Edip AKYOL
GİRİŞ
Dünya coğrafyasında Doğu-Batı[1]
ifadeleriyle adlandırılan topraklar, insanlık tarihi boyunca çeşitli zaman
dilimlerinde tekrarlanan bir sürtüşmeye neden olmuştur. Bu bakımdan birçok
medeniyete beşiklik etmiş olan Anadolu’nun[2]
her karış toprağı uzun bir tarihin emsalsiz hazineleri ve hatıraları ile
doludur.
Tarih boyunca Müslümanların hemen her dönemde Bizans ile ilişkileri
olmuş ve Anadolu’daki Bizans topraklarını miras edinenler bugün bu topraklarda
yaşayan Müslümanlar olmuştur. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki tarihimizi
böylesine yakından ilgilendiren hatta tarihimizin bir parçası olarak kabul
edilen bu dönem üzerinde bilimsel çalışmaların ülkemizde yeterince yapılmadığı
gerçeğini kabul etmek gerekir. Buna karşılık batılı müellifler bu konuda daha
çok üretken olup bu dönemle ilgili bütün alanlarda geniş kapsamlı çalışmalar
yapmakta ve kendi yorumlarını dile getirmektedirler.
Gerek İslam tarihi
gerekse Anadolu’nun tarihi için önemli bir dönemi ifade eden Hamdânîler (905–1004)[3]
ve onların en güçlü siması olan Seyfüddevle
(916–967)[4],
Yukarı Fırat Bölgesinde, Harput (Hısn Ziyad) kalesi yakınında, 923 yılından
itibaren Bizans İmparatoru Romanos I. Lekapenos (920–944)’un Şark kuvvetleri
Domestikos’u olan komutanı bozguna uğratarak, meşhur Bizans Savaşlarını başlatan
kişi olarak tarihe geçmiştir (Bkz. Işıltan, 1966, “Seyfüddevle”, İA, X, s. 536). Böylece Doğu Anadolu’da yıllarca devam eden Bizans taarruzu durdurulmuş
ve Müslümanların atağa geçtiği bir dönem başlamıştır. Bundan dolayı bu dönem
sadece Müslümanlar açısından değil aynı zamanda Bizanslılar için de önem
taşımaktadır.
İslâmiyet’in, Hıristiyanlığın aksine büyük bir süratle yayılması,
Müslümanların Suriye, Filistin ve Anadolu'ya hâkim olmaya çalışması Bizans
İmparatorunu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Bu yüzden hem İslâmiyet’in
yayılışını durdurmak hem de Müslümanların Anadolu’ya hâkim olmalarını
engellemek için yoğun bir çaba içerisine girdiği görülmektedir.
Haçlı seferleri öncesinde Bizans ile yapılan mücadelenin İslam
toplumu ve İslam tarihi üzerindeki etkileri büyük olmuştur. Özellikle de bu
mücadelenin, Hz. Ömer döneminin son zamanlarına kadar Hıristiyanlığını korumuş
olan bir hanedanlık (Hamdânîler) tarafından olması ayrıca önem arz etmektedir.
Çalışmamızda Seyfüddevle’nin Bizans ile yaptığı bütün savaşları
değil, Haçlı seferleri öncesinde Anadolu’da ilk haçlı yapılanması olduğunu
düşündüğümüz savaşları ele almayı uygun gördük. Çünkü bu savaşlara kadar
Bizanslılar, Müslümanlara karşı kendi güçleri ile karşı koymuş veya taarruzda
bulunabilmişti. Ancak Bizanslılar, Seyfüddevle’ye karşı tek başlarına karşı
koyamayacaklarını anlayınca bunun üzerine farklı milletler (Bizans, Rus,
Ermeni, Bulgar ve Hazarlar)’den yardım istemiş ve adeta bir haçlı ordusu
meydana getirmişti. Haçlı ordusu diyoruz çünkü Bizanslılar henüz Seyfüddevle
ile karşı karşıya gelmişken 330/941 Haziranında Rus taarruzuna uğramış ve
Ruslar Bithynia’nın Karadeniz kıyılarına bir çıkartma yaparak Boğaziçi’nin
bütün Anadolu yakasını tahrip etmişti (Bkz. Ostrogorsky, 2006, s. 258–59). Ruslar
ile savaş halinde olan Bizanslıların, Ruslardan yardım istemesi ve Rusların da
bunu kabul etmesinin basit bir ittifak olmadığını düşünüyoruz. Burada Müslümanlara
karşı yapılan bir ittifaktan söz etmek mümkündür.
1-
Seyfüddevle’nin Bizans ile Mücadelesinin Başlaması
327/938 yılının Eylülünde Seyfüddevle yukarı Fırat bölgesinde
Ioannes Kurkuas’a karşı büyük bir zafer kazandıktan sonra Koloneia
(Şebinkarahisar) bölgesini tahrip etmek üzere Bizans arazisine girdi (329/940).
Bu arada hilâfet merkezinde karışıklıklar çıkınca Seyfüddevle geri dönmek
zorunda kaldı (Ostrogorsky, 2006, s. 258).
Seyfüddevle’nin geri çekilişi, 330/941 Haziranında ani
bir Rus taarruzuna uğrayan Bizans için çok büyük bir talih oldu. Ruslar
Bithynia’nın Karadeniz kıyılarına bir çıkartma yaparak Boğaziçi’nin bütün
Anadolu yakasını tahrip ettiler. Doğuda mevcut olan savaş fasılası
(hilâfet merkezindeki karışıklıklardan dolayı Seyfüddevle’nin Bizans’la
savaşmayı bırakıp geri dönmesi) Ioannes Kurkuas’a, Boğaziçi sahillerindeki
savaş sahnesinde görünmek ve düşmanlara karşı etkili harekâtta bulunma imkânını
verdi ( Ostrogorsky, 2006, s. 258).
Rusları Boğaziçi kenarında yendikten sonra Ioannes Kurkuas
Mezopotamya’daki teşebbüslerini yeniden ele almak üzere tekrar doğuya
dönebilirdi. Hızlı bir şekilde Martyropolis (Meyyafarikin, şimdiki Silvan),
Amida (Diyarbekir), Dârâ ve Nisibis (Nusaybin)’i zapt ettikten sonra (332/943),
Hıristiyan kutsal emanetlerin en büyüklerinden birisinin, Abgar efsanesiyle
şöhret kazanmış Hz. İsa’nın mucize yaratan tasvirinin, muhafaza edildiği Edessa
(Urfa) üzerine yürüdü. Şiddetli bir kuşatma sonunda, şehir ahalisi, “insan
eliyle yapılmış” Mandilion’u Bizans
kumandanına teslim etmek zorunda kaldı. Bizans silahları sayesinde
Müslümanların elinden kurtarılan kutsal emanet çok büyük bir tören ile
İstanbul’a götürüldü. Bizans başşehrinde 15 Ağustos 944 (24 Muharrem 333)’te
yapılan kutsal emaneti karşılama töreni çok büyük bir bayrama dönüştü (
Ostrogorsky, 2006, s. 258–59).
Ioannes Kurkuas’ın zaferleri Bizans sınırını büyük ölçüde doğuya
doğru kaydırmıştır. Bu zaferler, Anadolu ve Önasya’da Bizans’ın itibarını
yükseltmiş ve Nikephoros Phokas ile Ioannes Çimiskes idaresinde yapılan nihaî
taarruzun başlangıcını teşkil etti. Bizans devletinin gücünün artmasından
etkilenen birçok Arap kabilesi Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, Bizans
eyaletlerinde iskân edildiler. Arap sınır bölgesinin bu şekilde tenhalaşması
Bizanslılar’ın sonraki ilerlemelerini kolaylaştırdı ( Ostrogorsky, 2006, s.
258–59).
2- Bağras
ve Maraş savaşı (333/944)
Seyfüddevle’nin İhşidîler ile meşgul olduğunu gören Bizans, Seyfüddevle’nin
aynı anda iki cephede savaşamayacağını düşündüler ve bu durumu fırsat bilerek
Suğur’a[5]
karşı saldırıya geçtiler. Bu gölgedeki hâkimiyetinin ancak Suğur’u elde tutmak
ve güvenliğini sağlamakla mümkün olacağını gören Seyfüddevle, süratli bir
şekilde Bağras ve Maraş’taki savaş meydanına geçerek Bizans ordusuna dar
geçitlerde pusu kurup ablukaya aldı ve onları büyük bir hezimete uğrattı.
Ayrıca Müslüman esirleri kurtarıp büyük miktarda ganimet elde ettikten sonra,
hâkimiyetini kurmak için yarım kalan işlerini tamamlamak üzere Haleb’e geri
döndü ( Şek’a, 1977,
s. 124).
3-
Gazvetü’l-Musîbâ (339/950)
Seyfüddevle 339 (950–951) senesinde tekrar Bizans topraklarına girerek Semendu ve Harşana’yı
fethedip birçok Bizans askerini de esir aldı. İç taraflara doğru ilerleyerek
Sâriha’ya kadar (burası Bizans’ın başkentine (İstanbul) yakın bir yerdi)
ulaştı. Bu yakınlık karşısında Bizanslılar büyük bir korkuya kapıldılar.
Seyfüddevle, Bağras’tan gelenler ile Tarsus’tan gelen atlılarla birlikte daha
da güçlendi ve başında Domestiko[6]
olan Bizanslılarla yaptıkları savaşta onları çok acı bir hezimete uğrattı.
Seyfüddevle kazandığı zaferin etkisiyle o kadar ilerlemişti ki,
düşman toprağında kat ettiği uzun mesafede geri dönüşündeki tehlikeleri unuttu.
Geri dönüşünde, düşmanın ona ve ordusuna geçitlerde ve tehlikeli yerlerde ona
pusu kurması kaçınılmazdı. Çünkü burası Bizans topraklarıydı ve dolayısıyla
topraklarını ondan daha iyi biliyorlardı ve nihayet iki ordu arasında savaş
başladı (Bkz. Şek’a, 1977, 124).
Seyfüddevle’nin bu ilerleyişi atlarını, develerini ve askerlerini
yordu. Hatta askerlerin bir kısmı artık savaşmayı reddediyordu (Şek’a, 1977, s.
125–26.) Ayrıca ordudaki esirlerin çokluğunun her an bir isyan tehlikesi arz
etmesi de, Seyfüddevle’yi dönmek zorunda bıraktı. Ancak, Seyfüddevle dönüşte
Domestikos tarafından Darb el Kankarûn[7]
geçidindeki, el-Hades’te baskına uğradı. Yanında bulunan Müslümanların bir
bölümü esir düştü, bir bölümü de öldürüldü. Bizanslılar, ganimetleri ve
esirleri geri almanın yanında, Müslümanların silahlarını ve mallarını ele
geçirdiler. Seyfüddevle’nin çok az sayıda askeriyle kurtulabildiği?.. (İbnü’l-Esir,
1996, VIII/485–86; İbn Kesir, 1995,
XI/383; Müneccimbaşı, I/259; Şek’a,
1977, s. 126) bu savaşa “Gazvetü’l-Musîbâ” adı verildi (Abdü’l-Câbir,
1981, s. 22).
Bu savaşta Seyfüddevlenin Bizansın Başkenti ve en önemli kalesi
konumunda olan İstanbul’a yaklaşması onlar da büyük bir korkuya neden oldu. Seyfüddevle
ile (bütün güçlerine rağmen) baş edemeyeceğini anlayan Bizanslılar çareyi başka
güçlerden yardım istemekle aradılar.
Haçlı Seferlerinin siyasi nedenlerine baktığımızda farklı görüşler
ileri sürülmektedir. Türk Tarihçilerinin ortak görüşü bu seferlerin ana
hedefinin Türk ilerleyişinin önünü kesmek amacını taşıdığıdır. Anadolu’da Türk hâkimiyetinin
artması ve Avrupa’nın en büyük devleti olan Bizans’ın Türklerin eline
geçmesinin her an gerçekleşebileceği ihtimalinin belirmesidir. Bunun
gerçekleşmesi halinde de Avrupa’nın hâkimiyetini ellerine geçirmesi durumu
başta Bizans olmak üzere bütün Avrupa ülkelerinde bir korku yaratmıştır (Bkz.
Polat, 2006, s. 67).
Yukarıda beyan ettiğimiz gibi Seyfüddevle’nin Bizans’ın başkentine
yaklaşması, Bizanslılar’da böyle bir korku meydana getirmiştir. Bu dönemde
henüz Türklerin böyle bir girişimi yoktur. Ancak Seyfüddevle’nin Anadolu’da
hâkimiyet kurmaya çalışması ve Bizans’ın başkentine bu kadar yaklaşması,
Bizanslıları böyle bir yapılanmaya sevk etmiştir.
4- Hades Savaşı 343 (954–955)
Bizanslılar daha önce de ifade ettiğimiz gibi 336 yılında “Hades” i[8]
fethetmişlerdi ve her tarafını tahrip etmiş ve çehresini değiştirmişlerdi.
Seyfüddevle tekrar burayı ele geçirerek sakinlerinin çoğunun Arap olmasından
dolayı bir Arap şehrine dönüştürmek istiyordu.
Seyfüddevle 343 (954–955)[9]
yılında tam teçhizatlı bir ordu ile Hades’e gitti ve yıkılmış surlarını
onarmaya başladı. En kısa zamanda onarımını bitirmek istiyordu ve bu nedenle
onarımında bizzat kendisi de çalıştı.
Seyfüddevle’nin Hades’i tekrar inşa ettiğini öğrenen Bardas Phokas,
sayısı elli bini bulan Rum, Rus, Ermeni, Bulgar, Hazar[10]
ve diğer gruplardan oluşan tam teçhizatlı bir ordu ile onları karşılamaya gitti.
Seyfüddevle hizmetlilerinden oluşan beş yüz kişinin de bulunduğu bir ordu ile
Phokas’ın karşısına çıktı. Sabah vaktinden ikindiye kadar devam eden bu savaşta
Bizans ordusundan yaklaşık üç bin kişi öldürüldü ve bir o kadar da esir edildi
(İbnü’l-Esir,1996, VIII/508; Bkz. Ostrogorsky, 2006, s. 263;
Şek’a, 1977, s. 128) .
Hades savaşı her iki taraf için de acı sonuçlar meydana getirdi.
Ancak Araplar için büyük bir şeref, Bizanslılar için ise büyük bir kayıptı.
Çünkü onların bu kaybı büyük ordularına rağmen büyük bir hezimetti.
Hades, Bizanslılar için çok önemli bir yerdi ve onlar burayı geri
almak için özellikle altı yıl boyunca çalışmışlardı. Hezimetlerinden on bir ay
sonra geri almak için tekrar hazırlıklara başladılar. Seyfüddevle, savaş
alanına gelinceye kadar bu durumdan haberdar olmamıştı Ancak Seyfüddevle
devamlı olarak savaşa hazırlıklıydı Keşif birlikleri ve gözlemciler Bizans
ordusunun Hades bölgesinde olduğu haberini Seyfüddevle’ye ulaştırınca, Arap
emiri hemen seyrini hızlandırdı.
Bizanslılar, Seyfüddevle’nin (Bizans ordusunun karşısına geçip
onlarla çarpışıncaya kadar) gelişinden haberdar olamadılar. İki taraf
arasındaki şiddetli çarpışmadan sonra, Bizanslılar hezimete uğratıldı. Bizanslıların
ve onlarla beraber bulunanların büyük bir bölümü kılıçtan geçirildi.
Domestikos'un kumandanlarının birçoğu esir alındı. Domestikos, mağlup bir
şekilde ülkesine geri döndü (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/517; Müneccimbaşı, s.
259–260; Şek’a, 1977, s. 129–130).
Bizanslıların Haleb’i[11]
İstilâsı 351 (962)
Seyfüddevle’nin arka arkaya kazanmış olduğu bu zaferler, Bizanslıların
zihinlerinde, Müslümanların yeryüzünde büyük bir imparatorluk kuracağının
endişesini meydana getirdi. Bizanslılar bu ilerleyişi nasıl
durdurabileceklerini düşünmeye başladılar ve bunun için de en güçlü komutanları
ile çok büyük bir hazırlığa giriştiler.
Bizanslılar, kaybettiklerini geri alabilmek için en güçlü
komutanlarının önderliğinde büyük bir ordu hazırladılar ve başına daha önce de
bahsi geçen Nikephoros Phocas (Nikefor)’ı[12]
getirdiler.
Nikefor, 350/961 yılında büyük bir hazırlığa girişti ve
Seyfüddevle’nin karşısına çıkmak için hiç durmadan çalıştı ve birkaç ay içinde
hazırlığını tamamladı. İmparatorluğun bütün imkânlarını büyük bir ordunun
teçhizatı için kullandı. Seyfüddevle’ye karşı kullanabileceği bütün savaş
araçlarını yanına alarak, Bizans, Rus, Ermeni, Bulgar ve Hazarlardan oluşan tam
teçhizatlı 200.000 kişiden oluşan büyük bir ordu ile Haleb’e yöneldi (İbn
Kesir, 1995, XI/410; Şek’a, 1977, s.
134; Abdü’l-Câbir, 1981, s. 26).
Bizanslıların bu muazzam ordularından
otuz bini tamamen zırhlı idi. Otuz bin kadarı da yolları ıslah etmek, özellikle
yolları karlardan temizlemek ve surları yıkmakla görevlendirilmişti. Ayrıca
dört bin kadar katır da dikenli demir taşımakta idi (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/541).
Seyfüddevle, Bizans ordusunu karşılamak için Haleb dışında, yaya ve
atlılardan oluşan 4.000 kişilik bir ordu ile Azaz (Aziziye)’a gitti. Ancak
karşısındaki bu büyük Bizans ordusuyla savaşamayacağını anlayınca başkente
dönüp, şehrin arkasında çadır kurarak hizmetlisi Necâ’yı, onları karşılamak
üzere üç bin (3.000) kişilik bir ordu ile gönderdi. Sonra Seyfüddevle
dayanamayarak kendisi de onları karşılamaya gitti. Durumun çok ciddi olduğunu
gören Seyfüddevle kısa bir süre sonra tekrar Haleb’e dönerek bütün cephaneliği
halka dağıttı. (Bkz. Şek’a, 1977, 134–135)
Sabahın erken
vaktinde düşman otuz bin (30.000) atlı ile şehre ilk saldırısını yaptı
(İbnü’l-Adîm, t.y. s. 78). Bizanslılar
ile Araplar arasında büyük bir savaş meydana geldi. Güç bakımından dengeli
olmadığı halde savaş devam etti. Seyfüddevle’nin ordusu sayıca az olmasına
rağmen çok güçlü olduğunu söyleyebiliriz, aksi takdirde otuz bin kişilik bir
orduya üç bin kişinin bu denli karşı koyması düşünülemez. Buna rağmen düşmanın
gerideki kuvvetlerden yardım istediği görülmektedir. Johannes Çemiskes bunlara
ilaveten kırk bin kişi daha gönderdi. Bu büyük ve saldırgan ordu, küçük
savunmacı orduyla karşı karşıya gelince Seyfüddevle ordusunu yeniden düzenlemek
için Balis’e yöneldi. Ancak bu durum savaşan diğer Müslümanların gücünü kırdı
ve onlardan çoğu öldürüldü, birçoğu şehre yöneldi ve bir kısmı da kaleye iltica
etti. Kaleye girenler kurtuldu çünkü kale saldırıya kapandı. Ancak Bizanslılar
şehri kuşatıp surlarda gedik açmayı başardılar (Şek’a, 1977, s. 134–135).
Seyfüddevle, Domestikos’un Haleb’e girdiğini öğrenince derhal
aceleyle işe koyulmuş ve toplayabildiği kadar askerle Halep üzerine yürümüştür.
Domestikos’la çarpışmalara giriştiği hâlde ona karşı koyabilecek güce sahip olmadığı
için savaşa devam edemedi ve yanında bulunanların büyük bir kısmı öldürüldü,
hatta Dâvud b. Hamdân’ın evlâdından hiç kimse hayatta kalmadı.[13]
Seyfüddevle de küçük bir grupla kurtulup geri döndü. Domestikos Haleb dışında
olup da “ed-Dâreyn” diye isimlendirilen Seyfüddevle’nin sarayını ve burada her
biri on bin dirhemden oluşan üç yüz keselik para ele geçirdi. Ayrıca saraydaki
bin dört yüz kadar katırı da alıp götürdü. Domestikos hazinelerde bulunan
eşyaların yanı sıra sayılmayacak kadar çokça silâh ele geçirmiş ve hepsini alıp
götürerek Seyfüddevle’nin sarayını yıktırdı. Ele geçirebildiklerini geçiren
Domestikos şehir üzerine saldırıya geçerek
şehri muhasara altına almış ve çok kimsenin hayatına kıymıştı. Bizanslılar
Haleb’in surlarını saldırılarla yıkmaya çalışmış ve surda bir gedik açtı. Haleb
halkı şiddetle şehirlerini müdafaa etmişler ve bu müdafaa sırasında birçok Bizans’a
öldürüp iyi bir müdafaa örneği sergiledi. Gece bastırınca Halepliler açılan bu
gedikleri anında onarmış, bu durumu gören; Bizanslılar ise Gevşen Dağı’na çekildi
(İbnü’l-Esir, 1996, VIII/540; İbnü’l-Adîm, t.y. s. 81–82).
Bizanslıların şehirden birazcık uzaklaşmaları üzerine şehir emniyet
görevlilerinin yayaları, halkın ve özellikle tüccarların evlerine saldırıp buraları
yağmalamak istemişlerken halk mallarını kurtarmaya çalışmış ve böylece şehir
surları müdafaasız kaldı. Bizanslılar surların müdafaasız kaldığını görünce
tekrar şehre doğru yaklaşıp, onları alıkoyacak kimse olmayınca surların
tepelerine tırmanarak şehir halkının kendi aralarında çatışıp durduklarını
gördüler. Hemen surlardan aşağıya atlayarak şehir kapılarını açmış ve şehre
kılıç zoruyla girerek önüne çıkanı öldürüp, yoruluncaya ve usanıncaya kadar
Haleb halkını kılıçtan geçirmeye devam etti.[14]
Bu arada Haleb’te tutsak bulunan bin dört yüz kadar Bizanslı
tutuklu bulundukları yerlerden kurtulup, ellerine geçirdikleri silâhlarla halka
saldırmaya başladı. Bizanslılar Halep’ten on binden fazla kız ve erkek çocuğu
esir almışlar ve anlatılmayacak kadar çokça ganimet ele geçirdi. Bizanslıların
yanında mal yükleyecekleri vasıtaları ve binekleri kalmayınca Domestikos geri
kalan malların yakılmasını, mescitlerin ateşe verilmesini emretmişti. Halep
halkı ele geçirilen bu çocuk esirlerden üç binin kurtarılması için Bizanslılara
çok miktarda mal vermişlerdi. Ancak Bizanslılar böyle bir teklifi kesinlikle
kabul etmemiş ve yukarıda belirttiğimiz mal ve esirleri alıp gittiler
(İbnü’l-Esir, 1996, VIII/541–42; İbnü’l-Adîm, t.y. s. 80–81).
Bizanslılar Halep’e girince şehir halkından bir kısmı iç kaleye
sığınmış ve tek başına canlarını kurtarmaya çalışmışlardı. Domestikos Halep’te dokuz
gün kaldıktan sonra ele geçirdiği bu büyük ganimetlerle şehirden ayrılmak istedi.
Ancak onunla birlikte bu sefere çıkmış bulunan imparatorun yeğeni bu dönüşe
itiraz ederek şöyle dedi: “Bu şehir
elimize geçmiş bulunuyor. Şu anda şehri müdafaa edecek hiç kimse de yoktur,
neden geri dönüyoruz?” Domestikos ise: “Şu
anda bizler imparatorumuzun hiç de beklemediği büyük miktarlarda ganimetler ele
geçirmiş, çok kimseyi öldürmüş, etrafı yakıp yıkmış ve burada tutuklu bulunan
esirlerimizi de kurtarmış bulunuyoruz. Elimize geçirdiğimiz bu ganimetler
şimdiye kadar asla ele geçirilmiş ve işitilmiş değildir.” diye cevap
vermiş, aralarında tartışma sürüp gitmiş, sonunda Domestikos imparatorun
yeğenine şöyle dedi: “Haydi, o halde
kalk, şu iç kaleye doğru yürü ve muhasara altına al. Ben de askerlerimle şehir
kapısını tutacağım.” İmparatorun yeğeni atına binerek kılıcı ve kalkanıyla
iç kaleye doğru yürümüş ve Bizanslılardan bir grup da onu izledi. Kale kapısına
yaklaştığı bir sırada üzerine bir taş yuvarlanmış ve atından düşünce anında
öldürüldü. Adamları ölüsünü alıp Domestikosun yanına geri geldiler, Domestikos
bunun öldüğünü görünce yanında bulunan bin iki yüz kadar Müslüman esiri kılıçtan
geçirerek ülkesine dönmek üzere harekete geçti (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/541–42; İbn Kesir, 1995, XI/411;
İbnü’l-Adîm, t.y. s. 80–81; Müneccimbaşı, t.y. s. 261–262; Şek’a, s. 1977, 136;
Abdü’l-Câbir, 1981, s. 26–27).
Bizanslılar kazanmış oldukları bu zafere rağmen yine korku
içindeydiler; Çünkü Seyfüddevle her an çıkıp gelebilirdi. Bu korkudan dolayı
Kınnesrin tarafına gözcü yerleştirmişlerdi. Bu onlar için bir başarıydı ama
yine de Seyfüddevle’nin başarısı karşısında çok büyük bir şey değildi ve Seyfüddevle
gelmeden önce hemen oradan ayrıldılar (Şek’a, 1977, s. 136).
Bizanslılar Halep Sevâd’ından geçerlerken ekinlere dokunmamışlar ve
bir daha buraya geri dönme ümidiyle gittikleri için Sevâd halkına ekinlerini
ekmelerini emrettiler (İbnü’l-Esir, 1996,
VIII/542).
Domestikos ayrıldıktan sonra Seyfüddevle, Haleb şehrinin yeniden
imarına başladı. Cemaziyelahır ayında Aynu’z-Zarbe'ye giderek, burayı da imar
etti. Daha sonra, hatibini bir ordunun başında Tarsuslularla birlikte Bizans
topraklarında gazaya gönderdi. Bu ordu, çok sayıda kimseyi öldürerek, aldığı ganimet
ve esirlerle geri döndü (Müneccimbaşı, t.y. s. 262–63).
Seyfüddevle’nin hizmetlisi Necâ, bir ordu ile Hısnı Ziyâd’a doğru
harekete geçti. Bir Bizans topluluğuyla karşılaşan Necâ, onları mağlup ederek
beş yüz kişiyi esir aldı ve muzaffer bir şekilde geri döndü. Arkasından Bizanslılar,
Sîs Kalesi’ne yürüdüler ve burayı ele geçirdiler (İbnü’l-Adîm, t.y. s. 77).
Bizanslılar, yine bu senenin (351) Şevval ayında (Kasım 962)
Menbic’e saldırdılar. Seyfüddevle’nin buradaki naibi, amcasının oğlu Ebu Firâs
el-Haris b. Ebu’l-Alâ Sa’îd b. Hamdân’dı. Bizanslılar onu esir aldılar ve
Konstantıniyye’ye götürerek, zindana attılar (Müneccimbaşı, t.y. s. 262–63).
5- Bizanslıların Massisa (Misis) ve Tarsus’u
İstilâ Etmeleri (354/965)
Bu yılda Bizanslılar Massisa ve Tarsus'u ele geçirdi. Sonradan
Bizans imparatoru olacak olan, Bizans başkumandanı Nikefor (Nikephoros Phokas)
İslâm diyarına daha yakın bir noktada olabilmek için Kaysâriyye’de bir şehir
kurarak orada ikamet etmiş ve bütün askerlerini ve ailesini buraya taşımıştı.
Niyetini anlayan Tarsus ve Massisa halkı ona elçi gönderip her türlü malı ve
parayı ödemeyi taahhüt ederek ondan emân dilemiş ve dilediği takdirde
şehirlerine kendi adamlarını gönderip orada ikamet etmelerini ve kendilerini
yönetmelerini istemişlerdi. Nikephoros Phokas önce bu teklifi kabul etmişti.
Fakat bir müddet sonra Müslümanların bir hayli zayıflayıp savaş güçlerini
kaybettiklerini, onlara yardım edecek kimsenin olmadığını öğrendi. Bununla
birlikte, büyük bir kıtlığın yanı sıra hiç yiyecek bulamadıklarını, bundan
dolayı köpek ve leş yediklerini, aralarında veba hastalığının yayılıp
gittiğini, onlardan günde üç yüz kişinin öldüğünü haber alınca verdiği sözden
cayarak gelen elçiyi hakaretlere uğratıp getirdiği mektubu başının üzerine
koyarak ateşe vermiş, elçinin saçını sakalını yakmıştı. İslâm elçisine böyle
davranan Nikephoros Phokas ona hitaben şöyle demişti: “Siz kışın deliğine girip de soluyan ve ölmekle karşı karşıya gelen bir
yılan gibisiniz. Birisi yılanı yakalayıp da iyilikte bulunur, soğuğun
tesirinden kurtararak ısıtıp da besleyecek olursa hemen canlanır ve o insanı
sokar. Şu anda sizler de büyük bir zaaf ve güçsüzlük içine düştüğünüzden dolayı
bize itaat ediyorsunuz. Sizi bu hâlinizle bırakacak olursam durumunuz düzeldiği
anda derhal saldırıya geçeceksiniz ve o zaman sıkıntı ve cefaları yine biz
çekeceğiz.” Tarsus ve Massisalıların gönderdiği elçi geri dönmüş, Nikefor
(Nikephoros Phokas) ordularını toplayarak bizzat kendisi başlarında Massisa üzerine yürümüş, şehri
muhasara altına alarak kılıç zoruyla 13 recep (15 Temmuz 965) cumartesi günü
zapt edip halkını kılıçtan geçirmeye başlamış ve birçok Müslüman’ı şehit
etmişti. Nihayet önüne çıkanları doğramaktan vazgeçerek şehirde bulunan
Müslümanları alıp Bizans diyarına götürdü (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/560–61; Bkz.
Müneccimbaşı, t.y. s. 265).
Nikefor, Massisa’dan sonra Tarsus’u muhasara altına almış, bu arada
Tarsus halkı hemen gelip itaatlerini arz ederek ondan emân diledi. Nikefor bu
isteklerini kabul edince Tarsuslular şehir kapılarını açmış, o da halka karşı
iyi davranarak derhal ellerinde bulunan bütün silâh, para ve taşıyabildikleri
bütün mallarını getirip bırakmalarını emretmişti. Tarsuslular taşıyabildikleri
mal ve silâhları getirip teslim edince karadan ve denizden şehirlerini terk
ederek yola koyulmuş, Nikephoros da onları Antakya'ya kadar götürecek kimseleri
refakatlerine verdi (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/561).
Nikephoros Tarsus'un en büyük camiini kendi hayvanları için ahır
yapıp ve minberi de yaktı. Şehri onarıp müstahkem hale getirerek dışarıdan
buraya yiyecek maddeleri ve yem taşımış, böylece fiyatlar bir hayli
ucuzlamıştı. Bunu öğrenen Tarsuslular tekrar şehirlerine geri dönüp
Nikephoros’un itaatine girmiş ve bir kısmı Hıristiyanlığa girdi. (İbnü’l-Esir, 1996,
VIII/561.)
Nikephoros Phokas, İslâm diyarına yakın olmak için Tarsus’ta
kalmayı arzu etmişse de daha sonra Kostantiniyye’ye geri dönmüştü. O sıralarda
domestikos olan İbn-i eş-Şemeşkik (Joannes Çemiskes), Meyyâfârikin’de bulunan Seyfüddevle
üzerine gitmek istemişse de İmparator Phokas ona kendisiyle birlikte Kostantiniyye’ye
gelmesini emretti ve Joannes Çemiskes de Phokas’la birlikte Kostantiniyye’ye
döndü. Nikefor, Tarsus’u istila ettiği sırada halkı mescide topladıktan sonra
Minbere çıkmış ve etrafındakilere şöyle dedi: “Ben nerdeyim?” onlar da “Tarsus’un
minberi üstündesin” Nikefor: “Hayır,
Beytü’l-Makdis’in üzerindeyim” demişti. (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/561).
Şüphesiz Nikefor’un bu davranışı onun gerçek niyetini ve
hedeflerini ortaya koymaktadır. Yani onun yaptığı bu savaşlara kutsallık
atfetmesi, bir fetih amacından çok başka hedeflerinin olduğunu göstermektedir.
Nitekim Haçlı seferleri, XI yüzyılın sonlarında Avrupa dünyasının “Kudüs'ü
kurtarma” sloganı ile Türkleri Anadolu’dan atmak ve bütün Ortadoğu’yu ele
geçirmek için başlattığı siyasi amaçlı askeri harekâta katılanlara verilen
isimdir (Demirkent, 1996, “Haçlılar”,
c. 14, s. 525). Bu saldırılara “Haçlı Seferleri” adının verilmesi,
gerçekleştiği zamanda değil, daha sonraki dönemlerde 1250 yılından sonra
Avrupalı tarihçiler tarafından verilmiştir. Bu savaşlara iştirak eden
katılımcılara omuzlarına kırmızı kumaştan dikilmiş haç işaretleri taşımaları
nedeniyle haç taşıyan manasına Haçlılar denilmiştir (Polat, 2006, s. 47).
Yine Haçlı Seferleri üzerine Batılı Tarihçilerden gelenekselciler;
Kudus’ün kurtarılması ya da savunulması adına yapılan seferleri gerçek haçlı
seferleri olarak değerlendirmektedir (bkz. Riley-Smith, 2004, s. 11; Polat,
2006, s. 55).
Nikefor’un yukarıda zikretmiş olduğumuz davranışında da böyle bir
gayenin mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bununla birlikte Bizans’ın meydana
getirdiği ordunun yapısı ve amacı, açık bir şekilde görünmese de, şekil, hedef
ve gaye bakımından erken dönemde başlayan haçlı yapılanması olduğunu
söyleyebiliriz (bkz. Şek’a, 1977, s. 139). Ancak Haçlı seferlerinden farklı
olarak, Nikefor’un meydana getirmiş olduğu ordudaki askerlerin elbiseleri
üzerinde ‘Haç’ işareti bulunmamaktaydı.
6- Bizanslıların İslâm Topraklarına Girişi 354
(965)
Bu yılın (354/965) Şevval (Eylül-Ekim) ayında Bizanslılar İslâm
topraklarına saldırıya geçerek Âmid üzerine yürümüş ve şehri muhasara altına
alarak halkıyla çarpışmalara girişmişlerdi. Bu muhasara sırasında üç yüz kadar
Müslüman şehit olmuş ve dört yüz kişi de esir alınmıştı. Ancak Bizanslılar
Âmid’i zapt edemeyince oradan ayrılıp Dara’ya gitmiş ve Nusaybin’e
yaklaşmışlardı. Bu arada Meyyâfârikîn’den gelen bir kervan ile karşılaşan
Bizanslılar kervanı olduğu gibi ele geçirmişler, bu durumdan korkuya kapılan
Nusaybin halkı da derhal yerlerini terk edip kaçmaya başladı, bundan dolayı da
bir bineğin fiyatı yüz dirheme ulaştı (İbnü’l-Esir, 1996, VIII/573. Ayrıca bkz.
Müneccimbaşı, t.y. s. 264).
Bu arada Nusaybin'de bulunan Seyfüddlevle civardaki bedevi Araplara
mektuplar yazıp onlarla birlikte kaçmayı düşündü; fakat kaydedildiğine göre, Bizanslılar
Seyfüddevle’nin kaçmasından önce Nusaybin’e varmadan geri dönmüş, Seyfüddevle
de orada ikametine devam etmişti. Bizanslılar el-Cezîre bölgesinden Şam
bölgesine geçerek Antakya’yı muhasara altına almış, uzun bir müddet şehir
halkıyla çarpışmalara giriştikleri hâlde burayı da ele geçiremediler. Bunun
üzerine şehrin etrafını yağmalayarak Tarsus’a geri döndüler (İbnü’l-Esir, 1996,
VIII/573. Ayrıca bkz. Müneccimbaşı, t.y. s. 264).
Nihayet Seyfüddevle döneminde Bizans ile yapılan savaşlar bitmiş
oluyordu. Böylece Bizans, her iki taraf için de önem arz eden bu savaşlarla,
hem Anadolu’da Müslümanlara karşı bir Haçlı yapılanması teşkil etmiş, hem de
daha sonra meydana gelecek olan Haçlı Seferlerine bir hazırlık dönemi oluşturmuştur.
SONUÇ
Haçlı seferleri öncesinde Bizans ile yapılan mücadelenin İslam
toplumu ve İslam tarihi üzerindeki etkileri büyük olmuştur. Bizans ile yapılan bu mücadelenin geneline baktığımızda
Seyfüddevle’nin bir fetih amacı gütmediği, aksine memleketini korumaya yönelik
bir tavır içinde olduğu, ancak savunma niteliğinde başlamış olan bu mücadelenin
daha sonra Seyfüddevle’nin taarruzlarına dönüştüğü de görülmektedir.
Seyfüddevle ve Bizans savaşları, başta iktisadi ve kültürel
sebepler dışında bir mahiyet arz etmiyordu. Birbirini takip eden zor devreler
ve savaş tahribatları düşmanlıklara neden olmuştur. Şüphesiz bu nefret ve kinin
etnik olduğu da kesin değildir. Ancak Nikefor, Tarsus’u istila ettiği sırada halkı
mescide topladıktan sonra minbere çıkıp etrafındakilere şöyle demişti: “Ben nerdeyim?” onlar da “Tarsus’un minberi üstündesin”. Nikefor:
“Hayır, Beytü’l-Makdis’in üzerindeyim”.
Yine Haleb’i istila ettikten sonra oradan ayrılırken Haleplilere: “Buraları ekin! Kısa bir süre sonra buraya
tekrar geleceğiz” demişti. Nikefor’un buradaki gayesi Kudüs’ü geri almaktı.
Şüphesiz Nikefor’un bu davranışları onun gerçek niyetini ve hedeflerini ortaya
koymuştu.
Araştırmacı ve tarihçilerin dini, siyasi ve iktisadi gibi çeşitli
nedenlere dayandırdığı Haçlı Seferlerinin, nasıl başladığı ve asıl
hedeflerinden;
1-
İslamiyet’in,
Hıristiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi ve sınırlarının Doğu ve
Batı yönlerinde genişlemesi,
2-
Anadolu’da
Türk hâkimiyetinin artması ve Avrupa’nın en büyük devleti olan Bizans’ın
Türklerin eline geçmesinin her an gerçekleşebileceği ihtimalinin belirmesi,
3-
Kudüs’ün
Müslümanların elinden kurtarılması (bkz. Polat, 2006, s. 55–73) gibi nedenler
gösterilmektedir.
Buna karşılık, Bizans’ın Seyfüddevle’ye karşı böyle bir yapılanmaya
gitmesinin nedenlerine baktığımızda:
a-
İslâmiyet’in, Hıristiyanlığın aksine büyük bir
süratle yayılması, Müslümanların Suriye, Filistin ve Anadolu'ya hâkim olmaya
çalışması,
b-
Nikefor’un,
Hıristiyan kutsal emanetlerin en büyüklerinden birisinin, Abgar efsanesiyle
şöhret kazanmış Hz. İsa’nın mucize yaratan tasvirini, “insan eliyle yapılmış” Mandilion’u almak için Edessa (Urfa)’yı
kuşatması ve hedefinin Kudüs’ü geri almak olduğunu ima etmesi,
c-
Seyfüddevle’nin,
iç taraflara doğru ilerleyerek Sâriha’ya kadar (burası Bizans’ın başkentine
(İstanbul) yakın bir yerdi) ulaşması sonucu, Bizans’ın büyük bir korkuya
kapılması, olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak Bizanslıların Seyfüddevle ile yapmış oldukları bu
mücadelenin, açık bir şekilde görünmese de, şekil, hedef ve gaye bakımından erken
dönemde başlayan bir haçlı yapılanması olduğunu söylemek mümkündür.
BİBLİYOGRAFYA
- Abdü’l-Câbir, S. M. 1981, eş-Şi’r fi Rihâbi Seyfüddevle
el-Hamdânî, 1. baskı, Beyrut.
· Aşûr, S. A. 1987, Tarihu’l-İslâm ve Hadaratîh, Kahire.
- Avcı, C. 1997, İslam-Bizans İlişkileri (M. 610–847), Doktora tezi, Bursa.
· el-Belazurî, 1932, Fütühu’l-Büldan, neşr. R.M. Rıdvan, Kahire.
· el-Cümeylî, R. A. 1984, Dirâsâtu fi Târihi’l-Abbâsiyye, Bağdat.
· ed-Dineverî, S. 1982, Tarîhü’l-Mavsıl, Irak.
· el-
Hamevi, Y. 1986, Mu’cemü’l-Büldân,
Beyrut, 5 cilt.
· Honıgmann, E. 1970, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, çev. Fikret Işıltan, İstanbul.
· Hammâş, H. 1994, Dirasât fi Târîhi’l-İslâm, 1. baskı.
- İbnü'l-Esir, 1966, el-Kâmil fi't-Tarih, Nşr. J. Tornberg, Beyrut, , 13 cilt.
- İbn Kesir, 1995, el-Bidâye ve’n-Nihâye, çev. Mehmet Keskin, XI, İstanbul, 15
cilt.
· İbn Hallikân, 1948, Vefayâtü’l-A'yân, Kahire.
- İbnü’l-Adîm, t.y. Zübdetü’l-Haleb min Târîhi Haleb,I, neş, Halil Mansûr, Beyrut.
· el-IŞ, Y. t.y. Tarihî Asri’l-Hilâfeti’l-Abbasîyye, Beyrut.
· Keyyâli, S. 1939, Seyfüddevle ve ‘Asru’l-Hamdâniyyîn, Halep.
· Köymen, M. A. 1979, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara.
· Kaegı, W. E. 2000, Bizans ve İlk İslam Fetihleri, Çev. Mehmet Özay, İstanbul.
· Lewis, B. 2002, Tarihte Araplar, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, İstanbul.
· Lapıdus, I. M. 2002, İslam Toplumları Tarihi (Hz. Muhammed’ten 19. Yüzyıla kadar), Çev.
Yasin Aktay, İstanbul.
- Müneccimbaşı, t.y. Cami’üd-Düvel veya Sahaifü’l-Ahbar
fi Vekayi’i’l-A’sar, Nuruosmaniye nüshası, I, (vr, 227a-235b).
· Merçil, E. 1985, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul.
-------------------, Işıltan, F. 1966, “Seyfüddevle”, İA, X, İstanbul.
-------------------,
Tuncel, M. 1991, “Anadolu”, DIA, III,
İstanbul.
-------------------, Karaarslan, N.
Ü. 1997, “Hamdânîler”, DİA, XV,
İstanbul.
-------------------,
Demirkent, I. 1996, “Haçlılar” DIA,
C. XIV, İstanbul.
-------------------,
Taşağıl, A. 1998, “Hazarlar”, DIA, XVII, İstanbul.
-------------------, Houtsma, M.
1950, “Abdullah” mad., İA, I,
İstanbul.
-------------------, Sobernheim, M. 1950, “Hamdânîler” , İA, V, İstanbul.
-------------------,
Yazıcı, T. 1997, “Halep”, DIA, XV,
İstanbul.
· Mez, A.
2000, Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti,
Çev. Salih Şaban, İstanbul.
· en-Nuveyrî, Ş. A. t.y. Nihayetü’l-Arab fi Fünunu’l-Edeb, Neş. Muhammed Fevzi el-‘Antil.
· Nuhayli, D. 1979, Fethü’l-Fâtimiyyîn li’ş-Şâm, İskenderiye.
- Ostrogorsky, G. 2006, Bizans Devleti Tarihi, Çev. Fikret Işıltan, Ankara.
- Polat, İ. E. 2006, Haçlılara Kılıç ve Kalem Çekenler, Ankara.
- Riley-Smith, J. 2004, Haçlılar Kimlerdi? Çev: Berne Kılınçer, İstanbul.
- Sâmir, F. 1970, Ed-Devletü’l-Hamdâniyye fi Mavsıl ve Haleb, Bağdat, I.
- Şek’a, M. 1977, Seyfüddevle el-Hamdanî veya Memleketü’s-Seyf ve Devletü’l-Eklâm, Kahire.
- Togan, A. Z. V. 1981, Tarihte Usul, 3. baskı, İstanbul.
- UÇAR, Ş. 1990, Anadolu’da İslam-Bizans Mücadelesi, İstanbul.
[1]
Doğu-Batı tanımlamaları için (bkz. Togan, 1981, s. 11–22).
[2] Günümüzde
Türkiye’nin Asya kesimindeki topraklarına verilen Anadolu ismi, Ortaçağdan beri
çeşitli
büyüklükte birimler için kullanılmıştır.
Anadolu kavramı Bizans döneminde ortaya çıkmıştır. Bu deyim
Bizanslıların “güneşin doğduğu yer”
anlamında kullandıkları Gerkçe “anatoli” kelimesinden türemiştir.
Araplar ve genel olarak Müslümanlar,
Anadolu’ya “Bizans Memleketi ( Diyar-ı Bizans) demişlerdir. (Bkz.
Tuncel, C. III, 1991. S. 106–107).
[3] Bölgenin tarihinde önemli rol oynayan Hamdânîler, Araplar’ın en
büyük kabilelerinden Rebîa’nın Tağlib koluna mensuptur. (Bkz: el-Iş, t.y, s. 199; el-Cümeylî,, 1984, s. 273.)
İslâmiyet’ten önce Hıristiyan (İslam’ın ilk döneminde dinlerini korumsuşlardı
ve asrın sonuna kadar Hıristiyan olarak kalmışlardı) olan Tağliboğulları Tihâme’den kuzeye göç etmiş, sonraları kendi adlarını alan Diyâr-ı Rebîa
ve Musul bölgesine yerleşmişlerdi. Tağliboğulları sağlam, kuvvetli ve sayıca çoktular. Cahiliye döneminde
büyük bir güce sahiptiler. (Bkz. El-IŞ, s. 199. ) Hz. Ömer zamanında cizyeye bağlanan kabile daha sonra Müslüman
olmuştur. (Bkz: Karaarslan 1997, c. XV/446).
[4] Asıl adı Ebu’l-Hasan Ali b.
Abdullah Ebu’l-Heycâ b. Hamdan b. Hamdun et-Tağlibî er Rabi’îdir. (Bkz: Keyyâli, 1939, s. 6; Işıltan,
1966, “Seyfüddevle” İA, X, s. 536). IV.
(X.) asırda, Abbasî devletinin zevali devresinde, ortaya çıkan müstakil hanedanların en mühimlerinden birisi olan
Hamdânîler’in kudretli emiri ve bu hanedanın Halep kolunun kurucusudur. Seyfüddevle, savaşçılığı ve
özellikle bu asırda yeniden bir yükseliş devri yaşayan Bizans’a karşı mücadelesi ile İslâm dünyasının kahramanlık
destanlarına mevzu olmuş, edip, şair ve âlimlerin koruyucusu sıfatı ile büyük şöhret kazanmıştır (bkz. Işıltan,
1966, “Seyfüddevle” İA, X, s.
536).
[5] Bizans İmparatorluğuyla İslâm devletleri arasındaki müstahkem
sınır bölgelerine verilen ad. Bölgenin dâhili yerlerinden olup ayrıca deniz sahilinde ve düşman sınırında bulunan önemli
bir yer (Bkz. ŞEK’A, 1977, s. 95).
[6] Bizans İmparatorluğunda umumiyetle doğu ordularının başkumandanına
verilen unvan (Bkz. Ostrogorsky, 2006, 336; İbnü’l-Esir de, bu unvanın,
o gün için Kostantiniye boğazından itibaren olan bütün Bizans diyarı başkumandanlığı olduğunu ifade etmektedir (1966,
VIII/521).
[7] Bu isim
– ki ufak bir değişiklik ile Kankrût okunabilir - , herhalde Zaytûn yanında
Ceyhan’ın da batısında aranılması lazım gelen Ermenice Kangrot (Enginarlık)’u ve Konkernat silsilesini hatıra getiriyor.
Bu hususta mevcut
olan el-Havzât (el-Cavzât) varyantı
doğusundaki, Şimdiki Engizek dağı
bölgesini düşündürmektedir ki, bu
sonuncunun adı her halde Enkuzut ( “bol
cevizli” ) kalesinden müştak olsa gerektir. (Bkz. Honigmann,1970, s. 83.)
[8] Yâkût el-Hamevî, Hades’i “Malatya, Sümeysât ve Maraş
arasında bir bölgede kalan kuvvetli bir sınır kalesi”
diye tarif etmektedir
(bk. 1986, II, 263). Bu tanımlama, Hades’in bir “kale etrafında yapılanmış bir
kale-şehir”
olduğunu göstermektedir.
[9]
Ostrogorsky olayın tarihini 953 olarak vermektedir.( Bkz. 2006, s. 263).
[10] VII-XI
yüzyıllar arasında Karadeniz ile Kafkas dağlarının kuzeyinde ve İdil (Volga)
nehri dolaylarında hüküm
süren
bir Türk devleti. Hazarlar’ın Bizans ile ilişkileri zaman zaman sekteye uğrasa
da Arapların bu bölgeye
akın etmeleri sonucu Bizans ile ittifak
kurmuşlardı. (Bkz. Taşağıl, “Hazarlar”
1998, c. 17, s. 116–117).
[11] Kuzey
Suriye’nin en önemli şehri ve kendi adını taşıyan ilin merkezi olup Anadolu’dan
Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den
İran’a giden yolların kavşak noktasında kurulmuştur. Seyfüddevle zamanında
Hamdaniler’in başşehri idi. (Bkz. Yazıcı, 1997, “Halep” c. 15, s. 239–240).
[12] Nikefor,
Bizans aristokrasisinin en önde geleniydi ve Ön Asya’da büyük bir güç
oluşturmuştu. Ondan önce dedesi ve babası da çok büyük savaşçılardı ve bunlar
sülalece savaşçıydılar. Ancak Nikephoros Phocas savaş konusunda, onlardan daha
üstündü. Bizanslılar bu büyük savaşçıyı, batı cephesinden doğu cephesine
Seyfüddevle’nin karşısına getirdiler (Bkz. Şek’a,1977, s. 134).
[14] İbn
Kesir, 1995, XI/411; Krş. Şek’a, 1977, s. 135. (Burada Nikefor’un Halep’e ancak
eman vererek girdiğini sonra da sözünde durmayıp onları kılıçtan
geçirdiğini ifade etmektedir.)
0 yorum:
Yorum Gönder