Yrd. Doç. Dr. Mustafa KÖSE
“Hep birlikte yaşamak istiyor ama hep birlikte
ölmek istemiyorsak birbirimize saygı duymayı öğrenmeliyiz…” (Bertrand Russell)
Hayret
ve şaşırma ile başlayan hakikat arayışı meraklı zihinlerin faaliyetidir. Tarih
boyunca başta filozoflar (hikmet severler), peygamberler ve bilim insanları
hikmetin peşinden koşmuş, gerçeği bulmaya çalışmışlardır. Tarih, gerçeğin
yegane bilgisine sahip olduğunu iddia edenlerin büyük iddialarının yol açtığı
kavgalarla, savaşlarla doludur. İnsanevladının deneyimlediği ilk gerçeklik
düzeyi öznel olanıdır. Kişisel inançlarımız ve hislerimiz ile belirginleşen bu
alan bizce malum iken başkalarınca anlaşılmaya muhtaçtır. Aşıkın maşukuna
duyduğu derin hisler hiçbir tıbbi taramada bulunamamasına rağmen acısı onu
dertten derde sokar. Bu düzeyde ortaya çıkan anlam/hakikat kişiye özeldir,
biriciktir. Subjektif karekteri nedeniyle ancak tecrübede ortak olanların
anlaması (bilmesi değil) beklenir. Eşekten düşen Hoca’nın derdini paylaşmak
için kendisi gibi birini araması da böyle değil midir?
Özneden
ve onun deneyimlerinden, hislerinden, inançlarından bağımsız olarak var
olagelen nesnel hakikat bugün başta bilim insanları olmak üzere herkesin kabul
ettiği bir düzeydir. Gözlem ve deney neticesinde ulaşılan bu alan için akl-ı
selim ve havass-ı selime (sağlıklı akıl-duyular) ihtiyaç duyulur. Fen
bilimlerinin üzerine oturduğu bu gerçeklik düzeyinin ateşli savunucuları olarak
başta empiristler ve pozitivistler insan deneyimlerinin karşısında olmuşlardır.
Beşeri bilimlerin gelişim süreci bu manada pozitivistlere karşı mücadelenin de
tarihidir. Evreni bir makine gibi gören bu yaklaşım nihayetinde insanı da bir
makine[1] kabul
etmiştir. Tıp tarihinin gelişim süreci ve psikiyatrik yaklaşımlarda ilaç ve
elektroşok tarzı sağaltım yöntemlerinin kullanılmış/kullanılıyor olmasının
altında yatan temel saik de budur. Süreç içinde bu yaklaşımdan metafizik, din
ve dini düşünce de nasibini almıştır. İnsanlığı bu bilme tarzı ile kavradığını
iddia eden ya da hakikati sadece bu alan ile sınırlayanların yol açtığı iki
dünya savaşı, sözüm ona medeniyet transferi maksadıyla uygulanan sömürü
imparatorluklara ve nihayetinde manadan yoksun kalan insanlığın Nietzscheci manada
çölleşmesi... Hakikatin sadece bu tarzda olabileceğini iddia edenler sezgiye,
sanata ve dinlere tepeden bakmıştır. Onlar, kültürel manada entegristtir ve başta aklın a priori (deney öncesi)
gerçeklikleri ile şimdi bahsedeceğimiz özneler arası hakikati görmezden gelir
ve küçümserler.
İnsan,
bir şey kendi öznel duygusundan doğmamışsa bunun nesnel olduğunu varsayma eğilimi
taşır. Bu durumda hakikatin gerçekliğinde toplumsal kabullerin etkili olduğu söylenebilir.
Özneler arası dediğimiz hakikatin bu üçüncü tarzında toplumsal iletişim ve ortak
kabuller esastır. Değerler ve metafizik olgular bu alana dahildir. Burası aynı
zamanda mutlaklığın olmadığı göreliliğe açık olan bir düzlemdir.
İnsanevladının
birlikte yaşayabilmek için üzerinde ittifak ettiği en büyük özneler arası
hakikati para olmuştur. Üsame b. Ladin 11 Eylül’de tüm benliğiyle düşman olduğu
Amerika’ya saldırdığında mağarasındaki Dolarlarından vazgeçmeyi düşünmemişti
bile. Ülkemizde 1 Ocak 2005’te paradan altı sıfır atıldığında rakamsal olarak
değişmeye mukabil paranın satın alım gücünde hiçbir değişme yaşanmadı. Zira
Türk toplumu bunu çok önceden kabullenmiş ve yeni duruma uyum sağlamıştı. Oysa
hem söz konusu sıfırlar hem de bizatihi paraya yüklenen anlamlar itibaridir. Bir
çok ülke yıkıldığı zaman bir gecede eski paralar birer kağıda dönüşmemiş midir?
Tarih
boyunca imparatorluklar yöneten liderler, mitolojik kahramanlar ya da dini
figürler de aynı konsensüs neticesinde otoritelerini toplumlar üzerinde
uygulamıştır. Söz konusu liderleri ya da tanrıları kabul edenler için o artık
ortak değerlerin tam kesiştiği düzlemde en büyük hakikate dönüşmüştür. Başka
türlü olabileceği ya da onun da bir insan olduğu unutulmuş, unutulmaya çalışılmıştır.
Anlam artık ortak hikayelerde ifadesini bulmuş ve aksi reddedilmiştir. Yunanlıların
tanrıların kralı olarak kabul ettiği Zeus’u bugün ancak mitolojik bir kahraman
kabul etmeleri de böyledir.
Adolph
Hitler iktidara geldiğinde sarışın, mavi gözlü ve uzun boylu bir Ari ırkı kendi
ideolojisi için uberman (üst insan) yapmış ve bu fikrin savunucuları da gerek
inançlarına gerekse yasa’ya itaat ederek önce ikinci sınıf sayılan insanların
çoğalmasına engel olmuşlar daha sonra onları yok etmeye çalışmışlardı. Kötülüğün Sıradanlığı[2]
isimli eserinde Arendt işte bu acı gerçekle yüzleşmek durumunda kalmıştı. 11
Mayıs 1960’da yakalandıktan sonra yargılanan Eichmann’ın davasını izleyen
düşünür, sanık sandalyesinde oturan Einchmann’ın Hitler’in “nihai çözüm”ü için
“yasa-emir”leri uygulayan ve nihayetinde Tanrı’ya karşı suçluluk duymakla
birlikte hukuka karşı duymayan birisi olduğunu müşahede etmişti. Çaresizce
hakikati kabullenen Arendt, “Hiçbir şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli
değildir.” dediğinde hakikatin bu boyutu karşısında çaresizliği zirveye
çıkmıştı.
Benzer
bir durum ekonomik ve siyasi koşullar nedeniyle krizde olan Ortaçağ Avrupasında
papa eliyle gerçekleşmişti. Kendi dünyevi iktidarları ve kişisel servetleri
için cennetten arsa satan din adamlarına inanan Hıristiyanlar gönül huzuru
içinde ellerindekileri Kiliseye bıraktıklarında yaptıkları bu alışverişin çok
karlı ve bu fikrin nesnel olduğuna inanmışlardı. Yine aynı inanç değil miydi
onları binlerce kilometre yol kat ederek Anadolu’da ya da Kudüs’te kafir
(?)lerle İsa Mesih için savaşmaya sevk eden?
1978
yılında Jonestown kasabasında 911 müridiyle birlikte ölüme yürüyen Halkın Tapınağı tarikatinin kurucusu Jim
Jones veya Allah rızası için her gün farklı bir ülkede intihar/feda (?) eylemi
gerçekleştiren IŞİD üyelerinin amacı vaad edilmiş cennete kavuşmaktan başka
nedir? Her iki grubun cennette buluşma olasılıkları var mıdır? Ya da Filistin
halkının insani hakları için İsrail tankının önüne yatarak ölen/şehit (?) olan
Yahudi asıllı Rachel Corrie cennete vardığında Musa’nın çocuklarıyla karşılaşacak
mı?
Tarih
öncesi dönemlerde mitolojik hikayeler/kıssa etrafında toplanarak hayatını
anlamlı kılmaya çalışan insanlık bugün aynı şeyi vatan adını verdiği topraklar
için yapmaktadır. Ulus devletin cenneti olan o toprak/vatan için ölmektedir
insanlık ve kurguyu anlamlı kılan şüphesiz inananların samimiyeti, hayalleridir.
Zaten hep bir rüya ile başlamadı mı değişim ve dönüşüm? Hz. İbrahim, Hz. Muhammed,
Ertuğrul Gazi, Çin’in geleceğini inşa etme amacında olan Deng ya da Atom
Bombası’nın geliştirilmesi sürecinde Einstein bir rüya ile çıkmadı mı yola ve
bu rüyaları değerli kılan insanlığın mutluluğuna adanmış olmaları değil mi? Ancak
kendi rüyasını gerçekleştirmek için ötekinin gözyaşı dökmesine aldırış etmeyen
bir yaklaşım insanı ne derece mutlu kılabilir? Ne çabuk unuttu Yunus’un
çocukları yaratılanı yaratandan ötürü sevmeyi...
Hakikat
sevdalısı rüya mı görür yoksa gerçeğe ulaşmak ve onunla halkı aydınlatmak için
Platon misali zincirlerini kırarak rüyadan mı uyanır? Aslında birbirine paralel
iki yoldur bu. Rüyanın içindeki hakikati ve hakikatin içindeki rüyayı görmektir
mesele. Hep rüya ile çıkılmıştır yola ve rüya ile inşa edilmiştir toplum. Ama
bazen de güvenlik içinde yaşamak için özgürlüğümüzü feda ettiğimiz o kâbustan/toplumdan
uzaklaşmak, silkinmek ve gözümüzü açmak gerekir yeni bir
rüyaya...
0 yorum:
Yorum Gönder