştur” dedi. Hoca Ebul Kasım bunu duyunca çok üzüldü ve Mervan ve
karısını alarak, Ebu Nasr’ı da Siirt’ten yanına getirterek, tebaasıyla beraber emri
altında olacağına yemin etmiştir. [84]
Ebul Kasım, hazineleri açıp, halka ve askerlere mal,
para ve silah dağıtarak, Şerve’ye karşı olmaları için tedbirli olmalarını
söylemiştir. Ebu Nasr’ın etrafında büyük bir güç oluşturan halk, hemen harekete
geçerek, Meyyafarik’in dışında olan Rabad’ı ele geçirmeye çalıştılar. Kalenin dışında kalan malları yağmalayıp, bir çok insanı da öldürdüler. Şerve’nin askerlerini de mağlup
ederek bir çoğunu kılıçtan geçirdiler. Emir ve Ebul Kasım Erzen’e tekrar
dönerek, almış oldukları ganimetleri halka ve askerlere dağıttılar.[85]
Yeniden saldırmak için ön hazırlıklar yapan Emir ve
Ebul Kasım, Meyyafarikin üzerine tekrar yürüdüler ve bir fersah uzaklığa
karargah kurdular. Şerve, bu durum karşısında yaptığına pişman olarak
akıbetinin kötü olacağını anlamış ve halka yaptığı kötülükten dolayı pişman
olmuştur. Bu durum karşısında oğlu İbn Felyus, aklına Rum Kralı’nın kendilerine
yardım edeceğini söylemiştir. Bunu duyan halk, buna razı olmayıp, kendi
işlerini kendilerin yapacağını söylemişlerdir. İbn Felyus, camiden çıkışında
halkın saldırısına uğramış ve canını zor kurtararak saraya sığınmıştır.[86]
Halk kendi aralarında çıkışlarını düşünüp bir karara
varmak için bir çok yolu denemişlerdir. En son çare olarak da, Emir Ebu
Nasr’ı davet ederek, şehri teslim etmeyi düşündüler. Hatta halk Şerve’ye
verdiği sözü yerine getirerek Emir’e teslim etmediler. Uzun bir mücadeleden
sonra 401/1011 yılında şehre girmeyi başaran
Emir Ebu Nasr, abisini öldüren Şerve’yi de aynı yerde idam ettirmiştir.[87]
Mervanoğulları’nın 403/1013 yılında etrafında bulunan devletler
siyasi varlığını tanıyıp, Ebû Nasır’a
gönderdikleri elçiler ve hediyelerle bunu ispat ettiler. Kurban bayramından üç
gün önce Abbasi Halifesi el-Kadir Billah ve Bahaüddevle’den sonra Irak
Büveyhoğulları tahtına çıkmış olan Sultanüddevle’nin elçileri birlikte
geldiler. Çeşitli armağanlarla birlikte, bütün Diyarbakır’ın Ebû Nasr’a ait
olduğunu gösteren bir menşur da getirmişlerdi. Ayrıca Abbasi halifesi ona
“Nasruddevle ve Imaduha zi’s-sarâmeteyn” unvanını da vermiştir. Halifenin
vermiş olduğu “Nasruddevle” unvanı, Ebu Nasr’ın adını unutturacak kadar meşhur
olmuştur. Halife Ebu Nasr’a kaftan, ferace cübbe, siyah sarık, işlemeli iki
altın bilezik ve altın eyerli at olmak üzere yedi parça hediye göndermiştir. Nasruddevle’ye
elçi gönderen Fatımî Halifesi ve Bizans İmparatoru Basil’in elçileri bir çok
hediyelerle huzuruna gelmişler ve barış içerisinde yaşamaları için
dostluklarını belirtmişlerdir.[88]
Böylece Nasruddevle komşu devletlerle münasebetlerini
düzene koyarken ülke içindeki bazı düzensizlikleri gidermeye çalışmıştır. Bu vesile
ile bir kısım vergileri kaldırdığı gibi, yapılan mücadeleler sırasında tahrip
olan Meyyafarikin surlarını tamir ettirdi. Emir olur olmaz camide her gün fakir
ve yoksullara bir ölçek buğday dağıtılmıştır. Bu Emirin adağa olduğu için
1017-1018 yılına kadar sürdürmüştür. Yine Emir fakir ve fukara için Meyyafarikin’in
batısındaki Atşa köyündeki tarlaları vakıf ederek tahsis etmiştir.[89]
Emir Ebû Nasr bundan sonra ülkesini genişletip bir çok
yerleri kendine bağlayıp, halkını müreffeh bir şekilde yaşatmaya başladı. Ebû
Nasr hayır işlerinde bulunarak Meyyafarikin surları içinde çiftlikler, su
kanalları bazı vakfiyelerde bulunmuştur. Sosyal alanlarda da yenilikler
getirerek ırmak kıyısına güzel bir köşk, çarşılar, evler ve hamamlar
yaptırmıştır. Bahçeleri sulamak için, ırmağın üzerine bir dolap yaptırarak su
çıkartıp, Benan Tepesi yanındaki köprüyü yaptırarak halkın daha rahat geçişini
sağlamıştır. Daha sonra ibn Şelita adında bir Hıristiyan’ı vakıfların başına
getirerek, pınar başından bir kanal açtırarak, şehre su gelmesini sağlamıştır.
Getirtilen bu suyu, Pınarbaşı Cami’nin altından geçirerek, doğudan Rabad’ın
ortasına, oradan su kapısına ve Hükümdarlık burcunun altına suyun gelmesini
sağlamıştır. Bu şekilde şehrin su ihtiyacını gidermiş oldu. Bunlara elli bin
altın harcanıp Meyyafarikin mamur edilmiş oldu. Nasruddevlenin hükümdarlığı 53
yıl sürmüş ve 1061 yılında vefat ederek Muhdese Cami’ine defnedilmiştir.[90]
Nasruddevle’nin ölümünden sonra oğlu Nizameddin yerine Emir olarak geçmiştir.
IRAK OĞUZLARI VE SELÇUKLULAR
DÖNEMİNİDE DİYARBAKIR
Batı İran’dan ayrılan Türkmen’ler (1037-1038) iki
kısma ayrılarak 1500 kişiden ibaret olan bir kısmı Kızıl’ın reisliği altında
Rey’de kalmış, diğer bir kısmı da başlarında Buka, Göktaş, Mansur ve Dana
bulunduğu halde, Azerbaycan’a gitmişlerdir.[91]
Bu arada Azerbaycan hükümdarı Vehsudan (Vahşuzan) bunlara ihanet edince,
Azarbeycan’ı terk etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Çeşitli yerlere dağılan
Türkmen Beyleri Rey’e, Hamedan’a ve Kazvin’e gitmişlerdir. Bugünkü Türkiye
sınırlarını aşmak şerefini bu Türkmen
beyleri kazanmıştır.[92]
1041-1042 yıllarında El-Cezire’yi yağma etmiş olan
Oğuzlar sahneye çıkmıştır. El-Cezire’yi yağmalayan Oğuzlar, Ebu Nasr’ın oğlu
olan Süleyman’ı karşısında bulmuşlardır. Süleyman onların reislerini bir
hileyle esir etmeye muvaffak olmuştur. Oğuzlar, Ebu Nasr’ın geri çekilmesini
temin için reislerini serbest bırakmalarını temin etmişler, onlara da bir
miktar para ödemelerini istemişlerdir. Oğuzlar tekrar yağmalara başlamışlar,
Musul Emiri Karvaş, kaçarak hayatını kurtarmış fakat halk bunlara karşı
çıkarak bazılarını öldürmüşler, Karvaş’ı
da serbest bırakmışlardır.[93]
Türkmenlerden Buka (Boğa), Anasıoğlu, Bektaş ve Mansur
Azerbaycan’a oradan Armeniyye gittiler. Bunu duyan Rumlar bölgeyi korumak için
ortaya çıkıp, harekete geçtiler. Türkler ise Ceziretü İbn Ömer ve Meyyafarikin’i
kuşatıp, oraları yağmaladılar.[94]
Mervanoğulları’nın başında bulunan Ahmed b. Mervan her ne kadar tedbir alsa da,
Türkler ikinci kez Amid kapısında bunları bozguna uğrattılar.[95]
Mervanoğulları kendilerini bunların elinden kurtarmak
için, Konstantin (IX)’ dan yardım isteğinde bulundular. Bu çağrı üzerine
Konstantin, Vali Kataphan’ı onlara yardım etmesi için gönderdi. Bu arada yardım
gelene kadar Türkmenler’in reisi Oğuzoğlu Mansur ile temasa geçerek, anlaşma
teklifinde bulundular. Oğuz şefinin bu teklifi kabul etmesi üzerine, anlaşma
olmuşsa da Süleyman şerefine hazırlanan bir ziyafette Mansur’u bir hile ile
hapsettirmiştir.[96] Mansur’un dağılan
mahiyeti Musul’a doğru yürüyüp, Musul’a kaçan
Ukayiloğlu Karvaş, Mervanoğlu hükümdarı Nasruddevle’nin gönderdiği
yardım kuvvetleri ile Türkmenlere karşı çıktılar. Ancak yapılan savaşta
(1042) müttefikler bozguna uğratılıp, ölümden kurtulanları takip eden
Türkmenler, Sincar ve Nusaybin bölgelerini yağmaladılar. Sonra geri dönerek
Cizre’yi tekrar kuşattılar fakat geri
alamadılar. Bunun üzerine Musul hükümdarı Karvaş’ı bozguna uğratıp, şehri
yağmaladılar.[97]
Bu dönem içerisinde Türkmenlerin bu iki devlet
arazisini istila etmeleri civardaki hükümdarları korkutmuş, bunun neticesinde
Tuğrul Bey’e bir mektup yazarak şikayet etmişlerdir. Bunu haber alan Selçuklu
Hükümdarı Tuğrul Bey, adları geçen Buka (Boğa), Anasıoğlu, Mansur ve Göktaş
beylerin komutaları altındaki Türkmenler’den, Azerbaycan’a dönmelerini istemiş
ve Bizans’la yapılacak savaşta emri altına girmelerini istemiştir. Diyarbekir
bölgesinden Dicle’nin kuzeyine çıkıp, Murat suyunu takip ederek Erciş önüne
geldiklerinde, yol üzerindeki Bizans’a tabi şehir ve kasabaları yağma etmeyi de
ihmal etmemişlerdir. Bu arada Türkmen Beyleri, Vaspurakan valisi Stefanos’a
hediyeler ve elçiler göndererek, Azerbaycan’a geçmek için müsaade istemelerine
rağmen, valinin karşı taarruzuna uğrayıp, yapılan savaşta valiyi mağlup edip,
esir almışlardır.[98]
SELÇUKLULAR DÖNEMİNDE
DİYARBAKIR
1054-1055 yılında, sonucu ne olursa olsun, Anadolu’yu fethetmek için,
Türkiye sınırlarını aşan ilk Selçuklu hükümdarı olarak Tuğrul Bey
görülmektedir. Tuğrul Bey, Anadolu’ya geçmek için ilk önce Van Gölü’nün
kuzeydoğu uçundaki Muradiye’ye hücum ederek burayı alıp, bir kısım halkı esir
edip, Erciş önüne kadar gelmiştir. Erciş halkı, Muradiye’nin akıbetine
uğrayacağından korkup, Sultana, altın, gümüş, at ve katırdan mürekkep bol
hediyeler takdim etmişlerdir. Bu bölgenin en müstahkem kalesine sahip olan
Malazgirt Şehri önünde, karargahını kurup, burasını muhasara etmiştir. [99] 1059 yılında Arap şeyhleri, Tuğrul Bey’e
bağlılıklarını bildirdiklerinde, Tuğrul bey onların topraklarına el
koymayacağını ve bağlılıklarını devam ettirip topraklarını kendilerine geri
vereceklerini vaad etmiştir.[100]
Yeni kurulan Selçuklu Devleti’nin[101]
uzun bir maziye sahip olan, Bizans İmparatorluğuna karşı, başlangıçta bir saygı
duyduğu söylenebilse de, Selçuklu Devleti’nin esas gayesi, İslam dünyasını ve
özelliklede Mısır’ı ele geçirmektir.
Bizans ile sulh halinde olması, Tuğrul Bey’in işine yarıyordu. Bu sayede İslam
ülkeleri içinde yapılan fetihlere, bizzat Tuğrul Bey katılmış, bazılarına ise
tayin ettiği Prensleri göndermiştir.[102]
Bu dönemde Mervanoğulları’nın başında Emir Nizameddin
bulunmaktaydı. Emir Nizameddin babasının ölümünden sonra bir süre istikrar
içinde hükümdarlık yapmıştır.[103] Emir Nizameddin ile kardeşi Said arasındaki
anlaşmazlık, Tuğrul Bey’e kadar sirayet etmiş, Tuğrul Bey’in yanına giden Emir
Said, kardeşini şikayet edip, Tuğrul Bey de bu şikayeti değerlendirerek beşbin
atlı ile Meyyafarikin üzerine göndermiştir. Emir Said bu orduyu alarak
saldırıya geçmiştir. Vezir İbn Cehir kaleden inerek, Emir Said’e şöyle dedi:
“Bu ailenin ortadan kalkması senin elinden olmasın” Vezir İbn Cehir, Said’i
ikna edip, ona bazı şeyler vaat edip, Tuğrul Bey’in gönderdiği komutana
ellibin altın vererek geri çekilmelerini sağlamıştır. Bu arada
Emir Said’de kardeşiyle arasındaki problemi çözüp iyi geçinmeye başlamıştır.[104]
1064 yılında halife El-Kaim, Emir Nizameddin’e haber
göndererek vezir İbn Cehir’in kendisine vezirlik yapmasını istedi. İbn Cehir’i,
Halifeye vezir olarak yanında bol hediyeler alarak halifeye de
bağlılığını bildirip, Bağdat’a geldi. Halife, veziri atadı ve kendisine de
“Müeyyidüddin Fahruddevle” unvanını verdi. [105]
1067 yılında Sultan Tuğrul tarafından Diyarbekir’e
gönderilen ve emrinde 5.000 süvari bulunan Salar’ı Horasan adındaki komutan,
Meyyafariki’ne varıp, şehir dışında yağmacılığa ve saldırılara başladı. Su
kapısında karargah kurup, kapılar kapalı olduğu için bir süre beklemek zorunda
kaldı. Bu sırada Meyyafarik’in veziri kaleden aşağı inerek komutan Salar’ı
Horasan’la anlaşmak istediğini belirtmiş ve otuzbin altın teklif ederek
komutanı yumuşatmaya muvaffak olmuş, hatta Nasruddevle’nin oğlu Emir Hasan’ı
rehine olarak vermiştir. Bunun üzerine Salar, atına binerek su kapısından şehre
girmek istemiş fakat kapıya varınca başına gelecek olayları sezip, geri dönmek
zorunda kalmıştır. Vezir, Salar’ın bu hareketini anlayınca kendisine itimat
sağlamak için hükümdarın iki kardeşi Emir Fadlun ile Emir Namık’ı, Salar’ın
karargahına göndermiştir. Bunun üzerine itimat eden Salar da şehre tekrar
girmiştir. Bu arada vezir Hükümdarın
huzuruna çıkıp, “Salar’ı tutuklayalım” dediğinde hükümdar buna karşı
çıkmıştır. Karşı çıkmasına sebep, kardeşlerinin Salar’ın elinde olduğunu,
onlara bir zarar vermelerinden korktuğu için, buna müsaade etmemiştir. Bu arada vezir, “zaten kardeşlerin sana
düşman, onların elinde ölürse ölsün,” karşılığında Diyarbekir’i alacaksın
demesinden sonra dışarıya çıkıp, Salar’ı ve arkadaşlarını yakalatmıştır. Salar,
“İhanet mi ettin?” dedi. Vezir “Evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Salar şu
karşılığı vererek, “Lailahe İllallah. Düşmanını düşmanın karşılığında
yakaladı.” Salar yakalanınca Meyyafarikin’den askerler dışarı çıkıp şehri
yağmaladılar. Bunun üzerine Hükümdarın iki kardeşinin kellesini kestiler. Salar’ın karargahını yağma edip, adamlarının
bir kısmını öldürüp, bazılarını da esir
alıp, geri döndüler. Birkaç gün geçtikten sonra Emir su kapısının dışındaki
tepenin üzerine Salar’ı ve arkadaşlarını getirterek başlarını kestirtip
cesetlerini de “Siyut” denilen yere götürerek, kazılan mezarlara defnettirdi.
Bu yer, “Salar’ı Horasan” savaşı adıyla bilinmektedir. Emir Hasan’ın
cesedi ise Muhdese Cami’nin doğu tarafına defnedildi. Mervanoğulları’nın
başında bulunan Emir Nizameddin’in veziri Ebul-Fadl vefat edince, yerine oğlu
Ebu Tahir Selame vezir oldu. Ebu Tahir, akıllı, zeki, azimli ve ileri görüşlü
bir insandı. Emir Nizameddin kendisine “El-Kafi” unvanını vermiştir.[106]
Tuğrul Bey Doğu Anadolu seferine çıktığında Diyarbekir
Mervani emiri Nasruddevle, sultana asker ve malzeme yollayarak bağlılığını
belirtmiştir.[107] Tuğrul Bey, Arapları
dize getirdikten sonra, Diyarbekir’e hakim olan Mervanoğulları’nın üzerine
yürümüştür. İbn Mervan her gün Sultan’a hediyeler göndererek bağlılığını
bildirmiştir. İbn Mervan’a ait olan Ceziret-i İbn Ömeri de Sultan Tuğrul Bey
kendine bağlamıştır. İbn Mervan, Sultan’a Müslümanların sınır boylarını nasıl
koruduklarını ve nasıl cihat ettiklerini anlatmıştır.[108]
İbrahim Yinal, Vezir Nizamülmülk’e “bu Araplar kim oluyor da sen onları
Sultan’a rakip kabul edip, aralarını düzeltmeye çalışıyorsun” dedi. Vezir de
“Sen Sultanın naibisin nasıl istersen öyle yap” cevabını verdi. Bu olaydan
sonra Sultan Tuğrul Bağdat’a geri döndü. Musul ve çevresini İbrahim Yinal’a
teslim etmiştir.[109]
Sultan Tuğrul’un ölümünden sonra yerine Büyük Selçuklu
Devleti’nin II. Hükümdarı olan Sultan Alp Arslan geçti. Her ne kadar amcası
Tuğrul Bey ölünce yerine üvey kardeşi Süleyman tahta çıkmışsa da, Alp Arslan
bunu kabul etmemiş ve 1063 yılında Kazvin de hükümdarlığını ilan etmiştir. Sultan
Alp Arslan (1064) yılında ülkeye sahip olup, tek başına hükümdarlığını ilan
etmiş, fetihlere başlayıp ülkesini genişletmiştir.
Nasruddevle ile Karvaş arasında gerginlik baş
göstermiş ve Meyyafarikin’e kadı olarak
Ebu Mansur b. Şazan Et-Tüsi tayin edilmişti. Bu dönemde Meyyafarik’in
surlarının bir kısmı ayakta kalmış, bir kısmı yıkılmışsa da dönemin emirleri
Mervanoğulları’ndan Ebul Fevariz b.Destek ve Ebu Mansur Mumehiddevle, Emir Ebu
Ali tarafından bir çok yerleri tamir edilmiş ve yıkılmaktan kurtarılmıştır.
Sultan Alp Arslan’ın hükümdar olmasıyla Tuğrul Bey’e
bağlı Mervanoğulları da Sultan Alp Arslan’a bağlılıklarını bildirmişlerdir.[110]
Bu arada Mervanoğulları’nın başında daha önce zikrettiğimiz gibi Emir
Nizameddin bulunmaktaydı. Fakat Emir
Nizameddin’le kardeşi Said’in arası açılmış, aralarında anlaşmazlık
çıkmıştı.[111] Bunun üzerine Emir Said, Meyyafarikin’den çıkarak
Sultan Alp Arslan’a sığınmıştır. Bu arada Rum Kralı, Kostantiniyye’den çıkarak
Malazgirt’e gelmişti. Bunu duyan Sultan Alp Arslan da Irak’tan çıkıp,
Diyarbekir’e geldi. Yanında Emir Said de bulunuyordu. Bu sırada Hoca
Nizamülmülk de Meyyafarikine gitmiştir. Sarayda Emirle görüştüğünde Emir,
kardeşinin Sultan’ın yanında ne konuştuğunu sordu. Hoca Nizamülmülk de
konuşulanları bildirdi. Emir Nizameddin büyük miktarda mal ve hediye hazırladı.
Nizamülmülk, Emir’e, sen de “Sultanın yanına gel arzu ettiğin şekilde dönersin”
dedi. Emir’in ailesi ve kız kardeşi, Nizamümülk’ün eteğine sarılıp yalvardılar.
Hoca onlara “Vallahi ben onu Emir olarak sizden alıyorum, Sultan olarak size
iade edeceğim” sözünü vermiştir. Sultanın yanına gittiler ve Sultan, Nizameddin’e
ilgi gösterdi. O da Sultan’a hediyeleri takdim etti. Nizamülmülk, Sultan’a,
Nizameddin’in karısının ve kız
kardeşlerinin nasıl yalvardıklarını ve kendisinin onlara söz verdiğini anlattı.
Sultan buna itiraz etti, “çünkü ben kardeşi Said’e söz verdim ve yemin ettim ben
onu bağışlayamam” dedi. Nizamülmülk, “ ben de yemin ettim, o zaman sen ava çık ben bu işi halledeyim” demesi
üzerine, Sultan ava çıktı (veya Sultan’ın ava çıktığı zamanda bu işi yapmış
diyenler de vardır) sonra vezir Nizamülmülk Emir’in kardeşini yakalatarak hapse
attırdı. Bunun üzerine Emir Nizameddin’in tüm üzüntüleri yok oldu. Nizamülmülk
“Ben karına ve kız kardeşine söz verdim, seni Sultan olarak geri göndereceğim,
ama ne yazık ki bizim sultanımız bir tanedir, sen de “Sultan’ül Ümerasın”
diyerek onu bu unvanıyla tekrar görevinin başına göndermiştir.[112]
Emir Said, kardeşi Nizameddin’e haber göndererek
durumundan şikayet edip, kendisine bir beylik verilmesini istedi. Vezir de,
Said’in hapisten çıkarılmasını ve kendisine Amid’in beylik olarak verilmesini tavsiye
etti. Emir de bu tavsiyeye uyarak kardeşine Amid’i geri verdi. Bu dönemde
Sultan Alp Arslan, 1071 yılında Malazgirt[113]
savaşını kazanmış ve Türkler’in Anadolu’ya geçmesini sağlamış, böylelikle
ülkesinin sınırlarını da genişletmiştir
Emir Nizameddin’e gelince; hükümdarlığını devam ettirip, adaletli,
sakin, iyi gidişli ve halka iyilik yapan bir hükümdar olmuştur. Meyyafarikin
onun zamanında güzel bir imar görmüş, o halkın işlerini bizzat takip etmiş, bu
dönemde halk bolluk ve zenginliğe kavuşturmuştur. Meyyafarikin ve Amid
surlarını yükseltip, tamirlerini yaptırmıştır. Onun ismi kalenin bir çok
yerinde kitabe olarak geçmektedir. Amid’in
doğusundaki tepe kapısının altında, Dicle nehrinin üzerindeki köprüyü yaptırdı.
1080 yılında Şerefüddevle, Amid kapılarında yenilgiye uğrayıp vefat etti.
Hükümdarlığı 12 yıl sürüp, ölümünden
sonra yerine oğlu Mansur geçmiştir. [114]
Sultan Alp Arslan’ın ölmesiyle Büyük Selçuklu Devleti’nin
başına oğlu Melikşah geçmiş[115] ve
kardeşi Tutuş’u da, Suriye üzerine fetihler yapmak üzere göndermiştir.[116] Tutuş, Büyük Selçuklu Devleti’ni,
matbu tanıyan Mervanoğulları Emirliğine
tabi Diyarbakır bölgesinde bir takım askeri hareketlerde bulunmak suretiyle,
1079 yılı kışını bu bölgede geçirmiştir.[117]
Daha sonra Tutuş, kendisine katılan Kılâboğulları kabilesi kuvvetleri ve Musul
Emiri Müslim ile birlikte Mirdas Emir’i Sâbık’ın yönetimindeki Haleb’e yürüyüp
kuşatmaya başlamıştır. Üç aydan fazla bir süre kuşatma devam ettiği halde,
Halep alınamamıştır. Çünkü Müslim içindeki ulusal duygular nedeniyle kendi
ırkdaşı olan Araplara karşı ciddi olarak savaşmıyordu. Eğer bu ülke Tutuş’un
olursa o zaman buradaki Arap egemenliği sona erer ve Araplar da zelil olur”
demek suretiyle onları kendi tarafına çekmeye çalışır.[118]
Tutuş, kaleleri tek tek teslim alıp, Arapları da dize
getirdikten sonra, Musul ve diğer şehirleri de eline geçirmede muvaffak
olmuştur. Daha sonra Tutuş, Diyarbekir ve Meyyafarikin şehirlerini İbn Mervan’dan
alır.[119]
Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Melik Şah devrinin en
önemli olaylarından biri de, Diyarbekir ve çevresinin, Selçuklu yönetimine
katılması olayıdır. Tarihte Mervanoğulları ile anılan bu bölge, Sultan Tuğrul
devrinden beri Selçuklu Devleti’ne tabi olan Müslüman bir emirliğin yönetimi
altında bulunmaktadır.
Bu bölge XI. yy’da Diyarbekir ve Ahlat olmak üzere,
iki bölgeye ayrılmış olup, Diyarbekir bölümü (Amid) Silvan (Meyyafarikin),
Erzen ve Mardin kentleriyle Siirt, Düneysir (Koçhisar, Koçar Köyü, Kızıltepe) Hasankeyf
(Hısnıkeyfa), Maden, Gölçük, Atak, Ergani, Çermik, Cizre, Savur, Hısnı
Zülkarneyn ve Behmut gibi ilçeleri ve kaleleri içine alıyordu. Ahlat bölümü ise
Ahlat ve Bitlis kentleriyle ilçe ve kaleleri içine almaktaydı. [120]
Nizamuddin Nasr’ın ölümünden sonra (1080), Mervanoğullarının
başına Nasruddevle Mansur geçmiştir. Emir ilk iş olarak Müslüman veziri Ebu
Tahir Enbari’yi azledip, yerine Hıristiyan Ebu Salim’i vezirlik makamına
getirmiştir. Mervanoğulları Selçuklu vasalı olmasına rağmen, Kuzey Irak ve El
Cezire’de bağımsız bir devlet kurmak isteyen, Musul Emiri Müslim ile sıkı ilişkilerde
bulunmuştur. Bu yakın ilişki Diyarbakır’daki Müslüman halk arasında bir takım
huzursuzluk ve şikayetlere yol açmıştır. Mervanlı Emiri’nin vasallık statülerine aykırı hareket ve
tutumda bulunması, Sultan Melik Şah’ın buna karşı tedbir almasını sağlamıştır.[121] Diyarbakır
Emiri Nasruddevle Mansur, bu olaydan sonra Sultan Melik Şahın huzuruna çıkıp,
aman dilemiş ve Sultan Melikşah da kendisine
Diyarbakır ile Meyyafarikin’i (Silvan) bırakabileceğini bildirmiştir. Bunlara
razı olmayan Emir diğer yerleri de teslim etmesi gerektiğini söylemiştir. Bu
cesareti Hıristiyan veziri Ebu Salim’in
“On yıl Dayanabiliriz” sözüne aldanan Mansur, Sultan Melikşah’ın
teklifini kabul etmemiştir. Bu huzursuzluğun sonucunda Diyarbakır halkı başına
gelecekleri bildiği ve Emirden de memnun olmadığından dolayı ayaklanarak 4
Mayıs 1085’de şehri Sultan Melikşah’a teslim etmiştir.[122]
Mervanoğulları 1099-1100 yılları arasında, Türk
emirlerinden Sökmen el-Kutbi tarafından Ahlat Şehri de teslim alınınca,
Mervanoğulları’nın saltanatına da son verilmiştir.[123]
Bu tarihten sonrada Mervanoğulları Devleti de tarih sahnesinden silinmiştir.
SONUÇ
Diyarbakır bölgesi
jeopolitik önem açısından ilk çağlardan bu yana, Akdeniz’i Basra Körfezine,
Karadeniz’i Mezopotamya’ya bağlayan, ayrıca Bitlis ve Van Gölü havzası üzerinde
bulunduğundan, her dönemde önemini koruyan bir merkez olmuştur. İslam öncesi ve
sonrası dönemde özelliğini kaybetmeyen hala günümüzde de bu özelliğini koruyan
bir şehirdir.
Diyarbakır, M.Ö.3000’li
yıllara kadar tarihi yerleşim sürecini dayandıran Dicle’nin ve Fırat’ın
bereketinden faydalanan bir şehir olarak her dönemde karşımıza çıkmaktadır.
Kral yolunun buradan geçmesi doğuyu batıya güneyi kuzeye bağlayan bir
coğrafyaya sahip, bu şehir, etrafı 5 km surlarla çevrili bir kaya üzerinde
kendi heybetini ve özelliğini korumuştur.
Diyarbakır surları, Çin
Seddine nazire yapacak bir şekilde hala görkem ve güzelliğini kaybetmeden hayatını
devam ettirmektedir. Nice devletlerin iştahını kabartan ve siyah taşlardan
örülü bu şehre Kara Amid denmesinde ayrı bir güzelliği olsa gerek. Kral Yolu’nun
denetimini eli altına alan bu şehir, bir çok defa farklı milletler ve devletler
tarafından kuşatılmış ve el değiştirmiştir.
Diyarbakır’da kurulan
devletlerden biri de Mervanoğulları’dır. Mervanoğulları Sünni bir Müslüman olan
Bâd’ın zamanında beyliğin temeli atılmıştır. Şiî Büveyhoğllarına isyan ederek
kurmuş olduğu bu beylik bir asır kadar yaşamıştır.
Diyarbakır’da Bâd’ın ölümünden
sonra beyliğin başına geçen kız kardeşinin oğlu Ebu Ali b. Mervan Hısn Keyfâ’da
380/990’da temellerini attığı devlet, onun babasının adından dolayı Mervanlılar
veya Mervanoğulları diye tanınmıştır. Çok kısa bir zaman dilimi içerisinde
Diyarbakır’a sahip olan Mervanoğlu Ali Hasan Meyyafârikin’i (Silvan) de kendine
başkent yapmıştır. Bazen, Diyarbakır’ı bazen de Meyyafârikin’i başkent olarak
kullanan Mervaniler’in egemenliği, 1085 yılına kadar sürdü. Bu dönemde bölge,
başta Amid ve Meyyafârikin olmak üzere, bayındırlık ve kalkınma hareketlerine
sahne olmuş, halk bolluk ve düzen içerisinde rahat bir hayat sürmüş, bir çok bilim ve sanat adamı bölgede
toplanmıştır.
Diyarbakır bölgesinde
askeri dirlik sistemi hakimdi. Bu bölgede İdareciler ve askerler, Türk ve
Kürtlerden, bürokratlar ve ulema Araplar’dan veya Araplaşmış Kürtlerden,
Sanatkarlar Süryanilerden, Yahudilerden ve az miktarda Ermeni bulunmaktaydı. Bu
dönemde bölgede İmar faaliyetleri, ziraat, eğitim, sanatlar, hatta sağlık
hizmetleri gelişmişti. Çok sayıda medrese, cami, hamam, kervansaray, köprü ve hastanenin
yapıldığı görülmektedir. Selçuklular’a ve Artuklar’a ait sanat eserlerinin bir
çoğu bu zamandan kalmadır. Bölgede çok değerli ilim adamları çıkmıştır.
Diyarbakır’da Mervanoğullarını
rahatsız eden Şiîler, Hıristiyan Rumlar ve Ermeniler’e karşı Selçuklular gelene
kadar yüzyıl boyunca bu bölgede Sunni İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Nasıruddevle
Ahmed’le (1011-1061) iktidarında iyi bir yönetim göstererek tebaasının
sevgisini kazanmıştır. Nasruddevle döneminde etrafında bulunan ve komşu olan
Müslüman devletlerin yardımına koşmaktan geri kalmamıştır. Mervanoğulları’nın
bu gibi mücadelelerinden dolayı Nasıruddevle, Mervaniler’e en parlak
dönemlerini yaşatmıştır. Amid’i önemli bir kültür ve sanat merkezi yapmıştır. Bu
dönemde bölgede Sünni İslam özellikle Şafii mezhebi yaygın bir hale gelmiştir.
Hatta Mervanoğulları bu tarihlerde bastırmış oldukları gümüş paraların üzerine
Ahmed yerine Muhammed ismini özellikle kazdırdığını görmekteyiz. Böylece
ortaçağda büyük bir propaganda aracı olan sikkenin ehemmiyeti de ortaya çıkmış
olacaktır. Hz. Muhammed’in ismini belirtmeye özen gösteren Nasruddevle, bunu
Şiî Büveyhoğulları ve çevresindeki diğer Şiî hanedanlara karşı Sünni İslamlığın
bayraktarlığını yaptığını göstermek için buna başvurmuştur.
Diyarbakır hakimi Nasruddevle kendisi gibi Müslüman olan
Selçukoğlu Tuğrul Bey’in vasalı olmasını tereddütsüz kabul etmesi üzerine,
etrafta bulunan Rafizi ve gayrimüslim unsurlarla uğraşmak için bir dost
bulmasıyla açıklanmalıdır. Sultan Tuğrul Bey zamanından beri Selçuklu Devleti
tebaası olmaları, kendilerinin yüzyıllık hakimiyetlerinde başka bir devletin
emri altına girmemeleri, Mervanoğulları’nın bu Türk devletine bağlılığını
göstermektedir.
Diyarbakır ve çevresine 1042
yılında başlayan Oğuz akınları, önceleri talan ve yağma amacını gütmüşler, daha
sonra 1047 yılından itibaren Türkmenler, Selçukluların görevlendirmeleri ile
Diyarbakır ve Silvan’ı kuşatmış, fakat alamamışlardır. Daha sonra anlaşarak,
birlikte hareketle Dicle ve Fırat havzasına kadar ilerlemişlerdir. Sultan
Melikşah zamanında Mervanoğulları’na ait belli başlı kale ve şehirler uzun
süren kuşatmalardan sonra Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun sınırları içine
katılmıştır.
Diyarbakır bölgesinde
bulunan yerli ahali, bölgenin yeni sahipleri Türkmenlerle karışıp, onların
adlarını aldıkları gibi, Türkmenlerin boy ve oymak teşkilatını da benimseyerek
onlarla birlikte iç ve dış düşmanlara karşı mücadele vermişlerdir. Diğer
taraftan, bölgenin genel valiliğini ise Fahruddevle’ye emanet etmişlerdir.
Fahruddevle, Gevherayin ile birlikte önce Bağdat’da oturan halifeye, daha sonra
da İsfahan’da bulunan Sultan Melikşah’a giderek, fethedilen bölgeler, yeni
kurulan eyalet ve buna bağlı beylikler ve emirlikler hakkında bilgi verecek
kadar bir itimat sağlamıştır. Bu münasebet esnasında Mervanoğlu Emiri
Fahruddevleyi tıpkı bir Türkmen Beyi gibi karşılanmış ve ona hediyeler sunmuştur.
Diyarbakır’da kurulan ve
Selçuklu hakimiyeti altına giren Mervanoğulları, Selçuklu nezdindeki
itibarlarından dolayı Bizanslılar, Türklerle yapacakları barış görüşmelerinde
onların arabuluculuğunu istemek zorunda kalmışlardır. Ayni şekilde Anadolu’da
Bizans egemenliğinin kırılmasıyla sonuçlanan Malazgirt savaşı sırasında da Türk
ordusunun en büyük yardımcısı Diyarbakır bölgesi halkı olmuştur. Saygılarımla
[1] el-Cezire;
Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki topraklara Araplar tarafından verilen ad
olup, Enbâr ile Tekrit’in kuzey kısmıdır. Ceziret-i Ekrûr ve İklim-i Ekrûr
şeklinde zikredilen bölgenin sınırları batıda Malatya (Melitana) kuzeyde ise
Ahlat bölgesine kadar uzanır. Ramazan Şeşen, “Cezire”mad., İA, TDV, C. VII, İstanbul, 1993, s. 509; Belazuri, Fütûhü’l-Büldan, I, Beyrut 1991, s.
187-189; Mustafa Fayda, Hz. Ömer
Zamanında Gayr-i Müslimler, İstanbul 1989, s. 42
[3] Abdurrahim Tufantoz, Mervanoğulları (380/990-478/1085), İstanbul 1994, s. 3-4
(Yayımlanmamış Doktora tezi)
[5] Besim Darkot , "Diyarbakır" mad. İ.A., MEB. III, Eskişehir 1997, s. 601-626; Nejat Göyünç,
“Diyarbakır”mad., İ.A, TDV, s. 464.
[6] İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk yarısında Diyarbakır (1790-1840), TTK., Ankara
1995, s.2-3
[7] M.
Şemseddin Günaltay, Yakın Şark
II, Anadolu (En eski Çağlardan Ahamenişler İstilasına Kadar), TTK., Ankara
1987, s.263 v.d. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarih, s. 27; Türk Ansiklopedisi,
"Hurriler" mad. XIX, s.388 v.d.)
[8] Geniş bilgi için bkz. Ramazan Şeşen, Harran Tarihi, Ankara 1983; Sibel Özbudun, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ankara
2004, s. 192, vd.
[13] Abû’l Farac, a.g.e. I, s. 136; Amid
(Diyarbakır); Constantius döneminde şehri genişletip güzelleştirdi ve buraya Augusta
adını verdi.
[14] Beysanoğlu, a.g.e, s. 85-86; W.M. Ramsey, Anadolu’nun
Tarihi Coğrafyası, (Çev: Mihri Pektaş), İstanbul 1960, s. 345’te geçen şu
ibare buranın 640 yılında Heracius Amida (Dicle nehrinin menbaı civarında)
taraflarından geçerek Fırat nehrini takip ederek Adana ve kuzeye yönelerek
Sebastia (Sivas) döndüğü anlatılır.
[18] Geniş bilgi için bkz. İsmail Yiğit,
“Kuruluşundan Mervaniler Dönemine Kadar Cizre”, Hz. Nuh’tan Günümüze Cizre Sempozyumu, (Yay.Haz. M. Sait Özvarlı),
İstanbul 1999, s. 53-61
[22] İbnü’l Esir, El Kamil Fi’t Tarih Tercümesi, VII, (Çev. Ahmet Ağırakça), İstanbul, 1991, s. 137; Beysanoğlu, s. 110.
[23] Geniş bilgi için bkz. K.V.Zettersteen,
“Büveyhiler”, mad. İA., II, MEB., Eskişehir 1997, s. 843-845
[24] Ali Sevim, “Tarihü Meyyafarikin ve Amid’in
Mervanlılar Bölümü’nün”,”VI. Türk Tarih Kongresi, (Ankara
20-26Ekim1961) Ankara 1967, s.173.
[25] Ali Sevim, “Diyarbekir Bölgesinin Büyük
Selçuklu İmparatorluğuna Katılması”, Atatürk Konferansları, V,
1971-1972, TTK, Ankara 1975, s. 299.
[27] Diyarbakır’da kurulan Mervanoğulları
emirlerinin menşei hakkında kaynaklarda “el-kürdiyye” ifadesi çok izafi
kalmaktadır. Mervanoğulları’nın muasırı olan Arap Ukayl ve Mirdasoğulları ile
ayni kefeye koymaktadır. Ayrıca Mervanoğullarını Sünni, kentli ve tarımıyla,
madenciliğiyle, endüstrisiyle zengin bir ülkenin hükümdarı olarak
tanınmaktadır. Tufantoz, s. 21,108nolu dipnot
[28] Bad
kelimesi; Farsça bir kelime olup, Hava, rüzgar gibi manalara gelmektedir.
(Enasırı Erba’ dediğimiz , Ab, su-Bad, Hava-Hak, toprak-Nar,
ateş) gibi. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe
Ansiklopedik Lûgat, Ankara 1999, s. 61
[29] Harbuhti;
Hâroğulları, Elazığ yöresinde ve diğer yerlerde bu isme rastlamak
mümkündür. Ancak Buht kelimesi Oğul manasına gelir. Ziya Sukun, Farsça-Türkçe Lügat, İstanbul 1984, s.
271.
[30] Kermas;
bazen Kermes şeklinde kaydedilen bu köy günümüzde Bitlis’e bağlı Hizan
ilçesiyle maden arasında bir yer olarak kaynaklarda geçmektedir. Kermas; bazen
Kermes şeklinde kaydedilen bu köy günümüzde Bitlis’e bağlı Hizan ilçesiyle
maden arasında bir yer olarak kaynaklarda geçmektedir. İbn Ezrak, Tarihü’l
Fârikî, s. 59; Tufantoz, s. 21.
[31] Bâz:
Doğan Kuş Şehbaz, Şahin, açık Ser-baz
başı açık- canbaz canı ile oynayan kumarcı
anlamlarına gelmektedir. Ferit Develioğlu, s. 74
[32] İbnül Ezraki, Tarihü’l Fârikîn ve Amid’in Mervanlılar Bölümü’nün
Yayını, isimli çalışmasında detaylı bir şekilde açıklanması ve tahlili
konusunu ve Bedevi Abdullatif Avad tarafından Arapça-İngilizce bir önsözü ile
yayınlamış olduğu Kitab hakkında geniş bilgi için bakınız, Ali Sevim’in, VI.Türk
Kongresi Ankara 20-26 Ekim 1961, s. 172-205
[36] İbn’ü-l Ezrak, Ahmet b. Yusuf b.Ali, Meyyafariki
ve Amid Tarihi (nşr. M. E. Bozarslan), İstanbul 1975, s. 70.
[37] Claude Chan, Osmanlılardan Önce Anadolu
Türk’leri (nşr. Y. Moran). İstanbul 1979, s.33; K.V Zettersteen,.
“Mervaniler”, VII, s. 780.
[38] Rene Basset, “Kürtler” mad. İA, VI,
MEB, Eskişehir 1997, s.1095 (Bu maddenin yeniden gözden geçirilerek yazılması
daha faydalı olacağı kanısındayım); Ayrıca Kürtlerin etnik kimlikleri
hakkında tarihte bir çok araştırmacı yazar farklı görüşlere yer vermişlerdir.
Bunlardan bir kaçı; S. Ahmet Arvasî, Doğu Anadolu Gerçeği, Ankara 1992; Nazmi
Sevgen, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da
Türk Beylikleri (Osmanlı Belgeleri ile
Kürt Türkleri Tarihi), (Yay.haz. Ş.K.Seferoğlu-H.K.Türközü), Türk kültürünü
Araştırma Enstitüsü, Ankara 1982. Mahmut Rişvanlıoğlu, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, İstanbul 1992.
[40] Dipnotta
geçen Ekrad; (Kürd kelimesinin çoğulu) kelimesini açıklayan İbn Ezraki’nin
Meyyafarikin Tarihinin tahkikini yapan Bedevi Abdullatif Avad, şu görüşlere yer
vermiştir.
1-Ekrad: Havazin-oğlu, Bekr-oğlu,
Muaviye-oğlu, Sa’sa-oğlu, Amr-oğlu, Kürde nispet edilen kişilerdir.
2-Ekrad: Bunlar Amir-oğlu Müzeykıya,
Amirin-oğulları diye isimlendirirler.
3-Ekrad: Bunlar Kılab-oğlu, Kusay-oğlu
Abduluzza-oğlu Esed-oğlu, Haris-oğlu, Zübeyir-oğlu, Hamid (Humeyid) denen
Tarık-oğlu Humeyid-oğullarındandır. Bunlar Kevran-oğlları, olan Kevraniler ve
Hezbaniler, Besneviler, Şahincaniler, Lecekler, Leviler, Dembeliler, Ruvadiler,
Deysaniler Hakkariler, Humeydiler, Verkeciler, Mervaniler, Celaliler,
Şembekiler ve Cevbi Kabileleridir. Bu kabileler sayılamayacak kadar çoktur. Bu
kabilelerin tamamı Fariste (İran) ikamet etmektedirler. (Bu bilgileri
Makrizi’nin Suluk isimli kitabının C.I,
s. 3’ten aldığını belirtmektedir.) Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz bu kabilelerin
hepsinin kürd kabileleri değil, Arap kabileleri olduğu tüm tarih kaynaklarında
mevcuttur. İbn Erzak, s. 49
(el-Kerd:
ferd vezninde boyuna denir. Unuk gibi boynun köküne denir. Kürd mastar olur;
davar sürmek manasına veya düşmanın arkasından kovup gitmek manalarına
gelmektedir. El-Kürd kafın zammesiyle insanlardan bir gruptur. El-Kürd’ün
cemisi EKRAD gelmektedir. Bunların cedleri olan Kürd b. Ömer ve
Muzeykıya b. Amir b. Essema ile benamlardır. Burada mütercim şu açıklamayı
yapmayı uygun görmüş Burhan tercümesine müracaat etmek
daha faydalı olur. Kürd mansını diğer bir anlatımda da Debre mansınadır ki
tarladan bir kıta-i ile mahduddur. Türklerde bir evlek mansına gelmektedir. Bir
dönümden az olan bostanlara denmektedir.) Ebu Tahir Muhammed b. Yakup eş-Şirazi
el-Firuzabadi, Kamus Tercümesi, (Ter:
Asim Efendi), C.II, Bahriye Matbaası, İstanbul 1305, s. 6. Ekrad
kelimesi: Tarihü’l İbn Verdi C.I, s.
96 da bahsettiğine göre “İranlılardan bir çok grup vardır. Onlardan bir tanesi
dağlarda yaşayan Deylemliler dir ki dağların eteğinde yaşayan veya Acemlilerin
köylüleri olduklarını söylerler” Ayrıca Farslardan bir grupta kürdlerdir.),
Müterci Asım Efendi, Burhan-ı Katı,
(Haz: M. Öztürk-D. Örs), Ankara 2000, s. 468 sayfadaki açıklamaya göre KURD:
kelimesinin dört anlamı bulunmaktadır. 1-Kurd, Burd veznindedir. Bu isimle
maruf daği taifedir. Zahhak-i Seffak’in omuzlarında çıkan yılanlara tame için
rûz-i merre mutfağına tayin olunan iki adamın birini Kirmail nam şehzade ki
aşçıbaşısı idi, hafiyeten azat edip kûh-i Demavend’e kaçırmakla onlar bir
başkaca bir kavim olmuşlar idi. Hala kürt taifesi onların zürriyetlerindendir.
2- o zemindir ki ziraat için islah olunup etrafı hendek kesilmiş ola. Mezru
tarlaya da denir. Hususen çeltik veya sebze ekilip bostan ola. 3- Göl talab
manasınadır. Arabide şemer denir. Su ambarına ve masna’ya da denir. 4- Çoban,
ra’i mansınadır.” Zehebi, Murucuz-Zeheb ve Meadinil Cevher, II,
s.122-123; Kürt cinsleri ve çeşitlerini başlangıçları noktasında insanlar
değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı bunların Rebia b. Nezar b. Ma’d
b. Adnandan olduklarını savunmuştur. Buna göre çok eski zamanlarda bunlar tek
başlarına kalmışlardır. Dağlara ve vadilere sığınmışlardır. Onları buna götüren
şey sertlikti. Oradan şehirlerde ve mamur yerlerde yaşayan Acem ve Farslara
komşu olmuşlar ve onların lisanlarından etkilenmişler ve dilleri Acemce
olmuştur. Ancak her Kürt çeşidine özel bir Kürtçe vardır. Kimi insanlarsa
onların Mudar b. Nizardan geldiğini söylemiştir. Onlar Kürt b. Mürd b. Sasaa b.
Hevazim’dendir. Çok eski dönemlerde Gassan ile kendileri arasındaki kanlı
hadiseler sebebiyle tek başlarına kalmışlardır. Diğer bir görüş ise onlar Rabia
ve Mudar’dandır. Su ve otlak aramak için dağlara sığınmışlar ve komşu oldukları
diğer milletlerden etkilenerek Arapça’dan uzaklaşmışlardır. Kürtler hakkında
başka ve farklı görüş vardır ki bu da şu şekildedir. “Süleyman b. Davud’un
cariyelerine ilhak etmiştir. Buna göre Süleyman (a.s) mülkü selbedilip, münafık
cariyeler üzerine cesed adındaki şeytan musallat olmuştur. Allah mü’min
olanları ondan korumuştur. Münafık cariyeler ise O şeytanın peşine
düşmüşlerdir. Allah mülkü Süleyman’a tekrar verince bu cariyeler şeytandan
hamile kaldıkları çocukları doğurmuşlar. Bunun üzerine Hz. Süleyman bunları
dağlara ve vadilere sürün demiştir. Onları anaları terbiye etmiş ve kendi
aralarında evlenip, nesilleri çoğalmış, işte bu Kürtlerin nesebinin
başlangıcıdır. Burada Mesudu kendi fikrini belirterek doğru olan bizce;
Kürtlerin rabia b. Nezzar Arap soyundan gelişidir. Ancak kufe ile Basra
arasında ki yerlerde yaşayan Şuhcan Kürtleri ve diğer Arap kabileleriyle Beni
rabia karışımı özellikle Beni Mudar ve Rabia karışımı ortay çıkmışlardır.” İbn
Verdî, Tarihu’l İbn Verdî, I, s. 96;
İranlılardan bir çok gruplar vardır, onlardan bir tanesi dağlarda yaşayan
Deylemliler dağların eteğinde yaşayan siviller vardır. Farslardan bir grupta
Kürtlerdir. Bunlar Şehri Zûr dağlarında yaşarlar. Kürdlerin aslen Araplardan
geldikleri halde sonra Nebatlaştırılmıştır. Yine Kürtlerin Acemlerin köylüleri
olduklarını söylerler.” Yakut el-Hamevi, Mu’cemu’l
Bûldan, IV, s. 510, Kürd tekil kelimedir. Çoğulu Ekraddır. Ekrad bir kabile
adıdır. Ayrıca bir Kürd şehrinin de olduğu söylenir. Bu şehir Buyer adı verilen
bir köydür. Ayrıca İstahri’nin kitabında Kürd’ün Eberkat şehrinden daha büyük bir şehir
olduğu, bu şehirde fiyatlar daha düşük ve çok sayıda köşk vardır. Kerder şehri
de Harzem Türk bölgelerinden biridir. Bunların dili ne Harzemce’dir, ne de
Türkçe olmayan başka bir dili vardır.” İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Büyük İslam Tarihi, (Çev: Mehmet Keskin), I,
İstanbul 1994, s.208; Hz. İbrahim
düşmanları tarafından ateşe atılırken mancınık yapılması emredilmiş bu görevi
Kürdlerden Heyzan isminde biri yapmıştır. Şeklinde bir ifade bulunmaktadır.
[41] İbn Haldun, Ebu Zeyd Abdurrahman, Tarih-ü İbn Haldun (Unvânü’l-İber ve Divân
el-Mübtedai ve’l-Haber), IV, ? 1981, 410.
[43] Aduddevle (Azud al-davla, Fenna Hosrav Abû Şuca
b. Rukn al-davla) (936-983) Büveyhi sultanlarından biridir, M.Selıgsohn,
“Aduddevle” mad. İA., I, MEB, Eskişehir 1997, s.142-143.
[44] Meyyafarikin: Diyarbekir’in Kuzeydoğusunda
olan bir şehirdir. Bu gün Silvan adını taşımaktadır.V.Minorsky, “Meyyafarikin”
mad. İA., VIII, MEB., Eskişehir 1997, s. 198 vd.
[45] Samsâm-üd-devle (Şamşam al-davla, Abu Kalicar
al-Mazruban, (962-998) Büveyhilerden Azud al-Davla’nin oğludur. K.V
Zettersteen,. “Samsam-üd-devle”, mad. IA. X, MEB.,Eskişehir 1997, s.169.
[60] İbn Erzak, s. 56, Dipnotta: Nucumu’z-Zahire,
V, s. 157’den naklettiğine göre Lekek veya Kek’in Mervan b. Kırsa olarak isminin geçtiğini
nakletmektedir.
[61] Hasankeyf;
Diyarbekir ile Dicle arasında en eski yerleşim yerlerinden biridir. Besim
Darkot, “Hısn Keyfa” , mad. İA., V/I, MEB, Eskişehir 1997, s. 452-454
[64] Urfalı Mateos, Vekayi-Nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162),
(Çev: Hrnat D. Andreasyan), TTK, Ankara 1987 s. 532’te yaptığı açıklamada
Meyyafarikinde oturan büyük Arap emiri Nasruddevle’nin bulunduğunu ve Merva’nın
oğlu, Ebu Nasruddevle Mervan soyundan, Diyarbakır (Amid), Meyyafarikin,
Hısnıkeyfa ile bir çok yerleri Hamdanilerden sonra hakim olmuştur. Malazgirt,
Hılat ve Arceş şehirleri ile Van gölünün şimali şarkisinde bulunan bütün
bölgeleri de aldığını ifade etmektedir.
[81] Erzen;
Doğu Anadolu’da bir şehir olup, doğusunda Siirt batısında Meyyafarikin (Silvan)
bulunmaktadır. Streck, (Arif Erzen), “Erzen” mad. İA., IV, MEB.,
Eskişehir 1997, s.337-338.
[91] Azimî Tarihi, (Selçuklular Dönemiyle İlgili
Bölümler: H. 430-538), (Çev:A. Sevim), TTK., Ankara 1988, s. 6; Mehmet
Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi,
TTK, Ankara 1989, 240.
[92] İbn Haldun, IV, s. 413; M.Altay Köymen,
Anadolunun Fethi, 1961 yılı Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Ankara 1962,
s. 90.
[94] İmadaddin Alkatib el-İsfahani, İrak ve Horasan Selçuklular Tarihi,
(Çev: Kıvameddin Burslan), İstanbul 1943, s. XLV
[101] Selçuklularla ilgili geniş bilgi için bkz.
Ahmed b. Mahmud, Selçuk-Name,
I-II, (Haz. Erdoğan Meçil ), İstanbul
1977.
[109] A. Sevim-E. Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi (Siyaset, Teşkilat ve Kültür), TTK.,
Ankara 1995, s. 36-37
[113] Geniş Bilgi için bkz: Faruk Sümer-Ali Sevim, İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı,
TTK., Ankara 1988
[121] A.Sevim Yaşar Yücel,Türkiye Tarihi, Fetih,
Selçuklu ve Beylikleri Dönemi.Ankara 1989, s.87, 90
[122] İbnü’l-Adîm, Bugyetü’t-taleb fî Tarihi
Haleb, Selçuklular Tarihi, (Çev: A.Sevim), Ankara 1989, s. 75; Sevim
-Yücel,Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikleri Dönemi, s. 203
0 yorum:
Yorum Gönder