5 Haziran 2017 Pazartesi

İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet - Dr. Nevin A. Mustafa

Hüseyin Paça 
Eser, Kahire Üniversitesi İktisadi ve Siyasi Bilimler Fakültesinde yapılan bir doktora çalışmasıdır. Muhalefet konusunda büyük bir özenle yapılan çalışma, kullanılan yöntemler, yapılan değerlendirmeler ve varılan sonuçlar açısından dikkate değer bir niteliktedir.
Yazar muhalefet konusunu ‘tarihi’, ‘siyasi-fikri’ ve ‘siyasi-teorik’ olmak üzere üç yaklaşım çerçevesinde incelemiştir. Birinci yaklaşım, Hz. Peygamber devrinden Abbasilerin ikinci yüz yılına kadar uzanan bir zaman dilimini kapsamıştır. İkinci yaklaşım, incelemenin yoğunlaşma eksenidir. Bu yaklaşım; ‘hilafet’, ‘saltanat’ ve ‘imamet’ gibi İslami liderlik modelleri ile ‘devrim’, ‘sabır’ ve ‘temekkün’ adı altında muhalefet ekollerini işlemektedir. Üçüncü yaklaşım, bir kısım ayrıntıları ele alma girişimi olarak belirlenmiştir.
Çalışma iki kısımdan oluşan özgün bir plan çerçevesinde işlenmiştir. Her kısım üç bölümü, her bölüm de üç ana fikri kapsayacak şekilde dizayn edilmiştir.  Birinci Kısım: Muhalefetin Fikri Temelleri adı altında;  Muhalefet Kavramı, Dinin Asılları ve Muhalefetin Temellendirilmesi ile Muhalefet ve İslam Toplumunda Liderlik Modelleri olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. İkinci Kısım: İslam Muhalefet Ekollerinin Siyasi Düşüncesi adı altında; Devrim Ekolu, Sabır Ekolü ve Temekkün Ekolü olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.        
Birinci Kısım, Birinci Bölüm,  Muhalefet Kavramı: Muhalefet sözcüğü değişik bağlamlarda değerlendirilmektedir. Buna göre: sözlük anlamıyla muhalefet kelimesi Arapça ‘ârada’ kökünden gelen ‘muârada’ kelimesiyle ifade edildiği görülmektedir. ‘Muârada’ kelimesinin tarihi anlamının gelişmesi olarak cahiliye şiirinde kullanıldığını, İslam düşüncesi alanında ise tasavvufi bir yazma eser başlığında kullanıldığı ifade edilmektedir. Bu yazma eser tasavvuf büyüklerinden Sehl b. Abdullah et-Tusterî’ye aittir. Adı; ‘el-Muârada ve’r-Red âlâ Ehli’l-Fırak ve Ehli’d-De’âvi fi’l-Ahvâl’dır (Mezhep Mensuplarına ve İhtilaf Edenlere Reddiye ve Muhalefet). Kelam mezheplerinin bazı görüşlerine yöneltilmiş birçok tenkidi içermektedir. Mezheplerin görüşlerini eleştirmek, açıklamak, eksik yönlerini sergilemek ve karşı görüşleri belirtmek suretiyle tenkitçi bir tutumu yansıttığı anlaşılmaktadır. Eserin başlığındaki ‘muârada’ kelimesi bilinçli olarak kullanılmıştır.
‘Muârada’ kelimesinin siyaset alanındaki anlamı; biri iktidarda olan ve hükümet diye adlandırılan, diğeri de iktidar dışında kalan ve muhalefet denilen ‘rol’ bölüşümündeki durumu ifade eder. Hükümete destek olmayan ve ona karşı olan ya da red cephesini oluşturan güçlerdir. ‘Muârada’ kelimesinin anlamı tercümeler yoluyla zenginleşmiş, hükümet sistemleri ile ilişkilendirilmiştir. Muhalefet kavramı Batıdan Arap dünyasına ‘muârada’ kelimesiyle tercüme edilmiştir.
‘Muarada’ kelimesi genel anlamda; ‘karşılık verme’, ‘müzakere’, ‘tenkit’, ‘karşı görüş belirtme’ ve ‘reddetme’ anlamları içermektedir. Özel anlamıyla; kişiden kişiye toplumdan topluma ve bir ilim dalından diğerine değişecek biçimde anlamlar içerdiği görülür. Bu bağlamda; ‘muârada’ya düşmanca bir tavır olarak bakılır ve ‘muârız’, yani ‘düşman’  anlamına gelir.  Bunun sonucu olarak ‘hıyanet’le eş anlamlı olur. İslam düşüncesinde ‘Muhalefet’ özel anlamıyla, İslam tarihinin çeşitli devreleri boyunca fikri ayrılığı göstermek için kullanılmıştır.
Muhalefetin terminolojik anlamı; bu kavram Batılı demokratik teori ile bağlantı kurularak özel bir anlam kazanmıştır. Demokrasilerde muhalefet önemli bir rol üstlenmektedir. Muhalefet yoksa demokrasi eksik sayılmaktadır. İslam düşüncesinde terminolojik olarak muhalefet meselesi Batılı terimdeki gibi ‘rol’ ile değil iktidardaki kişinin ideal plandaki durumuyla ilgilidir. Bu bağlamda İslam siyasi düşüncesinde ‘aktif’ ve ‘pasif’ olmak üzere iki çeşit muhalefet var olmuştur. Aktif muhalefet isyanlar şeklinde, pasif muhalefet ise sabır eğilimi şeklinde belirmiştir.  
İslam düşüncesindeki muhalefetin varlığını İslam prensipleri ile değerlendirmek gerekir. Vahiyle ortaya konan İslam’ın değişmez prensiplerine muhalefetin olamayacağı, bunun yanında vahiyle belirlenmemiş günlük siyasi hayatla ilgili ve şûra prensibi ile çözümlenebilecek konularda muhalefet olabilecektir. Tarihi süreç bunu göstermiştir. Bu bağlamda muhalefet diye adlandırılabilecek çok çeşitli dini siyasi fırka ve ekoller ortaya çıkmıştır. İslam siyasi düşüncesinde muhalefet inançla yakın ilişki içindedir. Muhalefet, dine aykırı olan her şeye karşı çıkmıştır. Bunun içindir ki, İslam tarihindeki tüm muhalefet hareketlerinin başlangıç noktası Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinde yer alan ideal İslam modelinden uzaklaşmalar olmuştur.
İkinci Bölüm, Dinin Asılları ve Muhalefetin Temellendirmesi; İslam siyasi düşüncesinde var olan muhalefetin kaynağı dinin asıllarından mı geliyor? Yoksa muhalefetle ilgili kültür birikiminden, etki-tepkilerden, tarihi tecrübenin temsil ettiği ve ortaya çıkardığı olaylardan mı geliyor?  Bu sorular; Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamberin sünneti ile ‘şûra’ ve ‘iyiliği emredip kötülükten alıkoymak’ prensipleri çerçevesinde cevaplandırılmaya çalışılmıştır.
Kur’an-ı Kerim ve Muhalefet: Kur’an-ı Kerim ‘anayasa’ kavramının terminolojik anlamıyla bir ‘anayasa’ sayılabilir mi? Devletlerin anayasaları genellikle; devletin şekli ve yapısı, bu konularda uğrayacak esaslar ve devletin organları olmak üzere üç konuyu içermektedir. Buna bağlamda Kur’an-ı Kerim’e diğer anayasalar gibi bir anlayışla bakılamaz. Kur’an yalnızca bir anayasa olmanın üstünde ve ötesindedir. Bir anayasadan daha geniş ve kapsamlıdır.  İslam siyasi düşüncesinde muhalefeti araştırmak için Kur’an'ın incelenmesi, her zaman ve her yere uygun olma ve belli bir uygulamayla sınırlanmak üzere prensip ve değerlerin araştırılması ile olur. Kur’an yönetim sistemlerinden belli birini düzenlenmemiştir. Genel prensipler getirmiştir.  Kur’an'ın, siyasi bir olgu ve prensip olarak "muhalefet" karşısındaki tutumunu ele alırken öncelikle Kur’an’daki bugünkü anlamıyla yönetim için kullanılan ‘hukm’ kelimesinin anlamını, yönetim prensiplerini, yönetim ve İslâmi akitlerin felsefesini incelemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de ‘hukm’ kelimesi ‘yargılama’ ve ‘uyuşmazlığı çözümleme’ anlamında kullanılır.
‘Allah'ın indirdiği ile hükmetme’ prensibinin üzerinde durmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’de Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyi ele alan bir çok ayet mevcuttur. Yüce Allah ‘Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri’; ‘kafir’, ‘zalim’ ve ‘fâsık’ olarak niteler. Konuyu iyi değerlendirebilmek için bu ayetlerin nüzul sebeplerini, içerdikleri genellik ve özellikleri bilmek gereklidir. Bu ayetlerdeki ‘hukm’den yargılama işi kastedilmektedir. Zira ayetlerin nüzul sebebi Yahudilerle ilgilidir. Kur’an-ı Kerim sözlükleri de bu kavramın anlamı çerçevesinde  ‘hükümet’ manasını kullanmamıştır. Öte yandan ‘hükümet’ kelimesinin hakem olayı çerçevesindeki konuşmasında Hz. Ali tarafından kullanıldığı görülmektedir. Buna göre ‘hükümet’ kelimesi tahkim olayını göstermek için kullanılmış, çağımızda yaygın olduğu gibi ‘hükümet’ yani yürütme gücü veya yönetim sistemi anlamında değil, uyuşmazlığın çözümlenmesi ve yargılama anlamı taşımaktadır.
Kur’an ve yönetim prensiplerine gelince, İslami yönetim sisteminin şekli ve yapısı Kur’an’da aranmamalıdır. Ancak böyle bir yönetim sistemi; ‘adalet’, ‘eşitlik’, ‘emaneti üstlenme’, ‘emanetin ehline verilmesi’ gibi Allah'ın iradesine ve şeriatına uygun prensip ve esaslar çerçevesinde oluşturulmalıdır. Kur’an-ı Kerim yönetimde akitleri bir borç bilmiş ve müminlerin buna uymasını istemiştir. Yönetim hususunda hilafete akit olarak bakılmış, bu bağlamda akitler biri ‘ehlu’l-hal ve’l-akd’ ile temsil edilen ‘ümmet’ diğeri yönetim emaneti kendisine verilen ‘yönetici’ olmak üzere iki taraflıdır. Yönetim akdi bey’at ile tamamlanmaktadır. Bey’a'tin temelinde irade hürriyeti ve zorlamanın bulunmayışı olduğu için yöneticinin akit şartlarını ihlal etmesi veya bey’atin ikrah altında alınmış olması durumunda muhalefet etmek meşru bir duruma gelmektedir.
Kur’an açısından yöneten ve yönetilen arasındaki ilişki ve bunun muhalefete yansımasına gelince; yöneten ve yönetilen ilahi kanun önünde eşit durumdadırlar. Dini düzenlemelerdeki emir ve yasaklar herkese uygulanır, idareciye özel ayrıcalıklı bir durum yoktur. Öyleyse yönetenin yaptığı işler eleştirilebilir, yaptıklarından dolayı sorumlu tutulabilir veya yaptıklarına muhalefet edilebilir. Kur’an-ı Kerim kendilerinden olan yöneticiye itaat etmeyi emretmektedir.  Ancak bunun ayette gösterilen bazı şartları da mevcuttur.
Muhalefet kavramının ifade edildiği anlam itibarıyla ‘muârada’ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yer almamaktadır. Ancak muhalefetin karşılığı olarak Kur’an-ı Kerim’de ihtilaf ve muhalefet çevresinde dönüp duran diğer kelimelerin içeriğinde anlamını bulmaktadır. Çekişme (tenûzu), tartışma (şicâr) ve fikri mücadele (cidâl ve mücâdele) kelimeleriyle ifade edilir. Kur’an; müminler toplumunu beşeri-fıtri gerçekten uzak olmayacağı ve ihtilaf etmelerinin ve çekişmelerinin mümkün olmadığı bir biçimde düşünmemiş, bilakis çekişme, tartışma ve fikri mücadelede kendisini gösteren tabii bir olgunun varlığını kabul etmiştir. Hatta Kur’an'ın görüş ayrılığı olgusunu ifade için kullandığı kelimeler muhalefet (muârada) kelimesinden daha geniş ve daha derindir. Bu bağlamda Kur’an açısından muhalefetin varlığı uzak veya beklenmeyen bir durum değildir.
Kur’an-ı Kerim’in muhalefete ve görüş ayrılığının çözümlenme biçimine yaklaşımına gelince; eğer konu dini işlerden biri ile ilgili ise bu alanda herhangi bir görüş belirtilemez, Kur’an ve sünnetine başvurmak suretiyle Allah ile Peygamber'in hakemliğine gidilir. Çekişme konusu fikir alma ve dayanışma ile ilgili ise şûraya uyulması gerekir. Şûradaki çözüm yönteminde muhalefet yapılabilir.
Kur’an-ı Kerim’e göre muhalefetin hükmü; ihtilaf konusu Allah'ın emirlerinden birini inkâr veya sahih sünnetten gelen hükümlere itiraz etme anlamındaysa muhalefet etmek haramdır. Zira bilinen net dini işlerde ihtilaf ve muhalefet olamaz. Aynı şekilde ümmeti parçalama ve fırkalaşmaya götüren, birliğini tehdit eden konularda da muhalefet etmek haramdır. Allah'ın hadlerinin çiğnenmesi veya dine karşı çıkılmayı içeren davranış bozuklukları, dini hükümlere aykırılık hususlarında karşı muhalefet yapmak vaciptir. Hakkında haram veya mekruh olduğuna dair bir nas bulunmayan dünya işleriyle ilgili konularda muhalefet mubah sayılır. Bu alan fikir alma ve danışma alanıdır. Şûra ile ilgili usul ve esaslara uyulur.
Hz. Peygamberin Sünneti ve Muhalefet; İtaatin sınırları hadislerde Allah'a isyan konusuyla birlikte zikredilmektedir. Hz. Peygamberin birçok sözünde cemaate bağlanmanın ve birlik olmanın teşvik edici olduğu görülmektedir. Peygamberin sünnetinde hadlerin çiğnendiği için öfkelenme durumu var olup kötülükten alıkoyan iyiliğe çağıran ve Allah'ın hadleri için öfke duyan muhalefet önemli bir görev görmektedir.                                  
Muhalefet hususunda Hz. Peygamberin sünnetine iki açıdan bakılabilir. Birincisi Hz. Peygamberin Allah’tan aldığı tebliği ve vahiy emanetini yerine getirmesini içeren durumlardır ki bunlara muhalefet edilmez, çünkü bunlar vahiydir. Bir konu ortaya geldiği zaman ashap Peygamberimize bunun bir vahiy mi yoksa kendi görüşü mü olduğunu sormaktaydı. Eğer vahiy ise teslim olmakta, muhalefet etmemekteydi. İkinci olarak Hz. Peygamberin, müminler topluluğunun başkanı sıfatıyla ve siyaseti ile ilgili işler konusunda muhalefet. Bu konuda Hz. Peygamberin görüşüne muhalif ve aykırı bir görüşün ileri sürülmesi ve benimsenmesi mümkündür. Örnekleri Peygamberimizin hayatında mevcuttur.  Şûra çerçevesinde kaldığı sürece Hz. Peygamber muhalefeti hoş karşılamış ve kabul etmiştir. Ancak muhalefet Hz. peygamberi eleştirmek veya şüphe uyandırmak şeklinde ise onu kabul etmemiş ve sert olmayan bir biçimde tepkisini göstermiştir. Hz. Peygamberin sünnetinde muhalefetin hükmüne gelince; muhalefet vahye yönelikse haramdır. Dine aykırılıklara, durumun düzeltilmesi ve işlerin dinin gereğine göre yürütülmesi konularında muhalefet yapmak vaciptir. Haram veya farz olmayan konularda muhalefet etmek ise mubahtır.
Şûra ve İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak Arasında Muhalefet; Âlimler şûranın İslami yönetimin en önemli prensibi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak yöneticinin başkasına görüş arz etmesinin hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Şûra, ‘otorite’ye ulaşmada önemli bir asıl olduğu için İslam'da otoritenin eski yöneticiden yenisine devri işleminde önemli rol oynayan muhalefetin kendisine gösterdiği bir alan durumundadır. ‘İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak’ İslam ümmetinin yükümlü tutulduğu inanç, ibadetler, hayat nizamı, siyaset ve ahlak prensipleri gibi Allah'ın dinine daveti kapsayan belli anlamda İslami bir terimdir. Bu prensip aynı zamanda muhalefetin meşruluk esas ve dayanaklarındandır. Böylelikle ‘iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak’, ister hükümet, isterse ona yöneltilen muhalefet tarafından yürütülsün yürüten açısından siyasi bir anlama sahiptir. Yüce Allah, müminleri kötülük karşısında susmamaya teşvik ediyor. Sadece kendilerinin iyilik yapması ve kötülüğü terk etmeleri yetmemekte, her yerde ve diğer insanlarda da aynen böyle oluncaya kadar çaba göstermeleri gerekir. Öyleyse kötülüğün önlenmesi herkesin görevidir. Kötülüğün önlenmesi ve hakka yardım konusundaki bu görev, belli bir zamanda iş başındaki otorite ile çatışmaya götürmekte, hatta dine sarılmaktan doğan ve meşruluğunu ondan alan otorite için bile bu böyledir. Allah'tan başkasının otoritesinin olmadığı tam bir şekilde kabul edilir.  Bu bağlamda ‘iyiliği emredip kötülükten alıkoymak’ konusundaki muhalefet meşruluğunu Kur’an-ı Kerim’de yer alan ayetlerden ve Hz. Peygamberin “Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin..." hadisinden almaktadır.
Bu hadisten anlaşıldığına göre, ‘iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymaya’ dayalı muhalefetin üç derecesi vardır. Bunlar 1) Kötülüğü düzeltmek için kuvvet kullanan muhalefet. Bu durum, hadisteki ‘onu eliyle düzeltsin’ ifadesiyle anlatılır. 2) Kötülük hakkındaki düşüncesini ve onu değiştirme isteğini açıklamak için konuşma ve hitabet mantığını kullanan muhalefet. ‘dil ile düzeltme’, tüm hitabet ve diyalog çeşitlerini kapsar. 3) ‘El ile’ ve ‘dil ile’ düzeltmeyip kötülüğü benimsememe ve muhalefetini gizleyen ve kalben yapılan muhalefet. Hadiste ‘kötülüğü düzeltme’ güç yetirme şartına bağlandığı görülmektedir. Böylece hadisin ifade ettiği ‘aktif’ ve ‘pasif’ olmak üzere iki dereceli bir muhalefet olduğu söylenebilir. Kötülüğü düzeltme araçları, ifade yolları ile muhalefetin hükmü çerçevesindeki görüşlere gelince; Ehl-i Sünnetin bir kısmı,  iyiliği emredip kötülükten alıkoymak için zalim yöneticinin karşısında silaha sarılmanın caiz olmadığını düşünür. Ehl-i Sünnetin diğer grupları ile Mu’tezile,  Haricîler ve Zeydiyye'ye göre; kötülüğü düzeltmenin başka bir yolu yoksa iyiliği emredip kötülükten alıkoymada kuvvet kullanmak vaciptir. İyiliği emredip kötülükten alıkoyma konusunda otoritenin denetlenmesine gelince; Ehl-i Sünnete göre yönetici, İslam kanununu uygulayan bir insandır, hata edebilir ve bunun sonucunda ona nasihatlerde bulunulabilir ve iyiliğe uyup kötülükten alıkonabilir. Şia’ya göre yöneticinin “masumluk” niteliğinden dolayı ona muhalefet edilemez.                                                                                                                
Üçüncü Bölüm, Muhalefet ve İslam Toplumunda Liderlik Modelleri; Hz. Peygamberin liderliği, hilafet ve muhalefet; Peygamber, insan hayatında Allah'ın hukuki hâkimiyetinin temsilcisidir. Buna göre Peygambere itaat, aynen Allah'a itaattir. Allah, Peygamberin emir ve yasaklarını tartışmasız ve muhalefetsiz kabul etmeyi ve ona teslim olmayı emreder.  
Hilafet ve Saltanat Modelleri ve Muhalefet;  1-) Hilafet Modeli, ‘Hilafet’ kelimesi Hz. Peygamber'in vefatından sonra doğan yönetim modelini göstermek için kullanılmıştır. Peygamberin liderliğinin niteliğini açıklar. Şayet Peygamberin görevi sadece Peygamberliği tebliğine mahsus ise bu noktada onun takipçisi ve halefi yoktur. O görevini son Peygamber olarak yapmıştır. Ancak o aynı zamanda İslam toplumunu yönetiyor ve liderliğini yapıyordu. Bundan dolayı dinin korunması ve dünya işlerini idare etmek için ondan sonra ona bir kimsenin halef olması gerekliydi. Hz. Ebubekir’in halife olarak adlandırılması, ümmet ile ilgili olarak Hz. Peygambere halef oluşundan dolayıdır.
Hilafet kavramı, tarihi olarak birkaç dönem geçirmiştir. Müslümanların ilk halifelik dönemine Râşit Halifelik denmesi adet olmuştur. Ehl-i Sünnet, bu dönemin yönetim sisteminde örnek alınması gereken ideal bir model olduğu hususunda ittifak etmiştir.  Hilafet modeli ve muhalefet; bu modelde, Kur’an ve sünnette kabul edilen esaslar ışığında, liderliği üstlenecek kişiyi seçmede ümmet için "hürriyet” alanı bırakılmıştır. Buradan hareketle, devletin en üst yönetici ve başkanına İslam kanununun uygulayıcısı ve ümmetin vekili olarak bakılır. Buna dayanarak, ümmetin onu muhasebe etme, hak ve adaletten ayrılınca görevinden alma hakkı vardır. Hz. Peygamber, halifeliği ümmete bırakmıştır. Ümmet, dinini koruyan ve dünya işini yöneten kişiyi seçmekteki hakkını kullanır. Hilafete birinci nesil açısından bakıldığında, seçimle hilafet şeklinde olduğu görülmektedir. Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer'i halef göstermesi ve Hz. Ömer'in içlerinden birini halife seçmek üzere bir kurul belirlemesi, devamında da Müslümanların görüş ve kabul etmelerine bağlamıştır. Bu modelde, otoritenin devredilmesi biçimi olarak ‘şûraya’ uyulmasının gereği açıktır. Râşit halifelerin seçimlerinin tümünde muhalif görüşlerin açıklanması mümkündü. Aynı şekilde onların döneminde Müslümanların her birinin otoriteyi denetleme hakkı olduğu da görülmektedir. Bu durum halifelerin seçildikleri sırada verdikleri hutbelerden anlaşılmaktadır. Muhalefet otoritenin devredilmesi ve denetlenmesine açıkça katılmıştır. 
2-) Saltanat Modeli; Saltanat modeline doğru ilk dönüşüm, otoritenin devri ve elde edilme yönteminde olmuştur. Muhalif görüşlere kendini ifade için fırsat veren şûra usulünün terkedilmesi ve yerini otoriteyi elde etmenin yolu olarak kuvvete dayanma yönteminin almasıdır. Bu şekilde liderlik, yönetici babanın oğluna bıraktığı özel bir mülk haline gelmiştir. İslam düşüncesi saltanat modelini fiili bir durum olarak görmüştür. Maverdî’nin, istila yoluyla valilikten söz ettiğini, zorunluluk hükmünü seçim hükmüne dayandırmak ve zaruretten doğan hükümleri ayrıntılı olarak açıkladığı görülmektedir. Bazı âlimler de yönetimde veliahtlık sistemini ele almış ve İslam toplumunda otoritenin devri için kabul edilebilir esas kılınacak bir meşruiyet unsuru bulmaya çalışmıştır. Görüşlerini Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer'i, Hz. Ömer'in de içlerinden birini halife olarak seçmek üzere yedi kişiyi halef göstermesine dayandırmışlardır. Saltanat modelinde otoritenin denetlenmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir.  Düşünce açıklama ve muhalefet baskı altına alınmıştır.
3-) İmamet Modeli ve Muhalefet; Bu model ‘imamet’ terimi ile ifade edilir. Bu terim genelde hilafetle eş anlamda kullanılmıştır. İslam düşüncesinde her iki terime de liderliğin birer ifadesi olarak bakılmıştır. Şia’nın imamet konusunda nazari bir düşüncesi vardır. Kuran'da nübüvvet, takva ve hidayet anlamındaki ‘imam’ teriminin gösterdiği dini karakter dolayısıyla İmamiyye Şia’sı onu dini ve manevi anlamıyla kullanmıştır. İmamlarına emir ve halifelerden daha fazla üstünlük vermeleri sebebiyle ‘imam’ unvanını tercih etmişlerdir.   Şia’ya göre imam, otoriteyi fiilen elinde tutsun veya tutmasın sadece şer’i hak sahibi anlamına gelir. Halifeye gelince fiili otorite sahibini gösterir. Şia, fiili otoriteyi elde etmedikleri sürece liderlerine "imam" demiştir. ‘İmam’ terimi Şia'dan önce de kullanılmıştır. Ne var ki bu terim Şia eliyle hilafet ve saltanat modellerinden ayırılan belli özellikler kazanmıştır.
Şia’daki imamet modelinde; ‘nas’ ve ‘vasiyetin’ yer alması ile imamın ‘masumluğu’ gibi farklılıklar mevcuttur.  Şia, imameti peygamberlik ile kıyas eder.  Bundan dolayıdır ki imamet makamı ‘nas’ ve ‘tayin’ esasına göre olur. İmam, Allah'ın ve Peygamberin naibidir.  Başkasına naip olmak ancak onun izniyle olur. Bundan dolayı imamet modelinde otoritenin devri işleminde görüş bildirme veya muhalefet etme olamaz. Bu konuda muhalefete yer yoktur. Aynı şekilde imamlar masum oldukları için onların denetlenmesi de mümkün değildir. İmamın kendisinden başka denetleyicisi olamaz. Allah ile arasında olanı o gözetir. Onunla ilgili nas koyan Allah'tır. Bu konuda yaratıkların müdahale hakkı yoktur.
İkinci Kısım, İslam Muhalefet Ekollerinin Siyasi Düşüncesi, Birinci Bölüm: Devrimci Ekol; Bu ekol, asıllarını ve köklerini bizzat İslam'ın derinliğinde ve tarihinde bulur. Haricîler ve Şia olmak üzere iki büyük kanadı vardır. Bunlara karşı devrim prensibini reddeden görüşler de mevcuttur. Bunlar devrim yolunu tutmaksızın mevcut durumu düzeltmek düşüncesindedirler. Devrimcilerin yapmış olduğu hareketler ‘isyankârlık’, ‘fitnecilik’ gibi kavramlarla ifade edilmiştir. Bununla birlikte devrim prensibini savunanlar da diğerlerini ‘pasiflik’ ve ‘suça ortak olmakla’ suçlamışlardır. Muhalefetini devrim ile gösteren İslam devrimci yöneticileri devrim yapmanın meşru olduğunu, Kur’an'ın ümmete iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı dayanışma yoluyla yerine getirmeye vacip kıldığına ve kötülüğü düzeltmenin ilk tercih yolu olarak kuvvet kullanmanın gerekli bir iş olduğuna dayandırmaktadırlar.  Bu görüşün taraftarları görüşlerini; ‘sizden iyiliğe çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun’, ‘siz insanlar için çıkarılmış o en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız’ ayetleri ile ‘sizden bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin…’ hadisine dayandırırlar.
1-) Haricîler ve Devrimci Muhalefet Konusundaki Düşünceleri; Haricîlerin ortaya çıkması Hz. Osman'ın katledilmesi sürecinden sonra Hz. Ali döneminde başlamıştır.  Düşüncelerinin iki genel prensibe dayandığını söyleyebiliriz. a-) Hz. Ali ve ondan önceki halifeler ve işleriyle ilgili genel hükümleri b-) Zalim sultana başkaldırmanın vacip oluşu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e verilen bey’ati ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk altı yılını kabul eder, sonrasını küfürle itham ederler. Hz. Ali ile ilgili bey’ati kabul eder, tahkimden sonrasını tekfir ederler. Halife seçiminin şûra ve hür seçimle olduğunu söyler, ehil olan herkesin halife olabileceğini belirtirler. İkinci prensibin açıklaması olarak halifenin seçimle ve şûra ile iş başına geleceği, iyi olan herkesin seçilebileceği görüşünü benimserler. Günah işleyenlerin kâfir oldukları, hüküm ancak Allah'ındır. Tekfire bağlı olarak ‘hicret’ anlayışı gelişmiştir. Bundan dolayıdır ki sayıları kırk kişiyi bulunca isyan etmek vaciptir. Sayı üç kişiden az olunca düşüncelerini gizleyebilirler. Bu prensiplerden dolayı tarihi süreç içerisinde Haricîler imkân buldukları takdirde her daim isyan etmişlerdir. Ne var ki bu isyanlar kalıcı ve etkili olamamıştır. Bununla birlikte tamamen yok edilememişlerdir.  
2-) Şia ve Diğer Bazı Fırkaların Düşüncelerinde Devrimci Yöneliş; Şia İslam düşüncesinde en önemli muhalefet ekollerinden biri olarak kabul edilir. Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi Şia hareketinin gelişiminde derin bir etki bırakmıştır. Daha sonra gelişen pek çok siyasi ve sosyal faktörler Şia’nın duygu vicdanını oluşturmaya yardımcı olmuştur. Bu faktörlerin ortaya çıkardığı sonuç devrimci yönelişe sahip Şia fırkalarının zuhuru şeklinde olmuştur. Bunlar; Keysâniye,  Zeydiyye ve İsmailiye olmak üzere üç Şia devrimci fırkalarıdır.
İkinci Bölüm: Sabır Ekolü; Sabır Ekolü, Ehl-i Sünnetin çoğunluğunun ve İsnâ Aşeriyye Şia’sının görüşlüdür. Taşkınlık, zülüm ve haksızlık karşısındaki tutumudur. Bu konuda onlar; zalim yöneticiye günah, mümine sabır düştüğü görüşündedirler. ‘Sevinçli ve kederli zamanlarda, sıkıntı sırasında sabredenler’  ayetinden hareket alırlar. İslami muhalefetin anlatım yollarından biri olan ‘sabır’, hiçbir şekilde zulmün ve taşkınlığın meşru olduğunu ve haklılığını onaylama ve kabullenmeyi içermeyen bir sabırdır.
Sabır prensibini benimseyen bu ekolün temsilcileri, ortaya çıkan ve ‘fitne’ olarak adlandırılan olaylarda fazla müdahaleci olmamışlardır. Hz. Osman devrinde ortaya çıkan ve katledilmesi ile sonuçlanan fitneye karışmaktan kaçınmışlar ve bu tutumlarını Hz. Ali devrinde de sürdürmüşlerdir. Böylelikle iki gruptan hangisinin daha haklı olduğu konusundaki hükmü ertelemişler ve durumu yüce Allah'a havale etmişlerdir. Sabır görüşünü; Hasan-ı Basrî’nin öğrencilerinden bir grubun sorusu ve onlara verilen cevap iyi bir şekilde açıklamaktadır. ‘Ey Ebu Said! (Haccac için) Haram kanını döken, haram malı alan, namazı terk eden, şunları şunları yapan şu azgın adamla savaş konusunda ne dersin?” diye sorduklarında Hasan-ı Basrî; ‘Bence onunla savaşmayın. Şayet o Allah’tan bir ceza ise siz kılıçlarınızla onun cezasını önleyemezsiniz. Bela ise Allah hükmünü verinceye kadar sabredin. O hüküm verenlerin en iyisidir.’ diye cevap vermektedir. Emevîler isyanı teşvik etmediğinden Hasan-ı Basrî’nin bu sözlerinden istifade etmişlerdir.
Sabır Ekolünün temsilcisi İsmâ Aşariye İmamiyesi; başkaldırı veya devrimi benimsememiştir. Ehl-i beytden bazılarının yaptığı tüm ayaklanmalar, ehl-i beytin oniki masum imamının öğretilerine aykırı sayılmıştır. İmam Cafer-i Sadık, Zeyd b. Ali'nin ayaklanmasına prensip ve sonuç açısından katılmaz. Bazı ehl-i beyt ayaklanmalarının karşılaştığı başarısızlık sebebiyle İsnâ Aşeriyye İmamiyesi’nin bu ayaklanmaları reddetmelerini artırmıştır. Bundan dolayı Zeyd b. Ali'nin ayaklanmasını reddederler.  Şia’nın maruz kalmış olduğu baskı ortamlarında ‘takiye’ prensini benimsedikleri görülmektedir.
Sabır Ekolünün diğer bir temsilcisi Ehl-i Sünnet; Ehl-i Sünnetin çoğunluğu muhalefet ile ilgili olarak ‘sabır’, ‘teslimiyet’ ve ‘mevcut durumu kabul’ tavrı takınmıştır.                                      Sünni düşüncenin, imamın görevden alınması ve zalim imamlara ayaklanma karşısındaki tutumuna gelince; imamet makamını üstlenecek kişi de bey’at sırasında bulunması gerekli nitelik ve şartların belirlenmesinden sonra söz konusu olur. Cüveynî’ye göre, imamın küçük hatalarına katlanılabilir. İmam birçok işler yapar, bunlar bütün Müslümanların işidir. Hatadan bir şekilde korunması zordur. İmam hata ederse, tövbe etmesi mümkündür. Bunun için her tasarrufta imamın hatalarını kollamak ve her sürçmesinde görevden alınmasını istemek, imametin faydasını azaltma, ona güven duymama ve insanların ellerini itaatten çekmeye teşvik sonucunu doğurur demektedir. İmam fâsık olur, fesadı ortaya çıkar, hadleri ve cezaları iptal eder ve Müslümanların menfaatlerine halel gelirse, bu durumda ona karşı kesin bir tutum takınmak gerekir. Ancak imamın makamından uzaklaştırılması ve görevden alınması nasıl mümkün olur? İmamın fesadından ortaya çıkan zarar ile görevden alınmasında beklenen zarar arasında mukayese yapmak gerekir. Şayet beklenen zarar, ortaya çıkandan fazla ise ortaya çıkan zararlara sabretmek, daha hafif olanına katlanmak gerekir.
Sabır Ekolü temsilcileri zalim iktidarla yardımlaşmama esasını benimsemişlerdir. Bir anlamda pasif bir muhalefet anlayışı geliştirmişlerdir. Liderlik olarak halifelik saltanata dönüşünce iş başındakiler kapsayıcı liderliğe ve tam güvene ehil olamadılar. Böylece Müslümanların liderlikleri ‘siyasi’ ve ‘dini’ liderlik olmak üzere iki kısma bölünmüş olduğu görülmektedir. Dini liderlik, güven duyarak ve din işlerinde önderliği olduğuna inanarak ümmetin kabul ettiği bir liderlik hâline gelmiştir. Bu iki liderlik arasındaki ilişki; nefret, çatışma ve güvensizlik ilişkisi olarak sürmüştür. Âlimlerin tutumu incelendiğinde, siyasete girmeme ve iktidarla herhangi bir ilişki kurmama şeklinde tezahür etmiştir. Katılmaktan uzaklaşma, sultanın bulunduğu yerlerden uzak durma ve kaçınma onların en belirgin tavırları olmuştur. Âlimlerin siyasete girmemeleri onları fıkıh ve hadis incelemelerine yöneltmiştir. Sultanlara sadece öğüt vermekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte yargılama işleri halifenin üstünde bir otoritenin devam ettiği şeklinde ortaya çıkmıştır.
Âlimlerin bu tutumu, korkularından veya kazanç duygularından kaynaklanmış değildir. Ümmetin yararını gözeten ve gerçekleşen zarar ile beklenen zararı karşılaştıran felsefenin bir ifadesidir. Aynı zamanda onlar, herhangi bir fitneye çağırmaksızın veya bir ayaklanmaya katılmış olmaksızın hakkı savunmak üzere kendilerini feda etme hususunda da tereddüt etmemişlerdir. Bu konuda Hasan-ı Basrî, Said b. el Müseyyeb,  Malik b. Enes, İmam Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in tutumları buna en güzel örnektir.
Üçüncü Bölüm: Temekkün Ekolü; Bu ekol başarısız kalan ayaklanma tecrübelerine bir tepki mahiyetindedir. Kötülüğün reddedilmesi ve ondan alıkonulması, bütün fırka ve mezheplerin ittifak ettiği bir durumdur. İhtilaf yalnızca kötülükten alıkoymanın seviye ve derecesindedir. Zorbanın imametini ve sabır prensibini tanıyan âlimlerin ve düşünürlerin hepsi, zulmün varlığı ve meydana gelişinden ortaya çıkmış bulunan zarar ile ona karşı ayaklanma ve değiştirme girişiminden beklenen zararı karşılaştırıyordu. Zararı yararından daha fazlaysa haram olur. Sabır Ekolünün düşünürleri, zalim veya gayrimeşru zorba yöneticiye karşı ayaklanmayı isyan olarak kabul etmemişlerdir. Onlara göre isyankâr meşru imama karşı haksız olarak ayaklanmadır. Onlardan hiçbirisi Hz. Hüseyin'in Yezid’e karşı ayaklanmasına isyan hükmü vermemişlerdir. Temekkün Ekolüne göre ayaklanmak için başarı garanti olmalıdır. Aksi hâlde ayaklanmanın sonucu, can ve mal kaybından, zalimin gücünü artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Buna göre temekkün, sabır ile devrim ekolu arasında bir yer edinmektedir. Temsilcileri Ebu Hanife ve Mu’tezile mezhebidir.
Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemde hilafet konusunda; fâsığın ve zalimin imameti asla caiz değildir ve bunun gölgesinde Müslümanların hiçbir cemaat işi yapmaları uygun olmaz prensibi ile zalim ve fasığın imameti devam ettiği sürece sahih olarak kalır görüşü hâkim idi. Ebu Hanife, ‘hak imam’ ile ‘fiili imam’ ayrımı yaptığı görülmektedir. Haricîler ve Şia göre, adil imam bulunmaması durumunda Müslümanların din ve dünya işleri fesada uğramış durumdadır. Buna göre; hac yoktur, cuma yoktur. Dolayısıyla Müslümanların dini veya siyasi hiçbir işi dine göre yerine getirilemez. Ebu Hanife bu zeminde: fiili imam olup imameti meşru olmasa bile hak imamın bulunmaması durumunda Müslümanların cemaat işleri dini olarak devam eder görüşündedir. Bununla birlikte Ebu Hanife muhalefet görüşünü de asla gizlememiş ve açık sözlerle ifade etmiştir. Ona göre zalim imama karşı ayaklanmak için yeterli sebebin olması ve daha fazla can ve mal kaybına yol açmayacak şekilde sonuçta başarılı olma şartı aranmalıdır.  
Temekkün Ekolünün diğer bir temsilcisi de Mu’tezile’dir. Onlara göre iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymayı verimli kılan şartlar vardır, bu şartlara göre davranmak gerekir. Bu şartlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyma işinin meyvesini vermesi ve ayaklanma için zafer şansının bulunup sadece enerji ve kan kaybına yol açmaması için garantidir. Mu’tezile'ye göre Emevî iktidarları fısk ve sapıklık içindedirler. İslam yönetiminin karakterinin şûraya dayalı halifelikten soydan devire dayalı ısırıcı saltanata dönüşmesi anlamına gelen pek çok büyük günaha dayalı olarak kurulmuştur. Böylelikle, bu çağda Mu’tezile’nin taşıdığı muhalefet, fikri temeli olan siyasi bir muhalefettir. Emevîler adalet şartını kaybetmiş ve fısk içindedirler. Bu yüzdendir ki imkân bulunması durumunda onlara karşı ayaklanmak ve devrim yapmak Müslümanlara vacip bir iştir. Onlara göre iktidar ganimet değil, Allah'ın dinini uygulamak için ümmetten bir mükellefiyettir. Mu’tezile’nin, Abbasiler döneminde zaman zaman devletle barışma, zaman zaman da devletle kavga etme aşamaları olmuştur.
Sonuç olarak şu söylenebilir; çalışmada incelenmiş olan ekollerin günümüze de yansıması olmaktadır. Devrim Ekolünün temsilcisi olan Haricîlerin göç etme prensipleri ile birlikte zaman zaman silahlı şiddete dayalı isyanlar biçiminde kendini göstermekte olduğu görülmektedir. Temekkün Ekolünün fikri yansıması olarak ‘İslamcı sol’ akımı gösterilebilir. Sabır Ekolünü benimsemiş olan İmami’ye fırkasının İran devrimi ile birlikte Devrim Ekolüne yaklaşmış olduğu değerlendirebilir. Sabır Ekolünün ana temsilcisi olarak Sünni düşüncenin selefi kavramlarla günümüze yansımış olduğu söylenebilir. Dini yaşamak için dinin asıllarına dönmek ve yenilenmek kavramlarıyla belirginleşmiştir.
                                    




1 yorum:

Yazarlar