10 Haziran 2017 Cumartesi

Üç Tarz-ı Hakikat

Yrd. Doç. Dr. Mustafa KÖSE
“Hep birlikte yaşamak istiyor ama hep birlikte ölmek istemiyorsak birbirimize saygı duymayı öğrenmeliyiz…” (Bertrand Russell)
Hayret ve şaşırma ile başlayan hakikat arayışı meraklı zihinlerin faaliyetidir. Tarih boyunca başta filozoflar (hikmet severler), peygamberler ve bilim insanları hikmetin peşinden koşmuş, gerçeği bulmaya çalışmışlardır. Tarih, gerçeğin yegane bilgisine sahip olduğunu iddia edenlerin büyük iddialarının yol açtığı kavgalarla, savaşlarla doludur. İnsanevladının deneyimlediği ilk gerçeklik düzeyi öznel olanıdır. Kişisel inançlarımız ve hislerimiz ile belirginleşen bu alan bizce malum iken başkalarınca anlaşılmaya muhtaçtır. Aşıkın maşukuna duyduğu derin hisler hiçbir tıbbi taramada bulunamamasına rağmen acısı onu dertten derde sokar. Bu düzeyde ortaya çıkan anlam/hakikat kişiye özeldir, biriciktir. Subjektif karekteri nedeniyle ancak tecrübede ortak olanların anlaması (bilmesi değil) beklenir. Eşekten düşen Hoca’nın derdini paylaşmak için kendisi gibi birini araması da böyle değil midir?
Özneden ve onun deneyimlerinden, hislerinden, inançlarından bağımsız olarak var olagelen nesnel hakikat bugün başta bilim insanları olmak üzere herkesin kabul ettiği bir düzeydir. Gözlem ve deney neticesinde ulaşılan bu alan için akl-ı selim ve havass-ı selime (sağlıklı akıl-duyular) ihtiyaç duyulur. Fen bilimlerinin üzerine oturduğu bu gerçeklik düzeyinin ateşli savunucuları olarak başta empiristler ve pozitivistler insan deneyimlerinin karşısında olmuşlardır. Beşeri bilimlerin gelişim süreci bu manada pozitivistlere karşı mücadelenin de tarihidir. Evreni bir makine gibi gören bu yaklaşım nihayetinde insanı da bir makine[1] kabul etmiştir. Tıp tarihinin gelişim süreci ve psikiyatrik yaklaşımlarda ilaç ve elektroşok tarzı sağaltım yöntemlerinin kullanılmış/kullanılıyor olmasının altında yatan temel saik de budur. Süreç içinde bu yaklaşımdan metafizik, din ve dini düşünce de nasibini almıştır. İnsanlığı bu bilme tarzı ile kavradığını iddia eden ya da hakikati sadece bu alan ile sınırlayanların yol açtığı iki dünya savaşı, sözüm ona medeniyet transferi maksadıyla uygulanan sömürü imparatorluklara ve nihayetinde manadan yoksun kalan insanlığın Nietzscheci manada çölleşmesi... Hakikatin sadece bu tarzda olabileceğini iddia edenler sezgiye, sanata ve dinlere tepeden bakmıştır. Onlar, kültürel manada entegristtir ve  başta aklın a priori (deney öncesi) gerçeklikleri ile şimdi bahsedeceğimiz özneler arası hakikati görmezden gelir ve küçümserler.
İnsan, bir şey kendi öznel duygusundan doğmamışsa bunun nesnel olduğunu varsayma eğilimi taşır. Bu durumda hakikatin gerçekliğinde toplumsal kabullerin etkili olduğu söylenebilir. Özneler arası dediğimiz hakikatin bu üçüncü tarzında toplumsal iletişim ve ortak kabuller esastır. Değerler ve metafizik olgular bu alana dahildir. Burası aynı zamanda mutlaklığın olmadığı göreliliğe açık olan bir düzlemdir.
İnsanevladının birlikte yaşayabilmek için üzerinde ittifak ettiği en büyük özneler arası hakikati para olmuştur. Üsame b. Ladin 11 Eylül’de tüm benliğiyle düşman olduğu Amerika’ya saldırdığında mağarasındaki Dolarlarından vazgeçmeyi düşünmemişti bile. Ülkemizde 1 Ocak 2005’te paradan altı sıfır atıldığında rakamsal olarak değişmeye mukabil paranın satın alım gücünde hiçbir değişme yaşanmadı. Zira Türk toplumu bunu çok önceden kabullenmiş ve yeni duruma uyum sağlamıştı. Oysa hem söz konusu sıfırlar hem de bizatihi paraya yüklenen anlamlar itibaridir. Bir çok ülke yıkıldığı zaman bir gecede eski paralar birer kağıda dönüşmemiş midir?
Tarih boyunca imparatorluklar yöneten liderler, mitolojik kahramanlar ya da dini figürler de aynı konsensüs neticesinde otoritelerini toplumlar üzerinde uygulamıştır. Söz konusu liderleri ya da tanrıları kabul edenler için o artık ortak değerlerin tam kesiştiği düzlemde en büyük hakikate dönüşmüştür. Başka türlü olabileceği ya da onun da bir insan olduğu unutulmuş, unutulmaya çalışılmıştır. Anlam artık ortak hikayelerde ifadesini bulmuş ve aksi reddedilmiştir. Yunanlıların tanrıların kralı olarak kabul ettiği Zeus’u bugün ancak mitolojik bir kahraman kabul etmeleri de böyledir.
Adolph Hitler iktidara geldiğinde sarışın, mavi gözlü ve uzun boylu bir Ari ırkı kendi ideolojisi için uberman (üst insan) yapmış ve bu fikrin savunucuları da gerek inançlarına gerekse yasa’ya itaat ederek önce ikinci sınıf sayılan insanların çoğalmasına engel olmuşlar daha sonra onları yok etmeye çalışmışlardı. Kötülüğün Sıradanlığı[2] isimli eserinde Arendt işte bu acı gerçekle yüzleşmek durumunda kalmıştı. 11 Mayıs 1960’da yakalandıktan sonra yargılanan Eichmann’ın davasını izleyen düşünür, sanık sandalyesinde oturan Einchmann’ın Hitler’in “nihai çözüm”ü için “yasa-emir”leri uygulayan ve nihayetinde Tanrı’ya karşı suçluluk duymakla birlikte hukuka karşı duymayan birisi olduğunu müşahede etmişti. Çaresizce hakikati kabullenen Arendt, “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.” dediğinde hakikatin bu boyutu karşısında çaresizliği zirveye çıkmıştı.
Benzer bir durum ekonomik ve siyasi koşullar nedeniyle krizde olan Ortaçağ Avrupasında papa eliyle gerçekleşmişti. Kendi dünyevi iktidarları ve kişisel servetleri için cennetten arsa satan din adamlarına inanan Hıristiyanlar gönül huzuru içinde ellerindekileri Kiliseye bıraktıklarında yaptıkları bu alışverişin çok karlı ve bu fikrin nesnel olduğuna inanmışlardı. Yine aynı inanç değil miydi onları binlerce kilometre yol kat ederek Anadolu’da ya da Kudüs’te kafir (?)lerle İsa Mesih için savaşmaya sevk eden?
1978 yılında Jonestown kasabasında 911 müridiyle birlikte ölüme yürüyen Halkın Tapınağı tarikatinin kurucusu Jim Jones veya Allah rızası için her gün farklı bir ülkede intihar/feda (?) eylemi gerçekleştiren IŞİD üyelerinin amacı vaad edilmiş cennete kavuşmaktan başka nedir? Her iki grubun cennette buluşma olasılıkları var mıdır? Ya da Filistin halkının insani hakları için İsrail tankının önüne yatarak ölen/şehit (?) olan Yahudi asıllı Rachel Corrie cennete vardığında Musa’nın çocuklarıyla karşılaşacak mı?
Tarih öncesi dönemlerde mitolojik hikayeler/kıssa etrafında toplanarak hayatını anlamlı kılmaya çalışan insanlık bugün aynı şeyi vatan adını verdiği topraklar için yapmaktadır. Ulus devletin cenneti olan o toprak/vatan için ölmektedir insanlık ve kurguyu anlamlı kılan şüphesiz inananların samimiyeti, hayalleridir. Zaten hep bir rüya ile başlamadı mı değişim ve dönüşüm? Hz. İbrahim, Hz. Muhammed, Ertuğrul Gazi, Çin’in geleceğini inşa etme amacında olan Deng ya da Atom Bombası’nın geliştirilmesi sürecinde Einstein bir rüya ile çıkmadı mı yola ve bu rüyaları değerli kılan insanlığın mutluluğuna adanmış olmaları değil mi? Ancak kendi rüyasını gerçekleştirmek için ötekinin gözyaşı dökmesine aldırış etmeyen bir yaklaşım insanı ne derece mutlu kılabilir? Ne çabuk unuttu Yunus’un çocukları yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi...
Hakikat sevdalısı rüya mı görür yoksa gerçeğe ulaşmak ve onunla halkı aydınlatmak için Platon misali zincirlerini kırarak rüyadan mı uyanır? Aslında birbirine paralel iki yoldur bu. Rüyanın içindeki hakikati ve hakikatin içindeki rüyayı görmektir mesele. Hep rüya ile çıkılmıştır yola ve rüya ile inşa edilmiştir toplum. Ama bazen de güvenlik içinde yaşamak için özgürlüğümüzü feda ettiğimiz o kâbustan/toplumdan uzaklaşmak, silkinmek ve gözümüzü açmak gerekir yeni bir rüyaya...



[1] Bkz., Julien Offray De La Metrie, İnsan Bir Makina, çev.: Zehra Bayramoğlu, Süreç Yay., İstanbul 1985.
[2] Bkz., Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı Eichmann Kudüs’te, çev.: Özge Çelik, Metis Yay., İstanbul 2017.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar