Prof. Dr. Mehmet Azimli
Değerlendirme
Yazar kitabını üç ana bölümde
incelemiştir. Bu bölümler kendi ifadesi ile “Hilafet ve İslam” “Hükümet ve
İslam” “Tarihte Hükümet ve Hilafet” adlı bölümlerden oluşmaktadır. Bölümlere
her ne kadar bu başlıklar atılmışsa da yazar kitapta bu başlıklara riayet
etmemiştir. Örneğin; son bölümdeki başlığın içeriği, adeta ilk bölümde
anlatılmıştır.[1]
Kitabı dikkatle okuyan bir okuyucu,
çok düzensiz, hangi bilginin nerede geleceği belli olmayan, neyin anlatıldığı
tam anlaşılamayan, birçok çelişki barındıran bir kitap üslubuyla karşılaşır.
Kitap ne kadar dikkatle okunursa okunsun, yazarın ne demek istediği net bir
şekilde anlamak hayli zordur. Yazar, kitabında akademik bir teknik kullanmamış,
hemen hemen hiçbir referansı tam olarak vermemiştir. Kitap adeta bir gazeteci
üslubuyla çalakalem yazılmış, düzensiz fikirler yığını şeklinde
oluşturulmuştur. Belki de kitabın en büyük problemi anlaşılma sorunudur
diyebiliriz. Bundan dolayı ortaya koyduğu bir fikir, vardığı bir sonuç belli
olmamaktadır. Bir de bunlara yazarın kışkırtıcı bir üslup kullanması eklenince
kitap için “problem yumağı bir kitap!” diyebiliriz.
Yazar kitabına hilafeti tanımlamakla
başlar ve hilafetin güç dayanaklarını sorgular. Halifenin güç dayanaklarını
sorgularken verdiği örnekleri genelde saltanat döneminin kötü örneklerinden
seçmiştir.[2] Yazarın
eser boyunca yaptığı en büyük yanlışlardan biri, saltanatın kötü örneklerinden
yola çıkarak hilafeti suçlamasıdır. Yani saltanat dönemlerinin kötü örneklerini
vererek faturasını hilafete çıkartmaktadır. Bir anlamda yazarın yaptığı şey,
Hz. Ali’nin dediği gibi “Doğru sözle
yanlış hükme varmak”tır.[3] Tarihteki
saltanatın zulmünü anlatarak Müslümanların yönetim konusundaki hükmünün bu
olduğunu savunmak ne kadar gerçeği yansıtabilir?
Yazar, hilafet konusunda haklı olarak
şunu iddia eder: “Kur’an’da Fatiha’dan Nas’a kadar dinle ilgili her şey izah
edilmiştir, fakat hilafet kesinlikle söz konusu edilmemiştir.”[4] Bu
doğrudur. Fakat buradan hareketle tarihte ortaya konulan hilafetin bir yönetim
biçimi olmadığını çıkarmak; yazarın bir diğer hatasıdır.
Yazar, yönetim konusundaki hadislerin
içeriğinin boşaltılarak anlamlarının değiştirildiğini belirttikten sonra, bu
konuda getirilen delillere karşı çok anlaşılmaz bir yorum getirir ve “Fakirlere
yardım etmeyi İslam emretmektedir. Fakat bunun için ille de fakir bulmak mı
gerekir?”[5] şeklinde
sorar. Buradan da yola çıkarak “yönetimden söz eden naslardan mutlaka bir
yönetim kurmak gerekmez.” sonucuna varır. Benzer akıl yürütmeleri, Kur’an’da ki
diğer bazı emirler için de geçerli olduğunu belirterek yapar.[6] Öncelikle
şunu belirtelim ki; fakirlik tarihsel bir gerçektir. Tarihin her döneminde
olmuştur. İslam ise vakıalarla ilgili hükümler koyan bir dindir. Bu anlamda
yazarın böyle akıl yürütmesini anlamak mümkün değildir.
Yazar, sultanların zulmünden dolayı
siyaset ilminin gelişmediği, her dönemde halifelerin katledildiği gibi doğru
önermelerden yola çıkarak; tarihte hilafet konusunda icmanın olmadığını
savunur. Hilafette icmanın olmadığı konusunda bir kısım Haricileri ve Şia’yı delil alarak icmanın
gerçekleşmediğini belirtirken, şu nuansı gözünden kaçırmaktadır: Tarihte
hilafete muhalefet edenlerin çoğu hilafeti yok farz etmemişlerdir. Mevcuda itiraz
ile hilafeti ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu anlamda mevcut halifeye isyan
edenleri yönetimi yok farz etmek olarak tanıtmak yanlıştır. Bu anlamda hilafete
karşı ayaklanmaları esas alarak yapılan bir itiraz doğru değildir.
Benzer bir yanlışlık, yazarın tarih
boyunca sukuti icmanın oluştuğunu, kan ve kafatasları üzerinde zorla biat
alındığını, biat etmeyenlerin kılıçla tehdit edildiğini, bunun Irak’ın başına
İngilizlerin geçirdiği kukla lider Faysal’ın liderliğine benzediğini belirterek
Muaviye’nin oğlu Yezid’e aldığı biatı bu konuda misal
verir.[7]
Abdurrazık’ın verdiği misaller doğrudur. Hatta biz tarihimizden daha acı, daha
kötü örnekler verebiliriz. Ama buradan yola çıkarak yönetim konusunda icma
oluşmadığını iddia etmek kanaatimizce mümkün değildir. Öncelikle şunu belirtmek
gerekir; suskunluk içinde olanlar için “hilafeti reddediyorlar!” şeklinde bir
iddiada bulunmanın oldukça yanlış bir düşünce olduğu kanaatindeyiz.
Yazar hilafet kurumunun dinsel açıdan
değil, siyaset açısından da faydasız olduğunu ileri sürerek bütün dünyanın bir
hükümete tabi olmasının mümkün olmadığını ve İslam’ın yaşaması için ne halifeye
ne de hilafete ihtiyaç olduğunu, zaten zorunlu olmayan bu müessese yüzünden
Müslümanların başına gelmedik belalar kalmadığını, bu kurumun hep felaket ve
şer kaynağı olduğunu[8] belirterek
alimlerin özenle birbirinden ayırdıkları hilafet ve saltanatı, özenle
birbirinin aynı olduğunu ortaya koyup saltanatın yaptığı zulümleri gündeme
getirerek suçu hilafete yüklemiştir. Adeta İslam’ın siyasi yönü denilince
Abdurrazık’ın aklına hep saltanat gelmiştir denilebilir. Yazar gerçi hilafeti
ilk başından itibaren suçlasa da ilk üç halifenin güç kullanmadığını zorunlu
olarak kabul edişi, satır aralarından sezilmektedir.[9]
Yazar kitabının daha sonraki
bölümlerinde peygamberin ancak bir peygamber olduğunu, hükümdar olmadığını,
devlet kurmadığını, tebliğci olduğunu belirterek; eğer devlet kurduysa niçin bu
devletin kurumlarının oluşmadığını, yargı sisteminin olmadığını, eğer varsa bu kadar
kapalılık ve muğlaklık, belirsizlik niyedir? şeklinde sormaktadır.[10] Yazar bu
sorusuyla devlet tecrübesi olmayan bir milletten yeni kurulan siyasi birliği
için bütün kurumları oturmuş bir devlet yapısı beklemektedir ki yanlıştır.
Kaldı ki Medine’deki yapılanmayı da iyi düşünmek gerekir.
Yazar, Kur’an’dan ayetler delil
getirerek peygamberin bir devletinin olmadığını ispatlamaya çalışır. Peygamber
hakkındaki “sen onların üzerlerinde zorlayıcı (cebbar) değilsin.” “Sen
onların üzerlerinde bekçi (hafız) değilsin,” “sen onlara vekil değilsin.”
gibi sıfatlardan ve “sen tebliğcisin!” “sen müjdecisin ve uyarıcısın, apaçık
tebliğcisin!” gibi ayetlerde geçen peygamberlerin görevlerinden yola
çıkarak onun devlet başkanı olarak görevlendirilmediğini belirtir.[11] Bu ifadelerden
yazarın ya ayetleri tam algılayamadığını ya da önyargılı olduğunu insan
düşünmeden edemiyor. Eğer yazar sözlerinde samimi ise, aktardığı ayetlerden
böyle bir sonuca varması, onun Kur’an bilgisinin çok eksik olduğunu da
gösterir. Bu ayetlerde her okuyanın anlayacağı üzere; onun tebliğ metoduyla
ilgili yöntemler verilmektedir. Yine Hz. Peygamber’in devlet başkanı olmadığını
ispat için getirdiği peygamberin önünde titreyen bir adama “rahat ol ben ne
kralım ne zorbayım. Mekke’de kurutulmuş ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” diye
seslenmesi olayından yola çıkarak böyle bir sonuca varması çok garip bir
çıkarımdır. Hz. Peygamber’in burada mütevaziliği ve krallar ve zorbalar gibi
olmadığını anlatması izaha gerek duyulmayacak şekilde apaçık ortadadır.
Yazar “eğer peygamber devlet başkanı
olsaydı kendinden sonrası için muhakkak ki yerine birini bırakır ve sahabenin
boğaz boğaza gelmelerine imkan vermezdi.” demektedir.[12]
Halbuki Hz. Peygamber’in yerine kimseyi bırakmamasının birçok gerekçesi vardır.
En başta bu işin bir kural olmaması ve halkın seçtiği bir kimsenin başa
geçmesini istediğinden bir kişiyi yerine bırakıp dayatmada bulunmamıştır.[13]
Abdurrazık, Hz. Peygamber’in başta
Medine sözleşmesi olmak üzere yaptığı antlaşmaları, savaşları, ittifakları göz
ardı ederek, o dönemdeki oluşumun sadece dini bir birlik olduğunu, ne hükümet
ne devlet ne de siyasi birlik olabileceğini belirterek peygamber’in de ancak
bir dini lider olduğunu aktarmaktadır.[14]
Mahkemede de “Allah için devlet gibi dünyevi işlerin ehven olduğunu belirterek,
bu işler için peygamber göndermeye değmez.” demektedir.[15]
Buna ilave olarak Hz. Peygamber’in konuyla hiç ilgisi olmayan hurma aşılaması
meselesindeki “siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz!”[16]
hadisini de kendine göre yorumlayarak onun ancak ruhani bir lider olduğunu
ortaya koymaya çalışır. Ancak yazar, bu iddialarda bulunmakla beraber kitabının
başka bir yerinde bu iddiaları çürüterek Hz. Peygamber’in cihadı İslam
devletini kurmak için yaptığını belirtmektedir.[17]
Hz. Peygamber’in siyasi bir otoriteye
sahip olmadığı ve peygamber zamanında kurulan birliğin siyasi değil, dini bir
birlik olduğu iddiası pek gerçekçi olmayan bir iddia görünümündedir.[18] Bu iddia,
o dönem din-siyaset ilişkileri tam düşünülmeden varılan bir sonuç olsa
gerektir. Hz. Peygamber, on yıl Medine’de nasıl bir aygıtın başındaydı? Onu
takip edenler ne yaptı? Bu sorular muğlak bırakılmıştır.
Yazar, özetle hilafet yönetiminin
dinin temelleriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını Müslümanların dinin
emirlerini uygulamak için hiçbir siyasal ve iktisadi sistem oluşturmalarının
amaçlanmadığını, İslam’ın Müslümanları bu sistemin niteliğini belirlemede
serbest bıraktığını ve onlara bu konuda tartışma ve görüş bildirme özgürlüğü
verdiğini söylemeye çalışmaktadır.
Yazarın en büyük çıkmazı saltanatla
hilafeti bir birine karıştırarak saltanatın yaptığı bütün kötülükleri hilafete
yüklemesidir. Aslında birçok yerde doğru ifadeler kullanmışken ve bu görüşler
tarihi ve dini gerçeklere dayanıyorken[19]
bu ifadelerden yola çıkarak vardığı bir kısım sonuçlar açısından hatalı olduğu
görüşündeyiz.
Biz bu konudaki kanaatimizi
bildirerek sözü noktalamak istiyoruz: İslam yönetim biçimi konusunda bir nas
ortaya koymamış, sadece ana ilkeler belirleyerek bu ilkeler çerçevesinde
insanların istedikleri yönetim tarzını seçebileceklerini belirtmiştir. Bu
anlamda hilafet düzeni denilen bir yönetim İslam’da emredilmemiştir. Hilafet
sahabenin dini referans alarak ortaya koymaya çalıştıkları fakat tam
kurumsallaşamadan saltanatçı güçler tarafından ortadan kaldırılmış bir kurumdur.
Bu anlamda Müslümanları bağlayıcı bir
yönü de yoktur. Çünkü hilafet, dini bir kurum değil, fakat dini referanslara
dayalı o döneme uygun sahabenin uyarladığı bir kurumdur. Böyle bir kurum ve
yapı, Hz. Peygamber ve dört halife döneminde realite olarak ortaya koyulmuş ve
birçok eksiği ile tarihteki yerini almıştır. Bu anlamda eksiklerden yola
çıkarak böyle bir yapıyı inkar etmek bilimsel olarak yanlıştır.
Kitabın belki de en büyük faydası,
din-devlet ilişkileri konusunda İslam tarihinin en büyük literatürüne
kavuşmasına sebep olmasıdır. Çünkü kitabın yayınlanmasının hemen akabinde yirmi
beş tane reddiye yazılmış, hala da günümüzde yazarın iddiaları konusunda olumlu
olumsuz telifler yapılmaktadır.
[1] Abdurrazık, 113 vd.
[2] Abdurrazık, 118.
[4] Abdurrazık, 117.
[5] Abdurrazık, 125.
[6] Abdurrazık, 126.
[7] Abdurrazık, 131.
[8] Abdurrazık, 129.
[9] Binder, 223.
[10] Abdurrazık,150.
[11] Bkz.Enam, 107; Kaf,
45; İsra, 105; ⁄aşiye, 21,22.
[12] Abdurrazık, 172.
[14] Abdurrazık, 171.
[15] Ammara, 99.
[16] Müslim, Fedail, 141.
[17] Abdurrazık, 148.
0 yorum:
Yorum Gönder