30 Haziran 2017 Cuma

Bir Yasaklı Kitabın Hikayesi-III

Prof. Dr. Mehmet Azimli
Değerlendirme
Yazar kitabını üç ana bölümde incelemiştir. Bu bölümler kendi ifadesi ile “Hilafet ve İslam” “Hükümet ve İslam” “Tarihte Hükümet ve Hilafet” adlı bölümlerden oluşmaktadır. Bölümlere her ne kadar bu başlıklar atılmışsa da yazar kitapta bu başlıklara riayet etmemiştir. Örneğin; son bölümdeki başlığın içeriği, adeta ilk bölümde anlatılmıştır.[1]

Kitabı dikkatle okuyan bir okuyucu, çok düzensiz, hangi bilginin nerede geleceği belli olmayan, neyin anlatıldığı tam anlaşılamayan, birçok çelişki barındıran bir kitap üslubuyla karşılaşır. Kitap ne kadar dikkatle okunursa okunsun, yazarın ne demek istediği net bir şekilde anlamak hayli zordur. Yazar, kitabında akademik bir teknik kullanmamış, hemen hemen hiçbir referansı tam olarak vermemiştir. Kitap adeta bir gazeteci üslubuyla çalakalem yazılmış, düzensiz fikirler yığını şeklinde oluşturulmuştur. Belki de kitabın en büyük problemi anlaşılma sorunudur diyebiliriz. Bundan dolayı ortaya koyduğu bir fikir, vardığı bir sonuç belli olmamaktadır. Bir de bunlara yazarın kışkırtıcı bir üslup kullanması eklenince kitap için “problem yumağı bir kitap!” diyebiliriz.
Yazar kitabına hilafeti tanımlamakla başlar ve hilafetin güç dayanaklarını sorgular. Halifenin güç dayanaklarını sorgularken verdiği örnekleri genelde saltanat döneminin kötü örneklerinden seçmiştir.[2] Yazarın eser boyunca yaptığı en büyük yanlışlardan biri, saltanatın kötü örneklerinden yola çıkarak hilafeti suçlamasıdır. Yani saltanat dönemlerinin kötü örneklerini vererek faturasını hilafete çıkartmaktadır. Bir anlamda yazarın yaptığı şey, Hz. Ali’nin dediği gibi “Doğru sözle yanlış hükme varmak”tır.[3] Tarihteki saltanatın zulmünü anlatarak Müslümanların yönetim konusundaki hükmünün bu olduğunu savunmak ne kadar gerçeği yansıtabilir?
Yazar, hilafet konusunda haklı olarak şunu iddia eder: “Kur’an’da Fatiha’dan Nas’a kadar dinle ilgili her şey izah edilmiştir, fakat hilafet kesinlikle söz konusu edilmemiştir.”[4] Bu doğrudur. Fakat buradan hareketle tarihte ortaya konulan hilafetin bir yönetim biçimi olmadığını çıkarmak; yazarın bir diğer hatasıdır.
Yazar, yönetim konusundaki hadislerin içeriğinin boşaltılarak anlamlarının değiştirildiğini belirttikten sonra, bu konuda getirilen delillere karşı çok anlaşılmaz bir yorum getirir ve “Fakirlere yardım etmeyi İslam emretmektedir. Fakat bunun için ille de fakir bulmak mı gerekir?”[5] şeklinde sorar. Buradan da yola çıkarak “yönetimden söz eden naslardan mutlaka bir yönetim kurmak gerekmez.” sonucuna varır. Benzer akıl yürütmeleri, Kur’an’da ki diğer bazı emirler için de geçerli olduğunu belirterek yapar.[6] Öncelikle şunu belirtelim ki; fakirlik tarihsel bir gerçektir. Tarihin her döneminde olmuştur. İslam ise vakıalarla ilgili hükümler koyan bir dindir. Bu anlamda yazarın böyle akıl yürütmesini anlamak mümkün değildir.
Yazar, sultanların zulmünden dolayı siyaset ilminin gelişmediği, her dönemde halifelerin katledildiği gibi doğru önermelerden yola çıkarak; tarihte hilafet konusunda icmanın olmadığını savunur. Hilafette icmanın olmadığı konusunda bir kısım Haricileri ve Şia’yı delil alarak icmanın gerçekleşmediğini belirtirken, şu nuansı gözünden kaçırmaktadır: Tarihte hilafete muhalefet edenlerin çoğu hilafeti yok farz etmemişlerdir. Mevcuda itiraz ile hilafeti ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu anlamda mevcut halifeye isyan edenleri yönetimi yok farz etmek olarak tanıtmak yanlıştır. Bu anlamda hilafete karşı ayaklanmaları esas alarak yapılan bir itiraz doğru değildir.
Benzer bir yanlışlık, yazarın tarih boyunca sukuti icmanın oluştuğunu, kan ve kafatasları üzerinde zorla biat alındığını, biat etmeyenlerin kılıçla tehdit edildiğini, bunun Irak’ın başına İngilizlerin geçirdiği kukla lider Faysal’ın liderliğine benzediğini belirterek Muaviye’nin oğlu Yezid’e aldığı biatı bu konuda misal verir.[7] Abdurrazık’ın verdiği misaller doğrudur. Hatta biz tarihimizden daha acı, daha kötü örnekler verebiliriz. Ama buradan yola çıkarak yönetim konusunda icma oluşmadığını iddia etmek kanaatimizce mümkün değildir. Öncelikle şunu belirtmek gerekir; suskunluk içinde olanlar için “hilafeti reddediyorlar!” şeklinde bir iddiada bulunmanın oldukça yanlış bir düşünce olduğu kanaatindeyiz.
Yazar hilafet kurumunun dinsel açıdan değil, siyaset açısından da faydasız olduğunu ileri sürerek bütün dünyanın bir hükümete tabi olmasının mümkün olmadığını ve İslam’ın yaşaması için ne halifeye ne de hilafete ihtiyaç olduğunu, zaten zorunlu olmayan bu müessese yüzünden Müslümanların başına gelmedik belalar kalmadığını, bu kurumun hep felaket ve şer kaynağı olduğunu[8] belirterek alimlerin özenle birbirinden ayırdıkları hilafet ve saltanatı, özenle birbirinin aynı olduğunu ortaya koyup saltanatın yaptığı zulümleri gündeme getirerek suçu hilafete yüklemiştir. Adeta İslam’ın siyasi yönü denilince Abdurrazık’ın aklına hep saltanat gelmiştir denilebilir. Yazar gerçi hilafeti ilk başından itibaren suçlasa da ilk üç halifenin güç kullanmadığını zorunlu olarak kabul edişi, satır aralarından sezilmektedir.[9]
Yazar kitabının daha sonraki bölümlerinde peygamberin ancak bir peygamber olduğunu, hükümdar olmadığını, devlet kurmadığını, tebliğci olduğunu belirterek; eğer devlet kurduysa niçin bu devletin kurumlarının oluşmadığını, yargı sisteminin olmadığını, eğer varsa bu kadar kapalılık ve muğlaklık, belirsizlik niyedir? şeklinde sormaktadır.[10] Yazar bu sorusuyla devlet tecrübesi olmayan bir milletten yeni kurulan siyasi birliği için bütün kurumları oturmuş bir devlet yapısı beklemektedir ki yanlıştır. Kaldı ki Medine’deki yapılanmayı da iyi düşünmek gerekir.
Yazar, Kur’an’dan ayetler delil getirerek peygamberin bir devletinin olmadığını ispatlamaya çalışır. Peygamber hakkındaki “sen onların üzerlerinde zorlayıcı (cebbar) değilsin.” “Sen onların üzerlerinde bekçi (hafız) değilsin,” “sen onlara vekil değilsin.” gibi sıfatlardan ve “sen tebliğcisin!” “sen müjdecisin ve uyarıcısın, apaçık tebliğcisin!” gibi ayetlerde geçen peygamberlerin görevlerinden yola çıkarak onun devlet başkanı olarak görevlendirilmediğini belirtir.[11] Bu ifadelerden yazarın ya ayetleri tam algılayamadığını ya da önyargılı olduğunu insan düşünmeden edemiyor. Eğer yazar sözlerinde samimi ise, aktardığı ayetlerden böyle bir sonuca varması, onun Kur’an bilgisinin çok eksik olduğunu da gösterir. Bu ayetlerde her okuyanın anlayacağı üzere; onun tebliğ metoduyla ilgili yöntemler verilmektedir. Yine Hz. Peygamber’in devlet başkanı olmadığını ispat için getirdiği peygamberin önünde titreyen bir adama “rahat ol ben ne kralım ne zorbayım. Mekke’de kurutulmuş ekmek yiyen bir kadının oğluyum!” diye seslenmesi olayından yola çıkarak böyle bir sonuca varması çok garip bir çıkarımdır. Hz. Peygamber’in burada mütevaziliği ve krallar ve zorbalar gibi olmadığını anlatması izaha gerek duyulmayacak şekilde apaçık ortadadır.
Yazar “eğer peygamber devlet başkanı olsaydı kendinden sonrası için muhakkak ki yerine birini bırakır ve sahabenin boğaz boğaza gelmelerine imkan vermezdi.” demektedir.[12] Halbuki Hz. Peygamber’in yerine kimseyi bırakmamasının birçok gerekçesi vardır. En başta bu işin bir kural olmaması ve halkın seçtiği bir kimsenin başa geçmesini istediğinden bir kişiyi yerine bırakıp dayatmada bulunmamıştır.[13]
Abdurrazık, Hz. Peygamber’in başta Medine sözleşmesi olmak üzere yaptığı antlaşmaları, savaşları, ittifakları göz ardı ederek, o dönemdeki oluşumun sadece dini bir birlik olduğunu, ne hükümet ne devlet ne de siyasi birlik olabileceğini belirterek peygamber’in de ancak bir dini lider olduğunu aktarmaktadır.[14] Mahkemede de “Allah için devlet gibi dünyevi işlerin ehven olduğunu belirterek, bu işler için peygamber göndermeye değmez.” demektedir.[15] Buna ilave olarak Hz. Peygamber’in konuyla hiç ilgisi olmayan hurma aşılaması meselesindeki “siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz!”[16] hadisini de kendine göre yorumlayarak onun ancak ruhani bir lider olduğunu ortaya koymaya çalışır. Ancak yazar, bu iddialarda bulunmakla beraber kitabının başka bir yerinde bu iddiaları çürüterek Hz. Peygamber’in cihadı İslam devletini kurmak için yaptığını belirtmektedir.[17]
Hz. Peygamber’in siyasi bir otoriteye sahip olmadığı ve peygamber zamanında kurulan birliğin siyasi değil, dini bir birlik olduğu iddiası pek gerçekçi olmayan bir iddia görünümündedir.[18] Bu iddia, o dönem din-siyaset ilişkileri tam düşünülmeden varılan bir sonuç olsa gerektir. Hz. Peygamber, on yıl Medine’de nasıl bir aygıtın başındaydı? Onu takip edenler ne yaptı? Bu sorular muğlak bırakılmıştır.
Yazar, özetle hilafet yönetiminin dinin temelleriyle hiçbir ilgisinin bulunmadığını Müslümanların dinin emirlerini uygulamak için hiçbir siyasal ve iktisadi sistem oluşturmalarının amaçlanmadığını, İslam’ın Müslümanları bu sistemin niteliğini belirlemede serbest bıraktığını ve onlara bu konuda tartışma ve görüş bildirme özgürlüğü verdiğini söylemeye çalışmaktadır.
Yazarın en büyük çıkmazı saltanatla hilafeti bir birine karıştırarak saltanatın yaptığı bütün kötülükleri hilafete yüklemesidir. Aslında birçok yerde doğru ifadeler kullanmışken ve bu görüşler tarihi ve dini gerçeklere dayanıyorken[19] bu ifadelerden yola çıkarak vardığı bir kısım sonuçlar açısından hatalı olduğu görüşündeyiz.
Biz bu konudaki kanaatimizi bildirerek sözü noktalamak istiyoruz: İslam yönetim biçimi konusunda bir nas ortaya koymamış, sadece ana ilkeler belirleyerek bu ilkeler çerçevesinde insanların istedikleri yönetim tarzını seçebileceklerini belirtmiştir. Bu anlamda hilafet düzeni denilen bir yönetim İslam’da emredilmemiştir. Hilafet sahabenin dini referans alarak ortaya koymaya çalıştıkları fakat tam kurumsallaşamadan saltanatçı güçler tarafından ortadan kaldırılmış bir kurumdur.
Bu anlamda Müslümanları bağlayıcı bir yönü de yoktur. Çünkü hilafet, dini bir kurum değil, fakat dini referanslara dayalı o döneme uygun sahabenin uyarladığı bir kurumdur. Böyle bir kurum ve yapı, Hz. Peygamber ve dört halife döneminde realite olarak ortaya koyulmuş ve birçok eksiği ile tarihteki yerini almıştır. Bu anlamda eksiklerden yola çıkarak böyle bir yapıyı inkar etmek bilimsel olarak yanlıştır.
Kitabın belki de en büyük faydası, din-devlet ilişkileri konusunda İslam tarihinin en büyük literatürüne kavuşmasına sebep olmasıdır. Çünkü kitabın yayınlanmasının hemen akabinde yirmi beş tane reddiye yazılmış, hala da günümüzde yazarın iddiaları konusunda olumlu olumsuz telifler yapılmaktadır.




[1]              Abdurrazık, 113 vd.

[2]              Abdurrazık, 118.

[3]              Nehcü’l-Belağa, çev. heyet, Ankara 1990, 73.

[4]              Abdurrazık, 117.

[5]              Abdurrazık, 125.

[6]              Abdurrazık, 126.

[7]              Abdurrazık, 131.

[8]              Abdurrazık, 129.

[9]              Binder, 223.

[10]            Abdurrazık,150.

[11]            Bkz.Enam, 107; Kaf, 45; İsra, 105; ⁄aşiye, 21,22.

[12]            Abdurrazık, 172.

[13]            Bkz. Mehmet Azimli, Halifelik Tarihine Giriş, Konya 2005.

[14]            Abdurrazık, 171.

[15]            Ammara, 99.

[16]            Müslim, Fedail, 141.

[17]            Abdurrazık, 148.

[18]            Zerrin Kurtoğlu, İslam Düşüncesinin Siyasal Ufku, İstanbul 1999, 69.

[19]            Süleyman Uludağ, “İslam-Devlet İlişkileri”, Türkiye Günlüğü, Ankara 1990, 33, S. 13.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar