Eser,
Kahire Üniversitesi İktisadi ve Siyasi Bilimler Fakültesinde yapılan bir
doktora çalışmasıdır. Muhalefet konusunda büyük bir özenle yapılan çalışma, kullanılan
yöntemler, yapılan değerlendirmeler ve varılan sonuçlar açısından dikkate değer
bir niteliktedir.
Yazar
muhalefet konusunu ‘tarihi’, ‘siyasi-fikri’ ve ‘siyasi-teorik’ olmak üzere üç
yaklaşım çerçevesinde incelemiştir. Birinci yaklaşım, Hz. Peygamber devrinden Abbasilerin
ikinci yüz yılına kadar uzanan bir zaman dilimini kapsamıştır. İkinci yaklaşım,
incelemenin yoğunlaşma eksenidir. Bu yaklaşım; ‘hilafet’, ‘saltanat’ ve ‘imamet’
gibi İslami liderlik modelleri ile ‘devrim’, ‘sabır’ ve ‘temekkün’ adı altında muhalefet
ekollerini işlemektedir. Üçüncü yaklaşım, bir kısım ayrıntıları ele alma
girişimi olarak belirlenmiştir.
Çalışma
iki kısımdan oluşan özgün bir plan çerçevesinde işlenmiştir. Her kısım üç
bölümü, her bölüm de üç ana fikri kapsayacak şekilde dizayn edilmiştir. Birinci Kısım: Muhalefetin Fikri
Temelleri adı altında; Muhalefet
Kavramı, Dinin Asılları ve Muhalefetin Temellendirilmesi ile Muhalefet ve İslam
Toplumunda Liderlik Modelleri olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. İkinci Kısım:
İslam Muhalefet Ekollerinin Siyasi Düşüncesi adı altında; Devrim Ekolu, Sabır
Ekolü ve Temekkün Ekolü olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır.
Birinci Kısım, Birinci Bölüm, Muhalefet Kavramı: Muhalefet sözcüğü değişik
bağlamlarda değerlendirilmektedir. Buna göre: sözlük anlamıyla muhalefet
kelimesi Arapça ‘ârada’ kökünden gelen ‘muârada’ kelimesiyle ifade edildiği
görülmektedir. ‘Muârada’ kelimesinin tarihi anlamının gelişmesi olarak cahiliye
şiirinde kullanıldığını, İslam düşüncesi alanında ise tasavvufi bir yazma eser
başlığında kullanıldığı ifade edilmektedir. Bu yazma eser tasavvuf büyüklerinden
Sehl b. Abdullah et-Tusterî’ye aittir. Adı; ‘el-Muârada ve’r-Red âlâ
Ehli’l-Fırak ve Ehli’d-De’âvi fi’l-Ahvâl’dır (Mezhep Mensuplarına ve İhtilaf Edenlere
Reddiye ve Muhalefet). Kelam mezheplerinin bazı görüşlerine yöneltilmiş birçok
tenkidi içermektedir. Mezheplerin görüşlerini eleştirmek, açıklamak, eksik
yönlerini sergilemek ve karşı görüşleri belirtmek suretiyle tenkitçi bir tutumu
yansıttığı anlaşılmaktadır. Eserin başlığındaki ‘muârada’ kelimesi bilinçli olarak
kullanılmıştır.
‘Muârada’
kelimesinin siyaset alanındaki anlamı; biri iktidarda olan ve hükümet diye
adlandırılan, diğeri de iktidar dışında kalan ve muhalefet denilen ‘rol’
bölüşümündeki durumu ifade eder. Hükümete destek olmayan ve ona karşı olan ya
da red cephesini oluşturan güçlerdir. ‘Muârada’ kelimesinin anlamı tercümeler
yoluyla zenginleşmiş, hükümet sistemleri ile ilişkilendirilmiştir. Muhalefet
kavramı Batıdan Arap dünyasına ‘muârada’ kelimesiyle tercüme edilmiştir.
‘Muarada’
kelimesi genel anlamda; ‘karşılık verme’, ‘müzakere’, ‘tenkit’, ‘karşı görüş
belirtme’ ve ‘reddetme’ anlamları içermektedir. Özel anlamıyla; kişiden kişiye
toplumdan topluma ve bir ilim dalından diğerine değişecek biçimde anlamlar
içerdiği görülür. Bu bağlamda; ‘muârada’ya düşmanca bir tavır olarak bakılır ve
‘muârız’, yani ‘düşman’ anlamına
gelir. Bunun sonucu olarak ‘hıyanet’le
eş anlamlı olur. İslam düşüncesinde ‘Muhalefet’ özel anlamıyla, İslam tarihinin
çeşitli devreleri boyunca fikri ayrılığı göstermek için kullanılmıştır.
Muhalefetin
terminolojik anlamı; bu kavram Batılı demokratik teori ile bağlantı kurularak
özel bir anlam kazanmıştır. Demokrasilerde muhalefet önemli bir rol
üstlenmektedir. Muhalefet yoksa demokrasi eksik sayılmaktadır. İslam
düşüncesinde terminolojik olarak muhalefet meselesi Batılı terimdeki gibi ‘rol’
ile değil iktidardaki kişinin ideal plandaki durumuyla ilgilidir. Bu bağlamda
İslam siyasi düşüncesinde ‘aktif’ ve ‘pasif’ olmak üzere iki çeşit muhalefet
var olmuştur. Aktif muhalefet isyanlar şeklinde, pasif muhalefet ise sabır
eğilimi şeklinde belirmiştir.
İslam
düşüncesindeki muhalefetin varlığını İslam prensipleri ile değerlendirmek
gerekir. Vahiyle ortaya konan İslam’ın değişmez prensiplerine muhalefetin
olamayacağı, bunun yanında vahiyle belirlenmemiş günlük siyasi hayatla ilgili ve
şûra prensibi ile çözümlenebilecek konularda muhalefet olabilecektir. Tarihi
süreç bunu göstermiştir. Bu bağlamda muhalefet diye adlandırılabilecek çok
çeşitli dini siyasi fırka ve ekoller ortaya çıkmıştır. İslam siyasi
düşüncesinde muhalefet inançla yakın ilişki içindedir. Muhalefet, dine aykırı
olan her şeye karşı çıkmıştır. Bunun içindir ki, İslam tarihindeki tüm
muhalefet hareketlerinin başlangıç noktası Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetinde
yer alan ideal İslam modelinden uzaklaşmalar olmuştur.
İkinci Bölüm, Dinin Asılları ve Muhalefetin
Temellendirmesi; İslam
siyasi düşüncesinde var olan muhalefetin kaynağı dinin asıllarından mı geliyor?
Yoksa muhalefetle ilgili kültür birikiminden, etki-tepkilerden, tarihi
tecrübenin temsil ettiği ve ortaya çıkardığı olaylardan mı geliyor? Bu sorular; Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamberin
sünneti ile ‘şûra’ ve ‘iyiliği emredip kötülükten alıkoymak’ prensipleri çerçevesinde
cevaplandırılmaya çalışılmıştır.
Kur’an-ı Kerim ve Muhalefet: Kur’an-ı Kerim ‘anayasa’ kavramının
terminolojik anlamıyla bir ‘anayasa’ sayılabilir mi? Devletlerin anayasaları
genellikle; devletin şekli ve yapısı, bu konularda uğrayacak esaslar ve
devletin organları olmak üzere üç konuyu içermektedir. Buna bağlamda Kur’an-ı
Kerim’e diğer anayasalar gibi bir anlayışla bakılamaz. Kur’an yalnızca bir
anayasa olmanın üstünde ve ötesindedir. Bir anayasadan daha geniş ve
kapsamlıdır. İslam siyasi düşüncesinde
muhalefeti araştırmak için Kur’an'ın incelenmesi, her zaman ve her yere uygun
olma ve belli bir uygulamayla sınırlanmak üzere prensip ve değerlerin
araştırılması ile olur. Kur’an yönetim sistemlerinden belli birini düzenlenmemiştir.
Genel prensipler getirmiştir. Kur’an'ın,
siyasi bir olgu ve prensip olarak "muhalefet" karşısındaki tutumunu
ele alırken öncelikle Kur’an’daki bugünkü anlamıyla yönetim için kullanılan ‘hukm’
kelimesinin anlamını, yönetim prensiplerini, yönetim ve İslâmi akitlerin
felsefesini incelemek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de ‘hukm’ kelimesi ‘yargılama’ ve
‘uyuşmazlığı çözümleme’ anlamında kullanılır.
‘Allah'ın
indirdiği ile hükmetme’ prensibinin üzerinde durmak gerekir. Kur’an-ı Kerim’de Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmeyi ele alan bir çok ayet mevcuttur. Yüce Allah
‘Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenleri’; ‘kafir’, ‘zalim’ ve ‘fâsık’ olarak
niteler. Konuyu iyi değerlendirebilmek için bu ayetlerin nüzul sebeplerini,
içerdikleri genellik ve özellikleri bilmek gereklidir. Bu ayetlerdeki ‘hukm’den
yargılama işi kastedilmektedir. Zira ayetlerin nüzul sebebi Yahudilerle
ilgilidir. Kur’an-ı Kerim sözlükleri de bu kavramın anlamı çerçevesinde ‘hükümet’ manasını kullanmamıştır. Öte yandan ‘hükümet’
kelimesinin hakem olayı çerçevesindeki konuşmasında Hz. Ali tarafından
kullanıldığı görülmektedir. Buna göre ‘hükümet’ kelimesi tahkim olayını
göstermek için kullanılmış, çağımızda yaygın olduğu gibi ‘hükümet’ yani yürütme
gücü veya yönetim sistemi anlamında değil, uyuşmazlığın çözümlenmesi ve
yargılama anlamı taşımaktadır.
Kur’an
ve yönetim prensiplerine gelince, İslami yönetim sisteminin şekli ve yapısı Kur’an’da
aranmamalıdır. Ancak böyle bir yönetim sistemi; ‘adalet’, ‘eşitlik’, ‘emaneti üstlenme’,
‘emanetin ehline verilmesi’ gibi Allah'ın iradesine ve şeriatına uygun prensip
ve esaslar çerçevesinde oluşturulmalıdır. Kur’an-ı Kerim yönetimde akitleri bir
borç bilmiş ve müminlerin buna uymasını istemiştir. Yönetim hususunda hilafete
akit olarak bakılmış, bu bağlamda akitler biri ‘ehlu’l-hal ve’l-akd’ ile temsil
edilen ‘ümmet’ diğeri yönetim emaneti kendisine verilen ‘yönetici’ olmak üzere
iki taraflıdır. Yönetim akdi bey’at ile tamamlanmaktadır. Bey’a'tin temelinde
irade hürriyeti ve zorlamanın bulunmayışı olduğu için yöneticinin akit
şartlarını ihlal etmesi veya bey’atin ikrah altında alınmış olması durumunda
muhalefet etmek meşru bir duruma gelmektedir.
Kur’an
açısından yöneten ve yönetilen arasındaki ilişki ve bunun muhalefete yansımasına
gelince; yöneten ve yönetilen ilahi kanun önünde eşit durumdadırlar. Dini düzenlemelerdeki
emir ve yasaklar herkese uygulanır, idareciye özel ayrıcalıklı bir durum
yoktur. Öyleyse yönetenin yaptığı işler eleştirilebilir, yaptıklarından dolayı
sorumlu tutulabilir veya yaptıklarına muhalefet edilebilir. Kur’an-ı Kerim
kendilerinden olan yöneticiye itaat etmeyi emretmektedir. Ancak bunun ayette gösterilen bazı şartları da
mevcuttur.
Muhalefet
kavramının ifade edildiği anlam itibarıyla ‘muârada’ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de
yer almamaktadır. Ancak muhalefetin karşılığı olarak Kur’an-ı Kerim’de ihtilaf
ve muhalefet çevresinde dönüp duran diğer kelimelerin içeriğinde anlamını
bulmaktadır. Çekişme (tenûzu), tartışma (şicâr) ve fikri mücadele (cidâl ve mücâdele)
kelimeleriyle ifade edilir. Kur’an; müminler toplumunu beşeri-fıtri gerçekten
uzak olmayacağı ve ihtilaf etmelerinin ve çekişmelerinin mümkün olmadığı bir
biçimde düşünmemiş, bilakis çekişme, tartışma ve fikri mücadelede kendisini
gösteren tabii bir olgunun varlığını kabul etmiştir. Hatta Kur’an'ın görüş
ayrılığı olgusunu ifade için kullandığı kelimeler muhalefet (muârada)
kelimesinden daha geniş ve daha derindir. Bu bağlamda Kur’an açısından
muhalefetin varlığı uzak veya beklenmeyen bir durum değildir.
Kur’an-ı
Kerim’in muhalefete ve görüş ayrılığının çözümlenme biçimine yaklaşımına
gelince; eğer konu dini işlerden biri ile ilgili ise bu alanda herhangi bir
görüş belirtilemez, Kur’an ve sünnetine başvurmak suretiyle Allah ile
Peygamber'in hakemliğine gidilir. Çekişme konusu fikir alma ve dayanışma ile
ilgili ise şûraya uyulması gerekir. Şûradaki çözüm yönteminde muhalefet
yapılabilir.
Kur’an-ı
Kerim’e göre muhalefetin hükmü; ihtilaf konusu Allah'ın emirlerinden birini inkâr
veya sahih sünnetten gelen hükümlere itiraz etme anlamındaysa muhalefet etmek
haramdır. Zira bilinen net dini işlerde ihtilaf ve muhalefet olamaz. Aynı
şekilde ümmeti parçalama ve fırkalaşmaya götüren, birliğini tehdit eden
konularda da muhalefet etmek haramdır. Allah'ın hadlerinin çiğnenmesi veya dine
karşı çıkılmayı içeren davranış bozuklukları, dini hükümlere aykırılık
hususlarında karşı muhalefet yapmak vaciptir. Hakkında haram veya mekruh
olduğuna dair bir nas bulunmayan dünya işleriyle ilgili konularda muhalefet mubah
sayılır. Bu alan fikir alma ve danışma alanıdır. Şûra ile ilgili usul ve esaslara
uyulur.
Hz. Peygamberin Sünneti ve Muhalefet; İtaatin sınırları hadislerde
Allah'a isyan konusuyla birlikte zikredilmektedir. Hz. Peygamberin birçok
sözünde cemaate bağlanmanın ve birlik olmanın teşvik edici olduğu
görülmektedir. Peygamberin sünnetinde hadlerin çiğnendiği için öfkelenme durumu
var olup kötülükten alıkoyan iyiliğe çağıran ve Allah'ın hadleri için öfke
duyan muhalefet önemli bir görev görmektedir.
Muhalefet
hususunda Hz. Peygamberin sünnetine iki açıdan bakılabilir. Birincisi Hz.
Peygamberin Allah’tan aldığı tebliği ve vahiy emanetini yerine getirmesini içeren
durumlardır ki bunlara muhalefet edilmez, çünkü bunlar vahiydir. Bir konu
ortaya geldiği zaman ashap Peygamberimize bunun bir vahiy mi yoksa kendi görüşü
mü olduğunu sormaktaydı. Eğer vahiy ise teslim olmakta, muhalefet etmemekteydi.
İkinci olarak Hz. Peygamberin, müminler topluluğunun başkanı sıfatıyla ve siyaseti
ile ilgili işler konusunda muhalefet. Bu konuda Hz. Peygamberin görüşüne
muhalif ve aykırı bir görüşün ileri sürülmesi ve benimsenmesi mümkündür. Örnekleri
Peygamberimizin hayatında mevcuttur. Şûra
çerçevesinde kaldığı sürece Hz. Peygamber muhalefeti hoş karşılamış ve kabul etmiştir.
Ancak muhalefet Hz. peygamberi eleştirmek veya şüphe uyandırmak şeklinde ise
onu kabul etmemiş ve sert olmayan bir biçimde tepkisini göstermiştir. Hz. Peygamberin
sünnetinde muhalefetin hükmüne gelince; muhalefet vahye yönelikse haramdır. Dine
aykırılıklara, durumun düzeltilmesi ve işlerin dinin gereğine göre yürütülmesi
konularında muhalefet yapmak vaciptir. Haram veya farz olmayan konularda
muhalefet etmek ise mubahtır.
Şûra ve İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak Arasında Muhalefet; Âlimler şûranın İslami yönetimin
en önemli prensibi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak yöneticinin
başkasına görüş arz etmesinin hükmünde ihtilaf etmişlerdir. Şûra, ‘otorite’ye ulaşmada
önemli bir asıl olduğu için İslam'da otoritenin eski yöneticiden yenisine devri
işleminde önemli rol oynayan muhalefetin kendisine gösterdiği bir alan
durumundadır. ‘İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak’ İslam ümmetinin
yükümlü tutulduğu inanç, ibadetler, hayat nizamı, siyaset ve ahlak prensipleri
gibi Allah'ın dinine daveti kapsayan belli anlamda İslami bir terimdir. Bu
prensip aynı zamanda muhalefetin meşruluk esas ve dayanaklarındandır.
Böylelikle ‘iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak’, ister hükümet, isterse
ona yöneltilen muhalefet tarafından yürütülsün yürüten açısından siyasi bir
anlama sahiptir. Yüce Allah, müminleri kötülük karşısında susmamaya teşvik
ediyor. Sadece kendilerinin iyilik yapması ve kötülüğü terk etmeleri yetmemekte,
her yerde ve diğer insanlarda da aynen böyle oluncaya kadar çaba göstermeleri
gerekir. Öyleyse kötülüğün önlenmesi herkesin görevidir. Kötülüğün önlenmesi ve
hakka yardım konusundaki bu görev, belli bir zamanda iş başındaki otorite ile
çatışmaya götürmekte, hatta dine sarılmaktan doğan ve meşruluğunu ondan alan
otorite için bile bu böyledir. Allah'tan başkasının otoritesinin olmadığı tam
bir şekilde kabul edilir. Bu bağlamda ‘iyiliği
emredip kötülükten alıkoymak’ konusundaki muhalefet meşruluğunu Kur’an-ı Kerim’de
yer alan ayetlerden ve Hz. Peygamberin “Sizden bir kötülüğü gören, onu eliyle
düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin..." hadisinden almaktadır.
Bu
hadisten anlaşıldığına göre, ‘iyiliği emretme ve kötülükten alıkoymaya’ dayalı
muhalefetin üç derecesi vardır. Bunlar 1) Kötülüğü düzeltmek için kuvvet kullanan
muhalefet. Bu durum, hadisteki ‘onu eliyle düzeltsin’ ifadesiyle anlatılır. 2) Kötülük
hakkındaki düşüncesini ve onu değiştirme isteğini açıklamak için konuşma ve hitabet
mantığını kullanan muhalefet. ‘dil ile düzeltme’, tüm hitabet ve diyalog
çeşitlerini kapsar. 3) ‘El ile’ ve ‘dil ile’ düzeltmeyip kötülüğü benimsememe ve
muhalefetini gizleyen ve kalben yapılan muhalefet. Hadiste ‘kötülüğü düzeltme’ güç
yetirme şartına bağlandığı görülmektedir. Böylece hadisin ifade ettiği ‘aktif’
ve ‘pasif’ olmak üzere iki dereceli bir muhalefet olduğu söylenebilir. Kötülüğü
düzeltme araçları, ifade yolları ile muhalefetin hükmü çerçevesindeki görüşlere
gelince; Ehl-i Sünnetin bir kısmı, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak için
zalim yöneticinin karşısında silaha sarılmanın caiz olmadığını düşünür. Ehl-i Sünnetin
diğer grupları ile Mu’tezile, Haricîler
ve Zeydiyye'ye göre; kötülüğü düzeltmenin başka bir yolu yoksa iyiliği emredip
kötülükten alıkoymada kuvvet kullanmak vaciptir. İyiliği emredip kötülükten
alıkoyma konusunda otoritenin denetlenmesine gelince; Ehl-i Sünnete göre yönetici,
İslam kanununu uygulayan bir insandır, hata edebilir ve bunun sonucunda ona nasihatlerde
bulunulabilir ve iyiliğe uyup kötülükten alıkonabilir. Şia’ya göre yöneticinin
“masumluk” niteliğinden dolayı ona muhalefet edilemez.
Üçüncü Bölüm, Muhalefet ve İslam Toplumunda Liderlik
Modelleri; Hz.
Peygamberin liderliği, hilafet ve muhalefet; Peygamber, insan hayatında
Allah'ın hukuki hâkimiyetinin temsilcisidir. Buna göre Peygambere itaat, aynen
Allah'a itaattir. Allah, Peygamberin emir ve yasaklarını tartışmasız ve
muhalefetsiz kabul etmeyi ve ona teslim olmayı emreder.
Hilafet ve Saltanat Modelleri ve Muhalefet; 1-) Hilafet Modeli, ‘Hilafet’ kelimesi Hz. Peygamber'in
vefatından sonra doğan yönetim modelini göstermek için kullanılmıştır. Peygamberin
liderliğinin niteliğini açıklar. Şayet Peygamberin görevi sadece Peygamberliği
tebliğine mahsus ise bu noktada onun takipçisi ve halefi yoktur. O görevini son
Peygamber olarak yapmıştır. Ancak o aynı zamanda İslam toplumunu yönetiyor ve
liderliğini yapıyordu. Bundan dolayı dinin korunması ve dünya işlerini idare
etmek için ondan sonra ona bir kimsenin halef olması gerekliydi. Hz. Ebubekir’in
halife olarak adlandırılması, ümmet ile ilgili olarak Hz. Peygambere halef
oluşundan dolayıdır.
Hilafet
kavramı, tarihi olarak birkaç dönem geçirmiştir. Müslümanların ilk halifelik
dönemine Râşit Halifelik denmesi adet olmuştur. Ehl-i Sünnet, bu dönemin yönetim
sisteminde örnek alınması gereken ideal bir model olduğu hususunda ittifak
etmiştir. Hilafet modeli ve muhalefet; bu
modelde, Kur’an ve sünnette kabul edilen esaslar ışığında, liderliği üstlenecek
kişiyi seçmede ümmet için "hürriyet” alanı bırakılmıştır. Buradan hareketle,
devletin en üst yönetici ve başkanına İslam kanununun uygulayıcısı ve ümmetin
vekili olarak bakılır. Buna dayanarak, ümmetin onu muhasebe etme, hak ve
adaletten ayrılınca görevinden alma hakkı vardır. Hz. Peygamber, halifeliği
ümmete bırakmıştır. Ümmet, dinini koruyan ve dünya işini yöneten kişiyi
seçmekteki hakkını kullanır. Hilafete birinci nesil açısından bakıldığında, seçimle
hilafet şeklinde olduğu görülmektedir. Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer'i halef
göstermesi ve Hz. Ömer'in içlerinden birini halife seçmek üzere bir kurul
belirlemesi, devamında da Müslümanların görüş ve kabul etmelerine bağlamıştır.
Bu modelde, otoritenin devredilmesi biçimi olarak ‘şûraya’ uyulmasının gereği açıktır.
Râşit halifelerin seçimlerinin tümünde muhalif görüşlerin açıklanması mümkündü.
Aynı şekilde onların döneminde Müslümanların her birinin otoriteyi denetleme
hakkı olduğu da görülmektedir. Bu durum halifelerin seçildikleri sırada
verdikleri hutbelerden anlaşılmaktadır. Muhalefet otoritenin devredilmesi ve denetlenmesine
açıkça katılmıştır.
2-) Saltanat Modeli; Saltanat modeline doğru ilk dönüşüm,
otoritenin devri ve elde edilme yönteminde olmuştur. Muhalif görüşlere kendini
ifade için fırsat veren şûra usulünün terkedilmesi ve yerini otoriteyi elde
etmenin yolu olarak kuvvete dayanma yönteminin almasıdır. Bu şekilde liderlik,
yönetici babanın oğluna bıraktığı özel bir mülk haline gelmiştir. İslam düşüncesi
saltanat modelini fiili bir durum olarak görmüştür. Maverdî’nin, istila yoluyla
valilikten söz ettiğini, zorunluluk hükmünü seçim hükmüne dayandırmak ve zaruretten
doğan hükümleri ayrıntılı olarak açıkladığı görülmektedir. Bazı âlimler de
yönetimde veliahtlık sistemini ele almış ve İslam toplumunda otoritenin devri
için kabul edilebilir esas kılınacak bir meşruiyet unsuru bulmaya çalışmıştır.
Görüşlerini Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer'i, Hz. Ömer'in de içlerinden birini halife
olarak seçmek üzere yedi kişiyi halef göstermesine dayandırmışlardır. Saltanat
modelinde otoritenin denetlenmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. Düşünce açıklama ve muhalefet baskı altına
alınmıştır.
3-) İmamet Modeli ve Muhalefet; Bu model ‘imamet’ terimi ile ifade
edilir. Bu terim genelde hilafetle eş anlamda kullanılmıştır. İslam düşüncesinde
her iki terime de liderliğin birer ifadesi olarak bakılmıştır. Şia’nın imamet
konusunda nazari bir düşüncesi vardır. Kuran'da nübüvvet, takva ve hidayet
anlamındaki ‘imam’ teriminin gösterdiği dini karakter dolayısıyla İmamiyye
Şia’sı onu dini ve manevi anlamıyla kullanmıştır. İmamlarına emir ve
halifelerden daha fazla üstünlük vermeleri sebebiyle ‘imam’ unvanını tercih
etmişlerdir. Şia’ya göre imam, otoriteyi
fiilen elinde tutsun veya tutmasın sadece şer’i hak sahibi anlamına gelir.
Halifeye gelince fiili otorite sahibini gösterir. Şia, fiili otoriteyi elde
etmedikleri sürece liderlerine "imam" demiştir. ‘İmam’ terimi Şia'dan
önce de kullanılmıştır. Ne var ki bu terim Şia eliyle hilafet ve saltanat
modellerinden ayırılan belli özellikler kazanmıştır.
Şia’daki
imamet modelinde; ‘nas’ ve ‘vasiyetin’ yer alması ile imamın ‘masumluğu’ gibi
farklılıklar mevcuttur. Şia, imameti
peygamberlik ile kıyas eder. Bundan
dolayıdır ki imamet makamı ‘nas’ ve ‘tayin’ esasına göre olur. İmam, Allah'ın
ve Peygamberin naibidir. Başkasına naip
olmak ancak onun izniyle olur. Bundan dolayı imamet modelinde otoritenin devri
işleminde görüş bildirme veya muhalefet etme olamaz. Bu konuda muhalefete yer
yoktur. Aynı şekilde imamlar masum oldukları için onların denetlenmesi de mümkün
değildir. İmamın kendisinden başka denetleyicisi olamaz. Allah ile arasında
olanı o gözetir. Onunla ilgili nas koyan Allah'tır. Bu konuda yaratıkların
müdahale hakkı yoktur.
İkinci Kısım, İslam Muhalefet Ekollerinin Siyasi
Düşüncesi, Birinci Bölüm: Devrimci Ekol; Bu ekol, asıllarını ve köklerini
bizzat İslam'ın derinliğinde ve tarihinde bulur. Haricîler ve Şia olmak üzere iki
büyük kanadı vardır. Bunlara karşı devrim prensibini reddeden görüşler de mevcuttur.
Bunlar devrim yolunu tutmaksızın mevcut durumu düzeltmek düşüncesindedirler. Devrimcilerin
yapmış olduğu hareketler ‘isyankârlık’, ‘fitnecilik’ gibi kavramlarla ifade
edilmiştir. Bununla birlikte devrim prensibini savunanlar da diğerlerini ‘pasiflik’
ve ‘suça ortak olmakla’ suçlamışlardır. Muhalefetini devrim ile gösteren İslam
devrimci yöneticileri devrim yapmanın meşru olduğunu, Kur’an'ın ümmete iyiliği
emredip kötülükten alıkoymayı dayanışma yoluyla yerine getirmeye vacip
kıldığına ve kötülüğü düzeltmenin ilk tercih yolu olarak kuvvet kullanmanın gerekli
bir iş olduğuna dayandırmaktadırlar. Bu
görüşün taraftarları görüşlerini; ‘sizden iyiliğe çağıran, iyiliği emreden ve
kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun’, ‘siz insanlar için çıkarılmış o en
hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız’ ayetleri ile ‘sizden
bir kötülüğü gören onu eliyle düzeltsin…’ hadisine dayandırırlar.
1-) Haricîler ve Devrimci Muhalefet Konusundaki
Düşünceleri; Haricîlerin
ortaya çıkması Hz. Osman'ın katledilmesi sürecinden sonra Hz. Ali döneminde
başlamıştır. Düşüncelerinin iki genel prensibe
dayandığını söyleyebiliriz. a-) Hz. Ali ve ondan önceki halifeler ve işleriyle
ilgili genel hükümleri b-) Zalim sultana başkaldırmanın vacip oluşu. Hz. Ebubekir
ve Hz. Ömer'e verilen bey’ati ile Hz. Osman'ın hilafetinin ilk altı yılını
kabul eder, sonrasını küfürle itham ederler. Hz. Ali ile ilgili bey’ati kabul
eder, tahkimden sonrasını tekfir ederler. Halife seçiminin şûra ve hür seçimle
olduğunu söyler, ehil olan herkesin halife olabileceğini belirtirler. İkinci
prensibin açıklaması olarak halifenin seçimle ve şûra ile iş başına geleceği,
iyi olan herkesin seçilebileceği görüşünü benimserler. Günah işleyenlerin kâfir
oldukları, hüküm ancak Allah'ındır. Tekfire bağlı olarak ‘hicret’ anlayışı
gelişmiştir. Bundan dolayıdır ki sayıları kırk kişiyi bulunca isyan etmek
vaciptir. Sayı üç kişiden az olunca düşüncelerini gizleyebilirler. Bu
prensiplerden dolayı tarihi süreç içerisinde Haricîler imkân buldukları
takdirde her daim isyan etmişlerdir. Ne var ki bu isyanlar kalıcı ve etkili
olamamıştır. Bununla birlikte tamamen yok edilememişlerdir.
2-) Şia ve Diğer Bazı Fırkaların Düşüncelerinde Devrimci
Yöneliş; Şia İslam
düşüncesinde en önemli muhalefet ekollerinden biri olarak kabul edilir. Hz.
Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi Şia hareketinin gelişiminde derin bir etki
bırakmıştır. Daha sonra gelişen pek çok siyasi ve sosyal faktörler Şia’nın
duygu vicdanını oluşturmaya yardımcı olmuştur. Bu faktörlerin ortaya çıkardığı
sonuç devrimci yönelişe sahip Şia fırkalarının zuhuru şeklinde olmuştur. Bunlar;
Keysâniye, Zeydiyye ve İsmailiye olmak
üzere üç Şia devrimci fırkalarıdır.
İkinci Bölüm: Sabır Ekolü; Sabır Ekolü, Ehl-i Sünnetin çoğunluğunun
ve İsnâ Aşeriyye Şia’sının görüşlüdür. Taşkınlık, zülüm ve haksızlık
karşısındaki tutumudur. Bu konuda onlar; zalim yöneticiye günah, mümine sabır
düştüğü görüşündedirler. ‘Sevinçli ve kederli zamanlarda, sıkıntı sırasında
sabredenler’ ayetinden hareket alırlar.
İslami muhalefetin anlatım yollarından biri olan ‘sabır’, hiçbir şekilde zulmün
ve taşkınlığın meşru olduğunu ve haklılığını onaylama ve kabullenmeyi içermeyen
bir sabırdır.
Sabır
prensibini benimseyen bu ekolün temsilcileri, ortaya çıkan ve ‘fitne’ olarak
adlandırılan olaylarda fazla müdahaleci olmamışlardır. Hz. Osman devrinde
ortaya çıkan ve katledilmesi ile sonuçlanan fitneye karışmaktan kaçınmışlar ve
bu tutumlarını Hz. Ali devrinde de sürdürmüşlerdir. Böylelikle iki gruptan hangisinin
daha haklı olduğu konusundaki hükmü ertelemişler ve durumu yüce Allah'a havale
etmişlerdir. Sabır görüşünü; Hasan-ı Basrî’nin öğrencilerinden bir grubun
sorusu ve onlara verilen cevap iyi bir şekilde açıklamaktadır. ‘Ey Ebu Said!
(Haccac için) Haram kanını döken, haram malı alan, namazı terk eden, şunları
şunları yapan şu azgın adamla savaş konusunda ne dersin?” diye sorduklarında Hasan-ı
Basrî; ‘Bence onunla savaşmayın. Şayet o Allah’tan bir ceza ise siz
kılıçlarınızla onun cezasını önleyemezsiniz. Bela ise Allah hükmünü verinceye
kadar sabredin. O hüküm verenlerin en iyisidir.’ diye cevap vermektedir. Emevîler
isyanı teşvik etmediğinden Hasan-ı Basrî’nin bu sözlerinden istifade etmişlerdir.
Sabır
Ekolünün temsilcisi İsmâ Aşariye İmamiyesi; başkaldırı veya devrimi
benimsememiştir. Ehl-i beytden bazılarının yaptığı tüm ayaklanmalar, ehl-i beytin
oniki masum imamının öğretilerine aykırı sayılmıştır. İmam Cafer-i Sadık, Zeyd b.
Ali'nin ayaklanmasına prensip ve sonuç açısından katılmaz. Bazı ehl-i beyt
ayaklanmalarının karşılaştığı başarısızlık sebebiyle İsnâ Aşeriyye İmamiyesi’nin
bu ayaklanmaları reddetmelerini artırmıştır. Bundan dolayı Zeyd b. Ali'nin
ayaklanmasını reddederler. Şia’nın maruz
kalmış olduğu baskı ortamlarında ‘takiye’ prensini benimsedikleri
görülmektedir.
Sabır
Ekolünün diğer bir temsilcisi Ehl-i Sünnet; Ehl-i Sünnetin çoğunluğu muhalefet
ile ilgili olarak ‘sabır’, ‘teslimiyet’ ve ‘mevcut durumu kabul’ tavrı
takınmıştır. Sünni
düşüncenin, imamın görevden alınması ve zalim imamlara ayaklanma karşısındaki
tutumuna gelince; imamet makamını üstlenecek kişi de bey’at sırasında bulunması
gerekli nitelik ve şartların belirlenmesinden sonra söz konusu olur. Cüveynî’ye
göre, imamın küçük hatalarına katlanılabilir. İmam birçok işler yapar, bunlar
bütün Müslümanların işidir. Hatadan bir şekilde korunması zordur. İmam hata
ederse, tövbe etmesi mümkündür. Bunun için her tasarrufta imamın hatalarını
kollamak ve her sürçmesinde görevden alınmasını istemek, imametin faydasını
azaltma, ona güven duymama ve insanların ellerini itaatten çekmeye teşvik
sonucunu doğurur demektedir. İmam fâsık olur, fesadı ortaya çıkar, hadleri ve
cezaları iptal eder ve Müslümanların menfaatlerine halel gelirse, bu durumda
ona karşı kesin bir tutum takınmak gerekir. Ancak imamın makamından
uzaklaştırılması ve görevden alınması nasıl mümkün olur? İmamın fesadından
ortaya çıkan zarar ile görevden alınmasında beklenen zarar arasında mukayese
yapmak gerekir. Şayet beklenen zarar, ortaya çıkandan fazla ise ortaya çıkan
zararlara sabretmek, daha hafif olanına katlanmak gerekir.
Sabır
Ekolü temsilcileri zalim iktidarla yardımlaşmama esasını benimsemişlerdir. Bir
anlamda pasif bir muhalefet anlayışı geliştirmişlerdir. Liderlik olarak
halifelik saltanata dönüşünce iş başındakiler kapsayıcı liderliğe ve tam güvene
ehil olamadılar. Böylece Müslümanların liderlikleri ‘siyasi’ ve ‘dini’ liderlik
olmak üzere iki kısma bölünmüş olduğu görülmektedir. Dini liderlik, güven
duyarak ve din işlerinde önderliği olduğuna inanarak ümmetin kabul ettiği bir
liderlik hâline gelmiştir. Bu iki liderlik arasındaki ilişki; nefret, çatışma
ve güvensizlik ilişkisi olarak sürmüştür. Âlimlerin tutumu incelendiğinde,
siyasete girmeme ve iktidarla herhangi bir ilişki kurmama şeklinde tezahür
etmiştir. Katılmaktan uzaklaşma, sultanın bulunduğu yerlerden uzak durma ve
kaçınma onların en belirgin tavırları olmuştur. Âlimlerin siyasete girmemeleri
onları fıkıh ve hadis incelemelerine yöneltmiştir. Sultanlara sadece öğüt
vermekle yetinmişlerdir. Bununla birlikte yargılama işleri halifenin üstünde
bir otoritenin devam ettiği şeklinde ortaya çıkmıştır.
Âlimlerin
bu tutumu, korkularından veya kazanç duygularından kaynaklanmış değildir.
Ümmetin yararını gözeten ve gerçekleşen zarar ile beklenen zararı karşılaştıran
felsefenin bir ifadesidir. Aynı zamanda onlar, herhangi bir fitneye
çağırmaksızın veya bir ayaklanmaya katılmış olmaksızın hakkı savunmak üzere
kendilerini feda etme hususunda da tereddüt etmemişlerdir. Bu konuda Hasan-ı Basrî,
Said b. el Müseyyeb, Malik b. Enes, İmam
Şafi ve Ahmet b. Hanbel’in tutumları buna en güzel örnektir.
Üçüncü Bölüm: Temekkün Ekolü; Bu ekol başarısız kalan ayaklanma
tecrübelerine bir tepki mahiyetindedir. Kötülüğün reddedilmesi ve ondan
alıkonulması, bütün fırka ve mezheplerin ittifak ettiği bir durumdur. İhtilaf
yalnızca kötülükten alıkoymanın seviye ve derecesindedir. Zorbanın imametini ve
sabır prensibini tanıyan âlimlerin ve düşünürlerin hepsi, zulmün varlığı ve
meydana gelişinden ortaya çıkmış bulunan zarar ile ona karşı ayaklanma ve
değiştirme girişiminden beklenen zararı karşılaştırıyordu. Zararı yararından
daha fazlaysa haram olur. Sabır Ekolünün düşünürleri, zalim veya gayrimeşru
zorba yöneticiye karşı ayaklanmayı isyan olarak kabul etmemişlerdir. Onlara
göre isyankâr meşru imama karşı haksız olarak ayaklanmadır. Onlardan hiçbirisi Hz.
Hüseyin'in Yezid’e karşı ayaklanmasına isyan hükmü vermemişlerdir. Temekkün Ekolüne
göre ayaklanmak için başarı garanti olmalıdır. Aksi hâlde ayaklanmanın sonucu,
can ve mal kaybından, zalimin gücünü artırmaktan başka işe yaramayacaktır. Buna
göre temekkün, sabır ile devrim ekolu arasında bir yer edinmektedir. Temsilcileri
Ebu Hanife ve Mu’tezile mezhebidir.
Ebu
Hanife’nin yaşadığı dönemde hilafet konusunda; fâsığın ve zalimin imameti asla
caiz değildir ve bunun gölgesinde Müslümanların hiçbir cemaat işi yapmaları
uygun olmaz prensibi ile zalim ve fasığın imameti devam ettiği sürece sahih
olarak kalır görüşü hâkim idi. Ebu Hanife, ‘hak imam’ ile ‘fiili imam’ ayrımı yaptığı
görülmektedir. Haricîler ve Şia göre, adil imam bulunmaması durumunda Müslümanların
din ve dünya işleri fesada uğramış durumdadır. Buna göre; hac yoktur, cuma
yoktur. Dolayısıyla Müslümanların dini veya siyasi hiçbir işi dine göre yerine
getirilemez. Ebu Hanife bu zeminde: fiili imam olup imameti meşru olmasa bile hak
imamın bulunmaması durumunda Müslümanların cemaat işleri dini olarak devam eder
görüşündedir. Bununla birlikte Ebu Hanife muhalefet görüşünü de asla gizlememiş
ve açık sözlerle ifade etmiştir. Ona göre zalim imama karşı ayaklanmak için
yeterli sebebin olması ve daha fazla can ve mal kaybına yol açmayacak şekilde sonuçta
başarılı olma şartı aranmalıdır.
Temekkün
Ekolünün diğer bir temsilcisi de Mu’tezile’dir. Onlara göre iyiliği emretme ve
kötülükten alıkoymayı verimli kılan şartlar vardır, bu şartlara göre davranmak
gerekir. Bu şartlar iyiliği emredip kötülükten alıkoyma işinin meyvesini
vermesi ve ayaklanma için zafer şansının bulunup sadece enerji ve kan kaybına
yol açmaması için garantidir. Mu’tezile'ye göre Emevî iktidarları fısk ve
sapıklık içindedirler. İslam yönetiminin karakterinin şûraya dayalı
halifelikten soydan devire dayalı ısırıcı saltanata dönüşmesi anlamına gelen
pek çok büyük günaha dayalı olarak kurulmuştur. Böylelikle, bu çağda Mu’tezile’nin
taşıdığı muhalefet, fikri temeli olan siyasi bir muhalefettir. Emevîler adalet
şartını kaybetmiş ve fısk içindedirler. Bu yüzdendir ki imkân bulunması
durumunda onlara karşı ayaklanmak ve devrim yapmak Müslümanlara vacip bir
iştir. Onlara göre iktidar ganimet değil, Allah'ın dinini uygulamak için
ümmetten bir mükellefiyettir. Mu’tezile’nin, Abbasiler döneminde zaman zaman
devletle barışma, zaman zaman da devletle kavga etme aşamaları olmuştur.
Sonuç
olarak şu söylenebilir; çalışmada incelenmiş olan ekollerin günümüze de
yansıması olmaktadır. Devrim Ekolünün temsilcisi olan Haricîlerin göç etme
prensipleri ile birlikte zaman zaman silahlı şiddete dayalı isyanlar biçiminde
kendini göstermekte olduğu görülmektedir. Temekkün Ekolünün fikri yansıması
olarak ‘İslamcı sol’ akımı gösterilebilir. Sabır Ekolünü benimsemiş olan İmami’ye
fırkasının İran devrimi ile birlikte Devrim Ekolüne yaklaşmış olduğu
değerlendirebilir. Sabır Ekolünün ana temsilcisi olarak Sünni düşüncenin selefi
kavramlarla günümüze yansımış olduğu söylenebilir. Dini yaşamak için dinin
asıllarına dönmek ve yenilenmek kavramlarıyla belirginleşmiştir.
Güzel bir çalışma. Tebrik ederim.
YanıtlaSil