Prof. Dr. Adem Apak
GİRİŞ
Arap-Bizans münasebetleri esasında Romalılar
döneminde M.Ö. IV ile M.S. 106 yılları arasında hüküm süren Nabâtî Krallığı’na
kadar uzanır. Başkentleri Petra olan Nabâtîler uzun süre Roma İmparatorluğu ile
Hicaz çölü arasında tampon bölgesi görevi yapmışlar, Romalılar da kendi
topraklarına çölden gelebilecek muhtemel bedevî saldırılarından korunabilmek amacıyla
bu devletin varlığını desteklemişlerdir.[1] Ancak
bu iki ülke arasındaki ilişkiler bozulunca İmparator Traianus (M. 98-117) düzenlediği
büyük bir sefer sonucunda Nabâtîler devletini ortadan kaldırmıştır.[2] Nabâtîlerin
ardından M. Ö. I. yüzyılda Bilâdü’ş-Şam’da Tedmürlüler (Palmireliler) devleti
kurulmuştur. Bu devlet de Nabâtîlere benzer şekilde başlangıçta Romalıların
himayesini kazanmış, zaman zaman da Romalılarla birlikte Sâsânîlere karşı
savaşlara iştirak etmiştir. Ancak Tedmürlülerin akıbeti de Nabâtîlerden farklı
olmamış, İmparator Orelyan (M. 270-275) kendisine karşı bağımsız hareket eden Kraliçe
Zenubiye üzerine yürüyerek Tedmür’ü işgal etmiş ve bu devletin varlığına son
vermiştir.[3]
MS. III yüzyılın sonuna doğru Tedmür devletinin
etkisini kaybetmeye başladığı dönemde, Kuzey Arabistan’da iki siyasî birlik gün
yüzüne çıkmaya başlamıştır: Bunlar, Me’rib Barajı’nın yıkılmasıyla güneyden göç
eden Araplar tarafından kurulmuş olan Gassânî ve Hire devletleridir. Gassânîler,
Nabâtîler ve Tedmürlülerin tarihî mirası üzerinde Roma İmparatorluğu’na bağlı
olarak Suriye’de; Hireliler ise Sâsânîlerin hâkimiyetini tanımak sûretiyle Irak
topraklarında hüküm sürmüşler ve kendilerini himaye eden büyük devletlerin
destekleriyle varlıklarını İslâm’ın doğuşuna kadar devam ettirmişlerdir.[4]
Suriye’de devlet kuran Gassânîler Miladî III.
Yüzyılın başlarında Güney Arabistan’dan Suriye topraklarına göç ederek Gassân
nehri kıyılarını yurt edinmişler, ayrıca Roma İmparatorluğu’nun tesiriyle
Hıristiyan olmuşlardır. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Doğu
Roma adıyla da bilinen Bizans devleti daha önce bölgede kurulan Nabâtîler ve
Tedmürlüler’de olduğu gibi, ülkenin güney sınırlarını çölde yaşayan
bedevîlerden ve doğudan gelmesi muhtemel Sâsânî saldırılarından koruyabilmek
için bu devletin varlığını desteklemiştir. Gassânîlerin yaşadıkları topraklar Miladî
613-614 yılları arasında Sâsânîlerin istilâsına maruz kalmıştır. Miladi 628
yılında ise Doğu Roma ordularının İranlıları mağlup etmesiyle işgalden kurtulan
Gassânîler bu tarihten İslâmî fetihlere kadar Bizans himayesinde yarı bağımsız
bir şekilde varlıklarına devam etmişlerdir.[5]
Hicaz Arapları ile Bizans arasındaki ticarî ilişkiler de İslâm
öncesi döneme kadar uzarır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sav) kabilesine adını
veren dedesi Hâşim, Rumlar ve Şam’daki Gassânîler ile Mekke adına bir ticaret
anlaşması yapmış[6], ayrıca Kureyşli
tüccarların Bizans topraklarında rahat ticaret yapabilmeleri ve vergilerden
muaf tutulabilmeleri için Kayser’den izin almıştır.[7] Kendisi de Şam bölgesine
gerçekleştirdiği bir ticaret seferi esnasında Gazze’de vefat etmiştir.[8]
İslâm tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber’in (sav) 12
yaşında iken amcası Ebû Talib’in de katıldığı bir Kureyş ticaret kervanıyla
Medine-Dimaşk yolu üzerinde bulunan Busra’ya geldiği ve burada Bahira adındaki rahip
ile görüştüğü zikredilir.[9] Allah Rasûlü (sav), 25
yaşlarında da Hz. Hatice adına gerçekleştirdiği ticarî seferde yine aynı şehre uğramış,
bu defa da Nastûra isimli başka bir rahiple karşılaşmıştır.[10]
I. EMEVÎLER DÖNEMİNE KADAR ARAP-BİZANS
İLİŞKİLERİ
İslâmiyet’in zuhurundan sonra Hicazlı Araplar
ile Bizans İmparatorluğu arasındaki resmî ilişkiler Hz. Peygamber’in (sav) dine
davet mektuplarıyla başlatılmıştır. Kaynaklara göre Alllah Rasûlü (sav), Hicrî
8. yılın başında (M. 629) Dıhye b. Halife el-Kelbî’yi doğrudan Bizans
İmparatoru Herakleios’a (610-641) gönderirken, ona bağlı Şam bölgesi
idarecilerinden Hâris b. Şimr ve Cebele b. Eyhem’e ise Şüca‘ b. Vehb
el-Esedî’yi yollamış[11], aAyrıca
Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi İslâm’a davet mektubuyla birlikte Busra valisine elçi
olarak göndermiştir. Bizans İmparatorluğu’na bağlı olarak bölgede görev yapan
Gassânî emirlerinden Şurahbîl b. Amr, Medine’den gelen elçiyi kendi
kontrolündeki topraklardan geçerken tutuklayıp öldürmüş[12], Allah
Rasûlü (sav) geleneksel elçilik hukukunu hiçe sayan ve Müslümanlara karşı açık
bir düşmanlık işareti olarak gördüğü bu hareketi karşılıksız bırakmamak amacıyla
Zeyd b. Hârise komutasında bir orduyu Şam topraklarına doğru göndermiştir. Hâris’i
katleden Şurahbil, Müslüman Arapların kendisi üzerine yürümekte olduklarını
haber alınca durumu Bizans İmparatoru’na bildirmiş, bunun üzerine bölgede
bulunan Lahm, Cüzâm, Behrâ, Belî gibi Arap kabilelerinin dâhil olmalarıyla
birlikte büyük bir Doğu Roma ordusu hazırlanmıştır. Belkâ şehrine bağlı Mûte’de
Hicretin 8. yılın Cemâziyelevvel (M. Eylül 629) ayında güçleri denk olmayan iki
ordu karşı karşıya gelmiş, savaşta Hz. Peygamber (sav) tarafından tayin edilen komutanların
sırasıyla şehid düşmeleri üzerine Hâlid b. Velîd idareyi ele alıp başarılı bir
ricat hareketiyle Müslümanları hezimetten kurtarmıştır.[13]
Mûte savaşı, Bizans ile Müslümanların ilk önemli
karşılaşması, aynı zamanda Hicaz Araplarının Yarımada dışını hedef alarak
gerçekleştirdikleri ilk askerî faaliyet olmuştur. Allah Rasûlü (sav) Mûte
harbinin üzerinden daha bir ay geçmeden Bizans’ın himayesi altında bulunan Kudaa
kabilesi üzerine Amr b. el-Âs komutasında bir ordu göndermiştir. Amr, Zâtu’s-Selâsil
bölgesinde düşmanı mağlup etmiş, bu sonuçla Müslümanlar Mûte’nin intikamını
almışlardır.[14]
Müslüman Arapların Bizans ile Bilâdü’ş-Şam’da ikinci
defa karşılaşmaları ihtimali Tebük seferi ile gündeme gelmiştir. Bu faaliyetin sebebi
yakın zamanda Fars İmparatorluğu’nu mağlup eden Bizans devletinin kendisine
bağlı Arap kabilelerini de yanına almak suretiyle kuzeyden Hicaz topraklarına
doğru büyük bir saldırı düzenleyeceği haberinin alınmasıdır.[15] Bunun
üzerine Allah Rasûlü (sav) Hicretin 9. yılı Receb ayında (M.Ekim 630) yaklaşık
30.000 kişilik bir orduyla kuzeye doğru harekete geçmiştir.[16]
Müslümanlar Medine’ye 700 km .
uzaklıkta ve Şam yolu üzerinde bulunan Tebük’e kadar ilerleyip burada karargâh
kurmuşlar, bölgede 20 gün beklemelerine rağmen ne Bizanslılar, ne de Hıristiyan
Araplarla karşılaşmışlardır.[17] Bundan
istifadeyle Hz. Peygamber (sav) Cerbâ, Eyle Limanı, Ezruh, Maknâ ve Maan’a
askerî birlikler göndermiş, adı geçen bölgelerde yaşayan kabile liderleri cizye
ödemek şartıyla Müslümanlara tabi olmuşlardır. Diğer taraftan Hâlid b. Velîd
kumandasındaki başka bir ordu bölgeye yakın bir mevkide bulunan Dûmetü’l-Cendel
üzerine gönderilmiş, buradaki Hıristiyan Araplar da Müslümanların hâkimiyetini
kabul etmişlerdir.[18]
Tebük seferi, Müslümanların Doğu Roma İmparatorluğu’na en
açık meydan okuma girişimidir. Zira büyük bir orduyla Arap Yarımadası’nı işgal
edeceklerini söyleyen Rumların topraklarına giren ve burada 20 gün boyunca
kendilerini bekleyen Müslüman Araplara karşı çıkmamış olması, Bizans’ın doğu
sınırının daha batıya kaydırıldığının, başka bir ifadeyle Arap Yarımadası’nın
kuzey tarafında yer alan bölgeleri Araplara terk ettiklerinin bir işaretidir.
Nitekim bu hadiseden sonra ne Bizanslılar, ne de bölgede onların müttefiki Hıristiyan
Araplar Hicaz üzerine herhangi bir askerî faaliyet gerçekleştirebilmişlerdir. Bundan
sonra Araplar ile Bizans’ın hesaplaşma merkezi Bilâdü’ş-Şam olmuş, Müslümanlar
için hücum, Bizanslılar için ise savunma süreci başlamıştır. Dolayısıyla Arap Yarımadası’nın
kuzeyinden başlayarak bir taraftan Küçük Asya (Anadolu) içlerine, diğer
taraftan da Atlas Okyanusu’na, oradan da Batı Avrupa içlerine kadar ulaşacak
olan Müslüman Arap fetih harekâtının esas başlangıç adımının Tebük seferi ile
atıldığını ileri sürmek ve bu faaliyetleri asıl başlatanın da bizzat Hz.
Peygamber (sav) olduğunu ifade etmek mümkündür.
Hulefâ-i Râşidîn dönemi İslâm dininin Arap
Yarımadası dışına hızla yayılmaya başladığı ve Bizans’ın uzun zamandır Sâsânîlere
karşı korumak için mücadele verdiği toprakların, Müslümanların eline geçtiği
dönemi temsil eder. Bizans bu süreçte meydana gelen fetih hareketlerine
mukavemet gösterememiş ve kısa süre içinde Suriye ve Filistin’den çekilmek
zorunda kalmıştır. İmparator Herakleios’un (M.610-641) kardeşi Theodoros
Hicretin 13. (M.634) yılında gerçekleşen Ecnâdeyn savaşında Hâlid b. Velid
karşısında ağır bir yenilgiye uğramış[19],
bundan iki yıl sonra Müslümanların kesin zaferiyle neticelenen Yermük
Muharebesi (H.15/M.636) Bizans’ın Suriye’den ümidini tamamen kesmesine neden
olmuştur.[20] Bunun
sonucunda Şam bölgesinde Busra, Dimaşk, Baalbek, Hama, Humus gibi önemli şehirler
Müslümanların eline geçmiştir. Bölgede Hıristiyanlığın dinî merkezi Kudüs’ün
(16/637) elden çıkışını[21]
Akdeniz sahilindeki Kayseriyye izlemiş[22],
bundan kısa süre sonra da Amr b. el-Âs’ın tahıl ambarı olarak görülen Mısır’ı
fethetmesiyle Bizans, ekonomik açıdan da büyük bir kayba uğramıştır[23]. Bu fetih
faaliyetlerinde Hâlid b. Velîd, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, Amr b. el-Âs ve Yezîd
b. Ebû Süyfan gibi komutanlar görev yapmışlardır.[24]
Hicretin 17-19. yılları (M.638-640) arasında Şam ve civarında görülen veba
salgını bir çok Müslüman askerin yanı sıra Dimaşk valisi Yezîd b. Ebû Süfyan’ın
da ölümüne sebep olunca, bölge valiliğine Muaviye b. Ebû Süyfan getirilmiştir.[25]
Muaviye bu görevi üstlenmesinden itibaren Rum topraklarına sistemli sefer
düzenlemeye başlamış, onun emrinde harekete geçen Müslüman ordular, Anadolu
içlerinde Ammuriye’ye (Ammorion)[26]
kadar ulaşmışlardır.[27]
Hz. Osman’ın halifeliği zamanında da Şam valiliğini
sürdüren Muaviye’nin görev ve yetki alanı daha da genişletilmiştir. Muaviye bunun
üzerine Bizans’a karşı gerçekleştirdiği askerî seferleri daha planlı ve düzenli
hale getirmiş, Arap orduları Antakya’ya girmişlerdir. Yezîd b. Hur el-Absî
komutasındaki başka bir ordu çıktığı yaz seferinde Antakya sınırlarını aşarak
Tarsus’a ulaşırken[28],
Muaviye, Hicretin 33. yılında (M. 653-54) bizzat kendi emrindeki ordu ile Malatya
önlerine kadar gelmiştir.[29] Hz.
Osman’ın halîfeliği döneminin sonuna kadar Anadolu üzerine seferleri devam
ettiren Muaviye, fethedilen toprakların bir kısmına Arap kabilelerini
yerleştirmek suretiyle bölgede sınırlı da olsa bir iskân politikası takip etmiştir.[30]
Hz. Ömer’in halifeliği sırasında deniz seferi izni
alamayan, bu nedenle Kıbrıs fethini gerçekleştiremeyen Şam valisi Muaviye[31]
aradığı fırsatı Hz. Osman’ın halifeliği esnasında bulmuştur. Aslında Hz. Osman
da selefinin çekincelerini taşıyarak başlangıçta ona izin vermeye istekli
değildi.[32] Ancak sonunda
yola çıkarken ailesini de yanına alması ve sadece gönüllü askerlerle gitmesi
şartıyla Kıbrıs seferi müsaadesi verdi.[33] Hicretin
28.(M.648) yılında[34]
gerçekleştirilen Kıbrıs harekatına sahâbeden Ebû Zer el-Gıfârî, Ubâde b. Sâmit
ve Ümmü Harâm binti Milhân gibi seçkin şahsiyetler de iştirak etmişlerdir.[35]
Akka’dan[36] hareket
eden donanma, Kıbrıs sahillerine ulaştıktan sonra karada kendilerini karşılayan
düşman ordusunu yenilgiye uğrattı. Yapılan görüşmeler sonucunda ada halkı
yıllık yedi bin dinar vergi ödemek şartıyla anlaşmaya razı oldu. Anlaşma
esnasında Kıbrıslıların, Bizans üzerine yapılacak seferlerde Müslümanlara
yardımcı olacakları hususu da karara bağlandı.[37]
II. EMEVÎLER DÖNEMİNDE ANADOLU’DA ARAP-BİZANS MÜCADELESİ
Muaviye b. Ebû
Süfyan, Hz. Ömer tarafından Şam’a vali tayin edilmesinden itibaren Anadolu
üzerine düzenli seferler başlatmıştı. Ancak Hz. Osman’ın
son dönemi ile Hz. Ali’nin halifeliği sürecinde devam eden iç çekişmeler
sebebiyle bu faaliyetler kesintiye uğradı. Muaviye halifelik görevini üstlendikten
ve ülkede siyasî birliği temin ettikten sonra H.42 (M.662) yılında Bizans’ın kontrolünde bulunan Kuzey Afrika ile
birlikte Anadolu seferlerini de başlattı.[38] Rum
topraklarına giden ordular hedef
alınan bölgelerde kayda değer başarılar elde ettiler.[39]
H.43 (M.663) ve H.44 (M.664) yıllarında Bizans’a karşı hem karadan hem
de denizden seferler gerçekleştirildi. Bu seferler yaz ve kış olmak üzere yılda
iki defa düzenleniyor, ordular kışı Bizans topraklarında geçirdikten sonra baharla
birlikte tekrar hücum başlatıyorlardı.[40]
Müslüman fatihler Suriye ve Mezopotamya
topraklarında hızla ilerleyip bölgede yaşayan Ârâmîlerin hızla Araplaşmasını
sağlamakla birlikte aynı faaliyeti Anadolu’da gerçekleştirmemişler, burada adım
adım kendi bölgelerini genişletmeye, Bizans’a tabi olan araziyi de küçültmeye
çalışmamışlardır. Hatta zaptettikleri büyük şehirlerde tutunmak için de büyük
gayret sarf etmemişler, sadece mutad olarak her yaz mevsiminde Amanos ve Toros
silsileleri yoluyla Anadolu içlerine akınlar yapmışlar, bol esir ve ganimet
aldıktan sonra geri dönmüşlerdir. Bunun adımların altında Arapların Anadolu’yu
kendileri için bir yurt olarak düşünmedikleri gerçeği yatar. Coğrafya ve tabiat
şartlarının farklılığı sebebiyle Arap kabileleri özellikle Toros dağlarının
kuzey ve batı kısımlarına iltifat etmemişler ve buralara yerleşmeyi
düşünmemişlerdir. Bu sebeple karşılıklı toprak iltihakları gerçekleşse, hatta
Arap orduları karadan İstanbul’a kadar ulaşmış olsa da Toros silsilesi her iki
devlet arasında tabiî bir sınır olma özelliğini sürdürmüştür. Hatta taraflardan
biri bazen diğer tarafı tamamıyla imha edebileceği hissini veren büyük
başarılarından sonra bile, galip tarafın toprak ilhakından hemen hemen büsbütün
vazgeçmesi suretiyle sulh anlaşmaları yapılmıştır. Karşılıklı mücadeleler
esnasında sadece doğrudan doğruya sınır bölgesinde bulunan ve en mühim
geçitlerin anahtarı rolünü gören şehir ve kalelerin ele geçirilmesine özel önem
verilmiş, diğer şehir ve bölgeler fazla ısrar edilmeden rakip tarafa terk
edilebilmiştir. Araplar ile Bizans arasında bitip tükenmeyen gazalar sebebiyle
her iki devlet arasında oldukça geniş bir arazi şeridi sahipsiz bir hudut
bölgesi olarak atıl vaziyette kalmıştır. Bunda Bizans İmparatoru Herakleios’un
Suriye’yi boşaltmak zorunda kalınca bölgedeki şehirleri Müslümanlara bırakmamak
için tahrip etmesinin, ahalisini de tehcire zorlamasının etkisi vardır. Arap
fatihlerin de Anadolu’ya ilerlemeleri esnasında arkalarında kendilerini tehdit
edebilecek müstahkem şehirler bırakmamak için buradaki yerleşim birimlerini
boşalttıkları ve bölgeyi insansız bir alana çevirmeye çalıştıkları da unutulmamalıdır.[41]
Bizans ile yapılan savaşlarda Müslümanlar
genelde taarruz eden, Bizanslılar ise savunmaya çekilen taraf konumunda olmuşlardır.
Ancak bununla birlikte her iki devlet için de tam bir üstünlük
gerçekleşmemiştir. Gerek Arapların gerekse Bizans’ın zaman zaman rakibine üstünlük
sağladığı dönemler olmuş, ancak bu üstünlük uzun süre devam etmemiştir. Bunda her
iki tarafın da kendi iç problemleri ve saltanat mücadeleleriyle baş etmek
durumunda kalmalarının etkisi büyüktür. Bu gibi hallerde zor durumda kalan
taraf belli miktar mal ve para karşılığında diğeriyle anlaşmaya çalışmış,
durumu düzeldikten sonra çeşitli bahanelerle anlaşmalar bozularak tekrar savaş
haline dönülmüştür. Bununla birlikte gerçekleştirilen savaşlar bir hâkimiyet
mücadelesinden çok prestij sağlama ve kendi asıl bölgelerini koruma düşüncesiyle
cereyan etmiştir. Bizans için öncelikli koruma alanı İstanbul, Emevîler için
ise Şam toprakları olmuştur. Bu sebeple her iki bölgenin de ortasında yer alan
Anadolu coğrafyası iki taraf için bir ara bölge kabul edilmiş, tam sahiplenme
gerçekleşmediği için bölgenin kontrolü karşılıklı olarak rakiplere terk
edilebilmiştir. Böyle bir tavır da pek çok Anadolu şehrinin sık sık
yağmalanmasına ve halkın hayatının zorlaşmasına sebep olmuştur. Dolayısıyla iki
devlet arasındaki nüfuz mücadelesinde en fazla zarar gören bölgelerden birinin
de Anadolu olduğunu söylemek mümkündür.
Muaviye
döneminde Anadolu’yu hedef alan faaliyetler, başlangıçta Büsr b. Ebû Ertat komutasında
gerçekleştirildi.[42] Diğer
bir komutan Mâlik b. Hübeyre de Hicretin 46. (M.666) ve 47. (M.667) yıllarında emrindeki
ordularla Rum topraklarında kaldı.[43] Bütün
bu askerî harekâtın asıl hedefi ise Bizans’ın başkenti İstanbul’du. Bundan
dolayıdır ki, Muaviye döneminde gerçekleştirilen Anadolu seferlerinin en
önemlisi İstanbul’un fethi girişimi kabul edilir. İlk İstanbul muhasarasının ne
zaman meydana geldiği konusunda tarihçiler farklı görüşler ileri sürerler. Bir kısmı
faaliyet tarihi olarak Hicretin 49. (M.669) yılını zikrederken[44],
başka kaynaklarda seferin bundan bir yıl sonra yapıldığı rivayet edilir.[45]
Birinci ordunun kışın, ikincisinin ise yaz aylarında yola çıkmasının İstanbul
muhasarasıyla ilgili farklı tarihlerin kaydedilmesine sebebiyet verdiği
söylenebilir. Ayrıca bu iki ordunun seferinin başlangıç tarihi, muhasara dönemi
ve geri dönüşleri arasında uzunca bir zaman geçmesi de râvîlerin farklı tarih vermelerine
sebebiyet vermiş olabilir.[46]
Muaviye’nin halifeliği zamanında (H.41-60/M.661-680)
gerçekleştirilen ilk İstanbul seferinde oğlu Yezid b. Muaviye de takviye
gönderilen ordunun komutanı olarak göreve yapmıştır.[47] Bu
ordu içerisinde Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ve Ebû
Eyyûb el-Ensârî gibi sahabe önderleri de yer almışlardır.[48] Ebû
Eyyûb’un bu dönemdeki fetih girişimlerinde şehit olduğu bilinmekle birlikte,
şehadetin hangi tarihte gerçekleştiği hususu açık değildir. Rivayetlerde onun
muhasaranın ilk yılı, ikinci, üçüncü ve dördüncü yılı vefat ettiği şeklinde
farklı bilgiler yer alır.[49] Tarihçiler
Ebû Eyyûb’un İstanbul’da ölümü ve buraya defnini şu şekilde aktarırlar: Ebû
Eyyûb sefer esnasında rahatsızlanınca ordunun komutanı Yezid’e şayet burada
ölürse kendisinin düşman arazisinin en uç bölgesine defnedilmesini vasiyet
etti. Onun bu görüşmeden kısa süre sonra vefat etmesi üzerine İstanbul’un
surlarının kıyısına defnedildi. Bu hadiseyi öğrenen Bizans kralı Müslümanlar
gittikten sonra hakaret amacıyla mezarı açtırarak cesedi yerinden çıkaracaklarını
ilan etti. Ancak Yezid’in şayet böyle yaparlarsa Arap yurdunda yaşayan bütün
Hıristiyanları öldüreceği tehdidinde bulunması üzerine Bizanslılar Ebû Eyyûb’un
kabrine dokunmadıkları gibi, türbesine saygılı davranacaklarına dair söz
verdiler. Nitekim daha sonraki dönemlerde onun kabri Hıristiyanlar tarafından
bir aziz mezarı gibi kabul edilmiş ve kuraklık zamanlarında yağmur talebi için
bir ziyaret mahalli haline getirilmiştir.[50]
Muaviye b. Ebû Süfyan döneminde Emevîlerin ilk
İstanbul muhasarasını gerçekleştirecek olan Arap donanması Marmara’ya gelerek
Kapıdağ (Kyzikos) yarımadasına yerleşmişti.[51]
Müslümanlar bu adayı sonraki İstanbul seferleri için emniyetli bir üs haline
getirdiler.[52] Donanmanın
amacı kışı burada geçirip baharda yeniden saldırmaktı. Ancak kışın son derece
sert geçmesi, muhasarayı gerçekleştiren ve soğuk iklime alışık olmayan Arapları
zor durumda bıraktı. Bu arada Anadolu üzerine karadan gerçekleştirilen faaliyetler
de birkaç koldan devam ediyordu. Bu seferlerde Büsr b. Ebû Ertat, Süfyan b.
Avf, Fedâle b. Ubeyd, Muhammed b. Abdurrahman, Abdullah b. Mesâde el-Fezarî ve
Muhammed b. Abdullah es-Sekafî ve Yezid b. Şecerre er-Rehavî gibi komutanlar
Bizans topraklarına saldırılar düzenlediler.[53] Kara
seferlerinin yanında denizde de önemli başarılar elde edildi. Akdeniz Şam
sahillerinden hareket eden bir Müslüman donanması buradan Ege’ye açılarak İstanbul
rotası üzerinde bulunan İzmir’i (Smiyra) 52 (672) ele geçirdi.[54] Bu
fetihle birlikte Araplar Akdeniz’deki varlıklarını daha da güçlü hale getirerek
yeni bir İstanbul seferi hazırlıklarını tamamlamış oldular.[55]
Hicretin 53. (M.673) yılında Abdurrahman b.
Ümmü Hakem Rum topraklarına sefere çıktı.[56] Aynı
yıl içinde Cünâde b. Ebî Ümmeyye komutasındaki donanma ise Rodos’u kontrol
altına aldı.[57] Kıbrıs,
Rodos, Kos ve Sakız adalarının tamamı Müslümanlar için güvenli hale
getirildikten sonra Hicretin 54.(M.674) yılı baharında Arap donanması Çanakkale
boğazını aşarak Muaviye döneminin ikinci büyük İstanbul muhasarasını başlattı.[58]
Gemiler Haliç yakınına kadar yaklaşıp karaya asker çıkardılar. Burada sonbahara
kadar çarpışmalar devam etti. Kış yaklaşınca Araplar daha önce ele geçirmiş
oldukları Kapıdağ’a çekildiler.[59] Bu
tarihten sonra hem karadan hem de denizden gerçekleşen saldırılar aralıklarla devam
etti. Başlangıçta kısmî başarılar elde edilerek Rumlara kayıplar verdirildi.
Ancak Bizans’ın elinde Rum (Grek) ateşi[60]
olarak bilinen çok güçlü bir silah vardı. Bu sayede Bizans donanması her
saldırıda Arapları geri püskürtmeyi başarıyordu.[61]
Dolayısıyla Bizans başkentinin bu silah sayesinde Arapların ve diğer kuşatmacı
milletlerin eline geçmekten kurtulduğunu söylemek mümkündür.
Başarısız muhasaradan sonra Arap orduları
(H.54-58/M.673-677) yılları arasında Bizans üzerine düzenli olarak yaz ve kış
seferlerini sürdürdüler.[62]
Hicretin 58. (M.678) yılında Cünâde b. Ebû Ümeyye kumandasındaki donanma son kez
İstanbul önlerine geldi.[63]
Mâlik b. Abdullah da karadan bu donanmaya destek verdi. Rum ateşi karşısında
Müslümanlar yine başarı gösteremediler. Üstelik komutanlardan Yezid b.
Şecerre’nin çarpışmalar esnasında ölmesi, ordunun düzeninin bozulmasına ve
ardından ağır kayıplarla geri çekilmek zorunda kalmasına sebep oldu.[64]
İstanbul kuşatmasının kaldırılmasının ardından dönüş yolunda Arap donanması
tutulduğu fırtına sebebiyle neredeyse tamamen yok oldu. Benzer şekilde Anadolu’daki
kara ordusu da düşman saldırılarına uğradı. Bu başarısızlık neticesinde Muaviye,
Bizans ile sulh yapmak zorunda kaldı.[65] Otuz
yıl sürmesi kararlaştırılan anlaşmaya göre Müslümanlar yıllık olarak 3.000
dinar, 50 savaş esiri ve 50 Arap atı vermeyi taahhüt ettiler (H.58/M.678).[66] Bu
tarihten sonra Anadolu seferleri kesintiye uğramış, tabiî olarak İstanbul’un
fethiyle ilgili olarak herhangi bir teşebbüs olmamıştır.[67]
Muaviye b. Ebû Süfyan’ın halifeliği döneminde Arapların gerçekleştirdikleri
İstanbul muhasaraları fetih gerçekleşmediği için başarısız teşebbüsler olarak
görülebilir. Ancak bu seferler sebebiyle Bizans İmparatorluğu’nun bütün gücünü
İstanbul’un korunmasına yoğunlaştırması, Arapların Anadolu’da çok rahat hareket
etmelerine imkân vermiştir.[68]
Bizans devleti Emevîler döneminde meydana gelen iç karışıklıklardan
sürekli olarak istifade etmeyi geleneksel politika haline getirmiştir. Nitekim Rumlar,
Hz. Ali ile mücadelesi esnasında Muaviye’yi ağır şartlarda anlaşma yapmaya zorlamışlar,
benzer şekilde Abdülmelik’in halifeliğinde de iç problemleri fırsat bilerek Emevîler
devletini kendilerine vergi vermek durumunda bırakmışlardır. Ayrıca Müslümanlar
ile Bizans arasındaki tampon bölgede yaşayan Hıristiyan Merdâîler (Cerâcime)
Bizans’tan aldıkları desteklerle Müslümanlar aleyhine sürekli olarak sınır
ihlalleri gerçekleştirmişlerdir. O kadar ki, halife Abdülmelik ülke
topraklarına saldıran Merdâîler sebebiyle Arap izzet-i nefsine pek hoş gelmeyen
şartlarda Bizans’la anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Bütün bu nedenler Bizans
meselesini Emevîler için en önemli dış politika konusu haline getirmiştir.[69]
Muaviye’den sonra Emevîler devletinde ikinci defa dahilî istikrarı
temin eden Abdülmelik b. Mervan (H.65-86/685-696) Hicretin 73. (M.692-693)
yılında Bizans’a karşı harekete geçmeye karar verdi. Bu amaçla el-Cezîre valisi olan kardeşi Muhammed b. Mervan’ı Suriye’den Bizans üzerine düzenlenecek
seferlere başkomutan tayin etti.[70]. Bu adımla
birlikte Anadolu’yu kontrol merkezli Arap-Bizans mücadelesi yeniden başlamış
oldu.
Ermeniye’nin kontrol altına alınması
esnasında Bizans’la işbirliği yapan ve onları sürekli olarak Müslümanlara
saldırmaya teşvik eden bazı Ermeni ileri
gelenleri Suriye’ye getirilerek hapsedilmişti. Bir süre sonra
hapisten kaçan Ermeni liderlerinden biri ülkesine
dönerek tekrar isyan başlattı. Eski müttefikleri Bizans’ın da bu harekete
destek vermesiyle Müslümanlar Ermenistan’dan uzaklaştırıldılar. Bu gelişmeler üzerine Emevî devleti Bizans ile vergi
karşılığında anlaşma yapmak zorunda kaldı. Abdülmelik, anlaşma gereği Bizans’a taahhüt edilen vergiyi Rum parasıyla
değil kendi bastırdığı altın sikkelerle ödemek istemesi, Bizans’ın da bunu
kabul etmemesi sebebiyle savaş tekrar
gündeme geldi. Hicretin 75. (M.695) yılında başlayan savaşlar sonucunda
Ermenistan’ın güney kısımları ve Maraş Müslümanların kontrolüne geçti
(H.75/M.695). Bu askerî başarıların hemen ardından Emevîlerin Anadolu üzerine
geleneksel yaz ve kış seferleri başlatıldı. (H.79/M.698-699) yılında Suriye’de
görülen veba salgını[71]
sebebiyle bölgede Arap hâkimiyetinin zaafa uğramasından istifade eden Bizanslılar Antakya’yı işgal ettiler. Buna
karşılık Abdülmelik bir yıl sonra (H.80/M.700)
oğulları Velid ve Abdullah’ı Anadolu üzerine gönderdi. Bu ikinci sefer
sonucunda Arap orduları Erzurum’u ele
geçirdiler(H.81/M.700).[72]
İki yıl sonra (H.83/M.702) Dârende yine Abdullah b. Abdülmelik tarafından fethedildi.
Halife
84 (703) yılında Abdullah b. Abdülmelik’i Rum seferine çıkardı. Abdullah
Antakya’yı aştıktan sonra günümüzde Tarsus şehri sınırları içinde yer alan
Massîsa[73]
denilen bölgeye ulaştı.[74]
Abdülmelik
b. Mervan zamanında Bizans topraklarına karşı gerçekleştirilen seferler Muaviye
dönemiyle karşılaştırıldığında daha az etkilidir. Bu süreçte Arap orduları
Bizans ile genelde sınır boylarında mücadele etmişler ve seferlerini kısa
sürede tamamlayıp geri dönmüşlerdir. Hücumların daha etkisiz olmasında halifenin
iç problemlere ağırlık vermek zorunda kalmasının etkisi büyüktür. Ancak yine de
Abdülmelik’in devlet başkanlığı zamanında gerçekleşen askerî faaliyetlerin, kendisinin
ardından oğlu Velid ve daha sonraki dönemlerde düzenlenecek Anadolu seferleri
için önemli bir hazırlık sürecini teşkil ettiği de unutulmamalıdır.[75]
Abdülmelik’in
oğlu Velid döneminde (H.86-96/M.696-715) Emevîlerin Anadolu harekatı kesintisiz
devam etti. Bu faaliyetler genel olarak halifenin kardeşi Mesleme b. Abdülmelik’in
koordinesinde gerçekleştirildi.[76]
Mesleme, Cezire valisi olarak Harran’ı bölgenin başkenti yaptıktan sonra batıda
Anadolu, kuzeyde ise Hazarlar üzerine gerçekleştireceği seferler için burayı
askerî harekat merkezi olarak kullanmaya başladı.[77] Bu
dönemin ilk Anadolu seferleri Velid’in halifeliğe geçiş yılı olan H.86 (705)’da
Mesleme b. Abdülmelik tarafından başlatıldı. Hicretin 87. (M.706) yılında
Mesleme’den başka Yezid b. Cübeyr ve Hişam b. Abdülmelik komutasındaki ordular
düzenledikleri harekatla Anadolu’da kaleler zaptedip, pek çok esir ve ganimetle
geri döndüler.[78] Mesleme
b. Abdülmelik, Abbas b. Velid, Ömer b. Velid, Mervan b. Velid, Abdülaziz b.
Velid, Velid b. Hişam ve Yezid b. Ebû Kebşe komutasında gerçekleştirilen
Anadolu seferleri yaklaşık on yıl sürdü.[79] Bunun sonucunda Araplar Anadolu’da bazı
stratejik noktaları ele geçirdiler; Mesleme b. Abdülmelik hicretin 93. (M.711-712)
yılında Malatya civarında bulunan üç kaleyi kontrol altına aldı.[80]
Bundan bir yıl sonra (H.94/M.712-713) Abbas b. Velid Antakya ve Tarsus’u
fethetti.[81] Hicretin
95. (M.712) yılında Mesleme b. Abdülmelik Amasya’yı, halifenin oğlu Abbas da
Hereclea’yı (Ereğli) ve civarını[82]
kontrol altına aldı.[83]
Velid b. Abdülmelik’in halifeliğinde Araplar
ile Bizans arasındaki ilişkiler genelde askerî faaliyetler olarak
gerçekleşirken iki devlet arasında istisnaî bir şekilde işbirliği faaliyetlerine
de şahit olunmuştur. Esasında bir uluslararası ilişkiler kuralı olarak resmî
savaş halleri bütün ticarî faaliyetleri ve saygıya dayalı ilişkilerin
durdurulmasını gerektirmez. Bu iki büyük devlet de savaş halinde olsalar bile
karşılıklı olarak ticarî ilişkilerin sürmesine izin vermişlerdir. Savaş harici
münasebetlerin resmî düzeyde gerçekleştiğini gösteren işaretlerden en önemlisi ise
gerek Medine’deki Hz. Peygamber (sav) mescidinin yenilenmesinde, gerekse Şam Emevî
Camii’nin inşa edilmesinde halife Velid b. Abdülmelik’in Bizans İmparatoru’ndan
usta ve inşat malzemesi talep etmesi, bu isteğinin de muhatabı tarafından kabul
edilip Bizanslı mozaik ustalarının Emevî başkentine gönderilmesidir. Konuyla
ilgili rivayetler bazı farklılıklar arzetmekle birlikte, ortak nokta Velid b.
Abdülmelik’in Bizans İmparatoru II. Iustinianos’a (M.705-711) mektup yazıp
Emevî Camii ve Mescid-i Nebevî’yi
genişletme çalışmaları için yardım istemesi ve ondan müsbet cevap almış
olmasıdır. İbn Kuteybe[84], Ebû
Hanîfe ed-Dineverî[85],
Ya’kûbî[86], Taberî[87],
Makdisî[88],
Yâkut el-Hamevî[89] ve
Semhûdî[90] gibi
tarihçiler eserlerinde bu hususa işaret ederler.[91]
Velid b. Abdülmelik’in Emevî Camii veya Mescid-i
Nebevî için Bizans İmparatoru’ndan yardım aldığı şeklinde tarih kaynaklarında
geçen rivayetler, sonraki dönem araştırmacıları tarafından tartışma konusu
yapılmıştır. Bu hususta müstakil bir makale kaleme alan Creswell bu rivayetlerin
birer efsaneden ibaret olduğunu ileri sürerken[92], diğer
bir araştırmacı Philip Hitti verilen bilginin doğruluğu hususunda görüş belirtir.[93]
Bizans tarihçisi Vasiliev, Müslümanlar ile Bizans arasında savaşın hemen hiç
eksik olmadığını vurgulamasının ardından, buna rağmen kültürel ilişkilerin de
varlığına dikkat çekerek Velid’in isteği üzerine Bizans İmparatoru tarafından
gönderilen usta ve mozaiklerin Dimaşk, Medine ve Kudüs’teki camilerde kullanıldığını
belirtir.[94] Oleg
Grabar ve Cheikho da söz konusu rivayetleri kabul edenler arasında yer alır.[95] Bu
değerlendirmelerden sonra halife Velid b. Abdülmelik ile Bizans İmparatoru
arasında para, malzeme ve insan unsuruna dayalı bir yardımın gerçekleştiği
kabul etmek mümkündür.[96]
Velid döneminde Arapların Anadolu üzerine
gerçekleştirdikleri seferlerde elde ettikleri başarılarda o dönemde Bizans’taki
iktidar çekişmelerinin büyük rol oynadığı bir gerçektir. Bu gelişmelerden
istifade etmek isteyen ve Anadolu üzerine baskıyı daha da artıran Velid b.
Abdülmelik’in asıl hedefi İstanbul’du.
Halife doğuda ve batıda gerçekleştirdiği büyük fetihleri Bizans’ın başkentini
ele geçirmekle taçlandırmak istiyordu. Ancak Hicretin 96. (M.715) yılındaki ani
ölümü onun bu niyetini gerçekleştirmesine engel oldu.[97] Velid
zamanında olgunlaştırılan İstanbul muhasarası kardeşi ve selefi Süleyman b.
Abdülmelik tarafından gerçekleştirilmiştir.
Dâhilî problem
ve çatışmalar sebebiyle Süleyman b. Abdülmelik dönemi (H.96-99/M.715-717) Emevîler
devletinde duraklama veya içe kapanma dönemi olarak görülür. Onun dahilî
mücadelelerle geçen ve kısa süren iktidarının en önemli dış politik gelişmesi
ise Bizans’ın başkenti İstanbul’un fethine yeniden teşebbüs edilmesidir.
Nitekim Hicretin 98. (M.716-717) yılında halifenin emriyle Mesleme b.
Abdülmelik karadan, Ömer b. Hübeyre de denizden Bizans’ın başkentini ele
geçirmek için harekete geçmişlerdir.[98] Kara
harekâtını başlatan Mesleme ile Ömer b. Hübeyre o yılın kış aylarında Anadolu’da
kalmış, baharın gelmesiyle birlikte Ömer b. Hübeyre Anadolu’nun doğusundan,
Bergama’da konuşlanan Mesleme de batı kısmından yola çıkarak birlikte Çanakkale
boğazını aşmışlar ve İstanbul’u Hicretin 98. yılı Ağustos ayında (M. 716)
kuşatma altına almışlardır.[99]
İstanbul muhasarasında ordunun başkomutanı Mesleme
b. Abdülmelik kuşatmanın kaldırılması halinde kişi başına bir dinar ödenmeyi
taahhüt eden Bizans kralı III. Theodosios’un (M.715-717) barış teklifini geri
çevirdi.[100] Bunun
üzerine aynı anda hem karadan hem de denizden saldırılar başladı. Ancak bu
esnada meydana gelen şiddetli lodos, Arap gemilerini sürükleyerek donanmanın
parçalanmasına sebep oldu. Arapların paniklemesinden istifade eden Bizans
donanması hücum ederek Müslüman gemilerini kullanılmaz hale getirdi.[101] Bizans’ın
bu savaşta da en büyük savunma silahları Rum ateşi oldu. Bizans askerleri Arap donanmasının
arasına dalarak yiyecek ihtiyacını karşılayan erzak gemilerini bu silahla ateşe
veriyorlardı.[102]
Denizdeki kayıpların yanında karadan yapılan taarruzların da muhkem surlar
karşısında netice vermemesi üzerine Müslümanlar takviye kuvvet gelinceye kadar muhasaraya
ara verdiler. Ancak o yıl (H.98/M.717) kışın uzun ve şiddetli yaşanması, erzak
gemilerinin de Rumlar tarafından imha edilmiş olması Arap askerlerin çok
sıkıntı çekmelerine ve büyük zayiat vermelerine sebep oldu.[103]
Müslümanlar kuşatmayı kaldırmadılar, ancak gerekli yardımı alamamaları
sebebiyle kışı açlık ve sefalet içerisinde geçirmek zorunda kaldılar.[104]
Hicretin 99. (M.718) yılının ilkbaharında Mısır
donanması Arap muhasaracıların beklediği yardımı getirdi. Yaklaşık 300 gemilik
erzak İstanbul’a ulaştı. Fakat Müslüman donanma içinde bulunan Hıristiyan
tayfalar isyan edip ele geçirdikleri gemilerle Bizans kralı III. Leon’a
(M.717-741) ulaşarak muhasaracı donanmanın yerini haber vermeleri üzerine Arap
gemileri Rum ateşi destekli Bizans saldırılarına maruz kaldı. Rum ateşinden
kaynaklanan yangınlarda birçok gemi battı. Sağlam kalanları ise Bizanslıların
eline geçti.[105] Rumların
denizden gerçekleştirdikleri saldırılara ilave olarak Mesleme’nin idaresindeki
kara birlikleri Bulgarların; ona yardıma gelen Amr b. Kays idaresindeki
askerler de Slavların saldırısına uğradı.[106]
Böylece Araplar aynı anda hem Bizans, hem Bulgar hem de Sırplara karşı savaşmak
zorunda kaldılar. Bu olumsuz gelişmelere rağmen başkomutan Mesleme halifenin
kesin emri gereğince muhasarayı devam ettirdi. Fakat Hicretin 99. yılında (M.717-718)
Süleyman b. Abdülmelik’in vefatının ardından Emevî halifesi olan Ömer b.
Abdülaziz’den (H.99-101/M.717-720)[107]
geri dönülmesi emrinin gelmesi üzerine kuşatmaya son verildi.[108] Bu
şekilde bir yıldan fazla süren büyük İstanbul kuşatması da neticesiz kalmış oldu.[109] Sefer
dönüşünde Müslümanlar hem düşman saldırıları, hem de tabiî felaketler sebebiyle
pek çok kayıp verdiler. Sonuçta muhasaracı askerler sadece beş gemi ile
Suriye’ye dönebildiler.[110] Bundan dolayı Süleyman b. Abdülmelik zamanında
gerçekleştirilen İstanbul’un fethi teşebbüsü Arap fetih tarihinin en büyük
başarısızlıklarından biri olarak kabul edilir.
Süleyman b. Abdülmelik dönemindeki İstanbul
muhasarası esnasında Mesleme b. Abdülmelik tarafından burada bir cami
yaptırıldığı tarih kaynaklarında yer almaktadır. Bu konuda ilk bilgi veren
müellif ünlü coğrafya bilgini Mukaddesî’dir. Ona göre Arap komutanın talebiyle
Bizans İmparatoru elindeki Arap esirlerinin ibadet etmeleri için sarayın
karşısında bir bina inşa ettirmiştir.[111]
Mesleme Camii olarak isimlendirilen bu mekanın varlığı sadece Müslüman alimler
değil, Bizanslı tarihçiler tarafından da tescil edilmiştir. Nitekim Constantinus
Porphyrganetos (M.913-959) İstanbul’daki Müslümanlara ait olan bu mescidin
Mesleme’nin talebi üzerine Praetorium’da yapıldığını zikreder.[112]
Ömer b.
Abdülaziz’in kısa süre halifeliği, Emevîler döneminde (H.99-101/M.717-720) bir
sosyal barış ve toplumsal restorasyon süreci olarak değerlendirilir. En geniş
sınırlarına ulaşmış olmasına rağmen devletin iç bünyesinde büyük problemlerin
bulunduğunu ve kısa vadede çözülmediği takdirde bunların yakın zamanda
bölünmeye ve ülkenin çöküşüne sebebiyet vereceğini düşünen halife, göreve
gelmesiyle birlikte dahilî politikaya yönelerek devletin toplumsal temellerini
sağlamlaştırmaya ve iç bünyede meydana gelen
dağınıklığı gidermeye müteveccih adımlar atmaya başlamış, bu amaçla öncelikle
askerî faaliyetleri durdurmuştur. Yeni politikanın bir sonucu olarak Hicretin 99.
yılında (M.717-718) Süleyman b. Abdülmelik’in başlatmış olduğu İstanbul
muhasarasına son verilmiştir.[113]
Emevîler
devletinin son büyük halifesi kabul edilen Hişam b. Abdülmelik (H.
105-125/M.724-743) seleflerinin başlatmış olduğu Anadolu’yu hedef alan askerî
faaliyetleri devam ettirdi. Bu amaçla göreve gelmesinin ikinci yılından itibaren
(H.107/M.725-726) Rum topraklarına ordu sevk etmeye başladı. İlk olarak Muaviye
b. Hişam, Meymûn b. Mihrân ve Mesleme b. Abdülmelik komutasındaki ordular Rum
sınırını aştılar.[114] Bir
sonraki yıl Mesleme b. Abdülmelik Kayseri’yi ele geçirirken, İbrahim b. Hişam Anadolu’da
önemli birkaç Rum kalesini fethetti.[115] Bunlardan
başka Müslüman ordular Konya, Kemah, Kayseri, Malatya Niksar, Çankırı ve Ankara
şehirlerine kadar ulaşan seferlere imza attılar. Halife ele geçirdiği bazı
Anadolu şehirlerine sınırlı sayıda Arap kabilelerini yerleştirmek suretiyle
bölgede İslâmlaşma faaliyetini gerçekleştirmeye çalıştı.[116] Bu
dönemde karadaki başarılı neticelere rağmen İstanbul’u hedef alan yeni bir
sefer yapılamamış, Arap orduları batı hattında ancak İznik’e kadar
ulaşabilmişlerdir.[117] Arapların
Hişam b. Abdülmelik zamanındaki bu taarruzları her ne kadar Bizans’ı belli
ölçüde sıkıntıyı düşürmüşse de, daha öncekilerle kıyaslandığında devletin varlığını
tehdit edecek boyutlara ulaşamamıştır.[118]
Hişam b.
Abdülmelik’ten sonra Anadolu’da Arap-Bizans mücadelesi uzun bir duraklama
dönemine girmiştir. Zira Emevîler devleti bu tarihten itibaren sürekli olarak
iç problemlerle, özellikle de ülkenin her tarafına yayılmış olan kabile
savaşlarıyla boğuşmak zorunda kalmıştır. Diğer taraftan Horasan’da başlayan Abbâsî
ihtilali dikkatlerin ülkenin doğusuna kaymasına sebep olmuş, bu nedenle diğer
fetih hareketleriyle birlikte Anadolu seferleri de gündemden düşmüştür. Sonraki
tarihi süreçte Anadolu üzerindeki nüfuz mücadelesi Bizans ile Emevîlerin yerini
alan Abbâsîler arasında gerçekleşmiştir. Ancak Abbasîlerin Bizans ile
mücadelesi hiçbir zaman Emevîler dönemindeki boyut ve şiddetine ulaşamamıştır. Zira
İslâm devletinin başkenti Dimaşk’tan Bağdat’a nakledilmiş, ülkenin güç merkezi
Suriye’den Irak-İran hattına kaymıştır. Dolayısıyla Anadolu üzerindeki Bizans hâkimiyeti
Türklerin Anadolu’ya gelişlerine kadar devam etmiştir.
SONUÇ
İslâmiyet’ten önce Arapların Bizans’la
ilişkilerini milattan öne başlayan Arap-Roma münasebetinin bir devamı olarak
görmek mümkündür. Nitekim M.Ö IV. Asır ile M. 106 yılları arasında hüküm süren
ve başkentleri Petra olan Nabâtîler uzun bir süre Roma İmparatorluğu ile
aşılmaz Hicaz çölü arasında tampon bölgesi görevi yapmışlardır. Ancak daha bu
devlet İmparator Traianus (M. 98-117) tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Nabâtîlerden sonra M. Ö. I. yüzyılda Biladü’ş-Şam’da Tedmürlüler (Palmirliler)
devleti kurulmuştur. Ancak üç asır yaşayabilen Tedmürlülerin akıbeti de
Nabâtîlerden farklı olmamış; İmparator Orelyan (M.270-275) Kraliçe Zenubiye
üzerine yürüyerek başkent Tedmür’ü işgal etmiş ve bu devletin varlığına son
vermiştir.
Bizans İmparatorluğu’nun kurucusu kabul edilen
I. Konstantinos doğuda Araplar ve Sâsânîlerden gelebilecek saldırılara karşı
koyabilmek amacıyla sınır bölgesindeki Arap kabileler ile yeniden ilişki
kurmuş, o ve takipçileri burada küçük devletlerin teşekkülüne müsamaha
göstermişlerdir. Bu devletlerin en önemlisi ise Güney Arabistan’da Me’rib
Barajı’nın yıkılmasıyla kuzeye göç eden Araplar tarafından kurulan Gassânîlerdir.
Bu devlet Bizans’ın himayesiyle varlığını Emevîlerin doğuşuna kadar
sürdürmüştür.
Hicazlı Araplar ile Bizanslılar arasındaki ticarî
ilişkiler ise İslâm öncesi döneme ulaşır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sav)
kabilesine adını veren dedesi Hâşim, Rumlar ve Gassânîler ile Mekkeliler adına
bir ticaret anlaşması yapmıştır. İslâm tarihi kaynaklarında Hz. Peygamber’in
(sav) 12 yaşında iken amcası Ebû Talib’in de katıldığı bir ticaret kervanıyla
Medine-Dimaşk yolu üzerinde bulunan Busra’ya geldiği ve burada Bahira ismindeki
rahip ile görüştüğü kaydedilir.
İslâmiyet’in zuhurundan sonra Hicazlı Araplar
ile Bizans devleti arasındaki resmî ilişkiler Hz. Peygamber’in (sav) davet
mektuplarıyla başlar. Allah Rasûlü (sav) Hicrî 8. yılın başında (M. 629) Dıhye
b. Halife el-Kelbî’yi Bizans İmparatoru’na, Hâris b. Umeyr’i Busra valisine
elçi olarak görevlendirmiş, Gassânî emirlerinden Şürahbîl b. Amr ise Medine’den
gelen elçiyi kendi topraklarından geçerken tutuklayıp öldürmüştür. Allah Rasûlü
(sav) buna karşılık Zeyd b. Hârise komutasındaki bir orduyu kuzeye doğru
harekete geçirmiştir. Müslümanlar ile Bizans ilk defa Mûte’de karşı karşıya
gelmişlerdir. Bu hadiseden bir yıl sonra Hz. Peygamber’in (sav) ordusu
Medine-Şam yolu üzerinde bulunan Tebük’e kadar ilerleyip burada 20 gün kalmak
suretiyle Bizans İmparatorluğu’na karşı açıkça meydan okumuştur. Rumların
burada Müslüman Araplara karşı çıkmamış olması, Bizans’ın Arap Yarımadası’nın
kuzey tarafında yer alan bölgeleri Araplara terk ettiklerinin bir işaretidir.
Nitekim bu hadiseden sonra ne Bizanslılar, ne de bölgede onların müttefiki
Araplar Müslümanlar üzerine herhangi bir askerî faaliyet
gerçekleştirebilmişlerdir.
İslâm tarihinde Hulefâ-i Râşidîn dönemi
İslâmiyet’in Arap Yarımadası dışına hızla yayılmaya başladığı ve Bizans’ın uzun
yıllar Sâsânîlere karşı korumaya çalıştığı toprakların Müslümanların eline
geçtiği dönemi temsil eder. Bizans bu zaman zarfında Arap taarruzlarına
mukavemet güçlü bir gösterememiş, kısa süre içinde Filistin, Suriye, Mısır ve
Kuzey Afrika’nın tamamından çekilmek zorunda kalmıştır. Sonuçta Şam bölgesinde
Dimaşk, Kudüs, Busra, Hama, Humus gibi önemli merkezler Müslümanların eline
geçmiştir. Aynı anda Hz. Ömer tarafından Şam valiliğine getirilen Muaviye b.
Ebû Süyfan Anadolu topraklarına düzenli seferler başlatmıştır. Onun
faaliyetleri Hz. Osman’ın halifeliği esnasında daha da etkin hale gelmiş, Arap
orduları Antakya, Tarsus ve Malatya’ya kadar ulaşmışlardır. Ayrıca doğu
Akdeniz’deki en önemli stratejik merkez olan Kıbrıs adası Muaviye tarafından
fethedilmiştir. Hz. Ali’nin halifeliğe gelmesinden sonra meydana gelen iç problemler sebebiyle sekteye uğramış
fetih faaliyetleri Muaviye’nin Müslümanların siyasî birliğini sağlamasından
sonra yeniden başlamıştır. Onun halifeliği dönemindeki seferler yaz ve
kış olmak üzere yılda iki defa gerçekleştirilmiştir.
Müslüman
Araplar, Suriye ve Mezopotamya topraklarında hızla ilerleyip buraları hızla
Araplaşmasını sağlamışlardır. Aynı askerî hareketlilik Anadolu’da da
gerçekleştirilmiş olmasına rağmen Emevîler bu coğrafyayı Araplaştırma
politikası takip etmemişlerdir. Ayrıca burada zaptettikleri büyük şehirlerde
tutunmak için büyük gayret sarf etmemişlerdir Anlaşıldığını kadarıyla coğrafya
ve tabiat şartlarının farklılığı sebebiyle Araplar özellikle aşılmaz Toros
dağlarının kuzey ve batı kısımlarına yerleşmeyi, buraları kendilerine yurt
edinmeyi düşünmemişlerdir.
Muaviye
döneminde gerçekleştirilen Anadolu seferlerinin en önemlisi İstanbul’un fethi
girişimidir. İlk kuşatmada istenilen netice alınamayınca Hicretin (H.54/M.674)
yılı baharında yeni bir hücum gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta mühim başarılar
elde edilmişse de asıl hedefe ulaşılamamıştır. Bunun sebebi ise Bizans’ın
elinde Rum ateşi olarak meşhur olan terkibi ve imali sadece kendileri
tarafından bilinen bir tür yanıcı ve patlayıcı maddeden meydana gelen çok güçlü
bir silahtı. Bu başarısız girişimden sonra Arap orduları (H.54-58/M.673-677)
yılları arasında Bizans üzerine seferlerini sürdürmüşler, ancak muhasara
sonunda yine netice alamamışlardır.
Emevîler devrinde Muaviye’den sonra ikinci defa dahilî istikrarı
sağlayan Abdülmelik b. Mervan (H.65-86/685-696) Hicretin 73. (M.692-693)
yılında Bizans’a karşı harekete geçti. Seferler sonucunda Maraş, Erzurum
ve günümüzde Tarsus şehri sınırları içinde yer
alan Massîsa fethedildi. Bu dönemdeki Anadolu seferler Muaviye dönemiyle
karşılaştırıldığında daha az etkilidir. Ancak Abdülmelik zamanındaki askerî
adımların, oğlu Velid ve daha sonraki dönemlerde gerçeklen Anadolu seferleri
için önemli bir hazırlık süreci olduğu unutulmamalıdır.
Velid b.
Abdülmelik döneminde (H.86-96/696-715) Emevîlerin Anadolu harekatı kesintisiz
devam etmiş, bu faaliyetler halifenin kardeşi Mesleme b. Abdülmelik baş komutasında yaklaşık
on yıl sürmüştür. Sonuçta Malatya
civarında bulunan üç kale alındı, Antakya, Tarsus, Amasya ve Ereğli Araplar tarafından fethedilmiştir.
Araplar
Emevîler devletinde Süleyman b. Abdülmelik döneminde (H.96-99/M.715-717) Bizans’ın
başkenti İstanbul’un fethine yeniden teşebbüs etmişlerdir. Hicretin 98.
(716-717) yılında Mesleme b. Abdülmelik komutasındaki ordu İstanbul’u muhasara
altına almıştır. Bu kuşatmada da Rumların Müslümanlara karşı en büyük kozları
yine Rum ateşi olmuş, Bizans askerleri Arap hareketini bununla felce
uğratmışlar ve gemilerini bu silahla kullanılmaz hale getirmişlerdir.
Dolayısıyla Süleyman b. Abdülmelik zamanında
gerçekleştirilen bu askerî harekât Arap fetih tarihinin en büyük
başarısızlıklarından biri kabul edilir.
Hişam b.
Abdülmelik (H. 105-125/M.724-743) zamanında da Bizans ile sıcak çatışmalar yaşandı.
İlk
olarak Arap orduları Muaviye b. Hişam ve Mesleme b. Abdülmelik kumandasında Rum
sınırını aştılar. Anadolu topraklarına saldırılar her yıl aralıksız devam etti,
ancak kalıcı başarı elde edilemedi. Hicretin 122 (M. 740) yılında (Afyon)
yakınında III. Leon’un oğlu Konstantinos’un ordusuyla karşı karşıya gelen
Müslümanlar ağır bir yenilgiye uğrayınca, Bizans kendi açısından Anadolu’da
ciddî bir Arap tehdidinden kurtulmuş oldu.
Hişam b.
Abdülmelik’ten sonra Anadolu’da Arap-Bizans mücadelesi duraklama dönemine
girmiştir. Zira Emevîler bu tarihten itibaren sürekli olarak iç problemlerle
ilgilenmek zorunda kalmışlardır. Bu nedenle Arapların Anadolu seferleri
gündemden düşmüştür. Bu devletin yıkılmasından sonra da Anadolu üzerinde nüfuz
mücadelesi Bizans ile Abbâsîler arasında gerçekleşmiştir. Ancak başkentlerini
daha doğuya taşımaları sebebiyle Abbâsîler’in Bizans ile mücadelesi ancak
asgarî düzeyde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla Anadolu üzerindeki Bizans kontrolü
Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu fetihlerine kadar devam etmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
ALGÜL,
Hüseyin, “Ebû Eyyûb el-Ensarî”, DİA, X, 124.
AVCI,
Casim, İslâm Bizans İlişkileri, İstanbul 2003.
AYCAN,
İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye
b. Ebû Süfyan, Ankara 1990; Aycan, İrfan-İbrahim Sarıçam, Emevîler, Ankara 1993.
AZİMLİ,
Mehmet, “Mesleme b. Abdülmelik ve Fütûhatı”, Dicle ÜİFD, sy.2, Diyarbakır 2000.
BAILLY,
Auguste, Bizans Tarihi, I-II, (çev.
Haluk Şaman), İstanbul ts., (Tercüman 1001Temel Eser).
BELÂZÜRÎ, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir
(279/892), Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem,
1963; Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enîs et-Tabbâ-Ömer Enîs
et-Tabbâ), Beyrut 1987.
CANARD,
Marius, “Tarih ve Efsaneye Göre
Arapların İstanbul Seferleri”, (çev. İsmail Hami Danişmend), İstanbul
Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1956.
CEVAD ALİ, el-Mufassa fî Tarihi’-Arab
Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993.
CRESWELL,
K.A. Cameron, “The Legend that al-Walid Asked for and Obtained Help from the
Byzantine Emperior”, JRAS, 1956/3-4.
ÇAĞATAY, Neşet, İslâm Öncesi Arap
Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1957.
CHEIKHO, Louis, en-Nasrâniyye ve Âdâbuhâ
beyne’l-Arabi’l-Câhiliyye, Beyrut 1989.
DİNEVERÎ, Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvûd (282/895), el-Ahbâru’t-Tıvâl,
(nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam).
ESLEM, Muhammed, “Emir Muaviye’nin Halifeliği Sırasında İstanbul’a Düzenlenen İlk
Seferler”, I. Uluslararası İstanbul’un Fethi Sempozyumu, İstanbul
1996.
GRABAR,
Oleg, “Islamic Art And Byzantium”, DOP 18, (1964).
GÜNALTAY, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve
Dinleri, (sad. M. Mahfuz Söylemez-Mustafa Hizmetli), Ankara 1997.
GIBB, Hamilton, A.R., İslâm Medeniyeti
Üzerine Araştırmalar, (çev. Komisyon), İstanbul 1991, s. 61-77
HALÎFE B. HAYYÂT, Ebû Amr eş-Şeybânî (240/854),
Tarih, (thk. Züheyl Zekkâr), Beyrut 1993.
HATTÂB, Mahmud Şit, Mesleme b. Abdülmelik b. Mervan, Dımaşk 1985; “Şimali Afrika’nın
Fetih Kahramanları”, (çev. Osman Öztürk), Belleten,
33/129, Ankara 1969.
HITTI, Philip, History of Syria, London
1951; Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi,
(çev. Salih Tuğ), I-V, İstanbul 1980.
HONIGMANN, Ernst, Bizans Devletinin Doğu
Sınırı, (çev. Fikret Işıltan), İstanbul 1970.
İBN ABDİLBER, İbn Ömer
Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (463/1071), el-İstî‘âb fî Ma‘riteti’l-Ashâb, I-IV,
Kâhire ts. (Dâru Nehdati Mısr).
İBN ABDİLHAKEM, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b.
Abdillah (257/870), Futûhu Mısr ve
Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991.
İBN ABDİRABBİH, Ebû Ömer b. Ahmed b. Muhammed (327/939), Kitabu Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965.
İBN
ASÂKİR, Ebu’l-Kâsım Sikâtüddin Ali b. Hasan, Tarihu Medineti Dımaşk,
(thk, Ali Şîrî), I-LXXVIII, Beyrut 1997.
İBN HAVKAL, Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Havkal
el-Bağdâdî (367/977), Kitabu Sîreti Arz,
Leyden 1967.
İBN HİŞAM, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî
(218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.
İBN HURDAZBİH, Ebu’l-Kasım Ubeydullah b.
Abdillah (280/893), Kitabu’l-Mesâlik
ve’l-Memâlik, Leyden 1967.
İBN İSHÂK, Ebû Bekir b. Muhammed (151/768), Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981.
İBN KESÎR, Ebû’l-Fidâ İsmail (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad
ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr).
İBN
KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (276/889), Uyûnu’l-Ahbâr, I-IV,
Mısır 1952; Kitabu’l-Meârif, Beyrut
1970.
İBN SA’D, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim
(230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
İBN TAGRİBERDÎ, Ebu’l-Mehasin Cemalüddin Yusuf
(874/469), en-Nücûmu’z-Zahire fi Mülûki
Mısr ve’l-Kahire, I-XXII, Kahire 1929.
İBNÜ'L-CEVZÎ,
Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Ali (597/1201), el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII,
Beyrut 1992.
İBNÜ'L-ESÎR,
İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630-1232), el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986.
KAZVİNÎ,
Zekeriyya b. Muhammed b. Mahmud el-Kazvinî (682/1283), Âsâru’l-Bilâd veAhbâru’l-‘İbâd, Beyrut ts. (Dâru’s-Sâdır).
KILIÇ,
Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001.
MAKDİSÎ,
Ebû Zeyd Ahmed b. Sehl (350/966), Ahsenü’t-Tekâsîm, (nşr. M.J. de Goje),
Leiden 1877.
MAKRIZÎ, Takıyyüddin Ahmed (845/1442), Hıtat, I-II, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
MANTRAN, Robert, İstanbul Tarihi, (çev. Teoman Tunçdoğan), İstanbul 2001.
MES'ÛDÎ,
Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956), Mürûcü'z-Zeheb,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964.
MUHAMMED HUDARÎ BEY, ed-Devletü’l-Emevîyye, (thk. Şeyh Muhammed Osmanî), Beyrut 1986.
NÜVEYRÎ, Şihabüddin Ahmed b. Abdülvahhab
(733/1332), Nihayetü’l-Ereb fî
Fünûni’l-Edeb, I-XXVII, Kâhire ts., (Dâru’l-Kütüb).
OSTROGORSKY, G., Bizans
Devleti Tarihi, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995.
ÖZTÜRK,
Necdet, “Fetih Öncesi İstanbul
Kuşatmaları”, İstanbul Armağanı, I-III, Fetih ve Fatih, İstanbul
1995.
SEMHÛDÎ,
Ebu’l-Hasen Nureddin Abi b. Abdullah b. Ahmed (911/1506) Vefâu’l-Vefâ,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd), Beyrut 1997
STRATOS,
Andreas N., Byzantium in The Seventh Century (A.D. 602-711), I-V,
(trc.M.O.Grant-H.T.Hoinides), Amsterdam 1968-1980.
SUYÛTÎ, Celalüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr
(911/1505), Tarihu’l-Hulefâ, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Kahire 1975.
TABERÎ, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922),
Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).
UÇAR, Şahin, Anadolu’da İslâm-Bizans
Mücadelesi, İstanbul 1990; “Müslümanların
İstanbul’u Fethetmek İçin Yaptıkları İlk Üç Muhasara”, Selçuk
Üniversitesi Selçuk Dergisi, Konya 1986, sayı 1.
VÂKIDÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer
(207/823), Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984.
VASILIEV, A., Bizans İmparatorluğu Tarihi, (çev. A.M. Mansel), Ankara 1943;
“Byzantium and Islam”, Byzantium An Introduction to East Roman Civilization (ed.
N.H. Baynes-L.B. Moss), Oxford 1948.
YA‘KÛBÎ,
Ahmed b. Ebî Ya‘kûb el-Abbâsî, (284/897), Tarih, I-II, Beyrut 1960.
YÂKÛT
EL-HAMEVÎ, Şihabüddin Yakut b. Abdullah (626/1229), Mu‘cemu’l-Buldân,
I-V, Beyrut 1975.
YAZICI, Talib, “Emeviyye Camii”, DİA,
XI, 108.
YİĞİT,
İsmail, “Emevîler Zamanında Gerçekleşen İstanbul Seferleri”, 2. Uluslararası İstanbul’un Fethi
Konferansı, İstanbul 1997.
ZEYDAN, Corci , el-Arab
Kable’l-İslâm, (thk. Hüseyin Munis), Kahire ts.
[1] Cevad Ali, el-Mufassa
fî Tarihi’-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, II, 68-72, 600-627.
[2] Cevad Ali, el-Mufassal, III, 5-76; Zeydan, Corci, el-Arab
Kable’l-İslâm, (thk. Hüseyin Munis), Kahire ts., s. 81-97. Geniş bilgi için
bk. Çağatay, Neş’et, İslâm Öncesi Arap Tarihi, Ankara 1957, s. 33-36.
[3] Zeydan,
Corci, el-Arab Kable’l-İslâm, s. 98-108; Cevad Ali, el-Mufassal, III, 76-155; Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi,
s. 37-51.
[4] Cevad Ali, el-Mufassal,
II, 626-629.
[5] Hitti, K., Philip,
Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi,
(çev. Salih Tuğ), I-V, İstanbul 1980, I, 118-123; Günaltay, Şemseddin, İslâm
Öncesi Araplar ve Dinleri, (sad. M. Mahfuz Söylemez-Mustafa Hizmetli),
Ankara 1997, s. 44-46.
[6] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye,
(thk. Mustafa
es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 147; İbn
Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 75-76; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk.
Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 59.
[7] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 143, 148; Belâzürî, Ensâb, I, 59.
[8] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 144-145; Belâzürî, Ensâb, I, 64-65.
[9] İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s.
53-55; İbn Hişâm, es-Sîre, I,
191-195; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I,
120-121; Belâzürî, Ensâb, I, 85,
96-97.
[10] İbn Hişâm, es-Sîre, I, 199; İbn Sa‘d, et-Tabakât,
I, 130.
[11] İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 254-255; İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 259-291.
[12] Vâkıdî, Kitabü’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, Meğâzî, II, 755-756; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 128.
[13] Buhârî, Cihâd
7, 183; Vâkıdî, Meğâzî, II, 756-763;
İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 22-23; İbn
Sa‘d, et-Tabakât, II, 128-129.
[14] Vâkıdî, Meğâzî, II, 770-771; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 131.
[15] Vâkıdî, Meğâzî, III, 990-991; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 159; İbn Sa‘d, et-Tabakât,
II, 165.
[16] Vâkıdî, Meğâzî, III, 1002; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 162.
[17] Vâkıdî, Meğâzî, III, 1015.
[18] Vâkıdî, Meğâzî, III, 1025-1047; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 169-170; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 166; Belâzürî, Futûh,
s. 79-85.
[19] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enîs
et-Tabbâ-Ömer Enîs et-Tabbâ), Beyrut 1987, s.156-157; Taberî, Tarihu’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl
İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), III, 417-419; İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil
fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, II,
286-287; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts.
(Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), VII, 31-32.
[20] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 186; Taberî, Tarih, III, 603; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 344.
[21] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s.188-189; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 3347-350.
[22] İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif, Beyrut 1970, s.150;
Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s.191-192;
Ya‘kûbî, Tarih, I-II, Beyrut 1960, II, 150, Taberî, Tarih, III, 603-605; IV, 62;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 346, 392;
İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 79.
[23] İbn Abdilhakem,
Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk.
Charles Torrey), Kahire 1991, s. 69-70; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 301; Nuveyrî, Nihâyetü’l-Ereb fî Fünûni’l-Edeb, I-XXVII, Kâhire ts., (Dâru’l-Kütüb), XIX, 290; Makrızî, Hıtat, I-II, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 290-293; İbn Tagriberdî, en-Nücûmu’z-Zahire fi Mülûki Mısr ve’l-Kahire, I-XXII, Kahire 1929,
I, 21-22
[24] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 159-164, 165, 178-179, 190-192, 192-193; Ya‘kûbî, Tarih, II, 140,
150; Taberî, Tarih, III, 604,
IV, 62, 396-397; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 193-194, 282; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 7-8, 20-21.
[25] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 192; Ya‘kûbî, Tarih, II, 150; Taberî, Tarih, IV, 62.
[26] Ammorion, İç
Batı Anadolu’da bugün harabe halinde kalan ve Emirdağ’ın 17 km . kadar doğusunda,
Hamzacalı ve Hisar köyleri arasında bulunan eski bir yerleşim merkezidir. İbn
Hurdazbih, Kitabu’l-Mesâlik ve’l-Memâlik,
Leyden 1967, s.101, 106, 107, 109, 113, 253, 258; İbn Havkal, Kitabu Sîreti Arz, Leyden 1967, Kitabu Sîreti Arz,s. 129.
[27] Taberî, Tarih, IV, 250; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 44; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 123.
[28] Taberî, Tarih, IV, 250; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 44; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 151.
[29] Taberî, Tarih,IV, 317; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ),
I-XVIII, Beyrut 1992, V, 40; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 68-69.
[30] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 245.
[31] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s.208; Taberî, Tarih, IV, 260-261.
[32] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 208.
[33] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 208-210; Taberî, Tarih, IV, 260-261; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 48; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 153.
[34] Seferin H.29 (M.649),
H.33 (M.654) te olduğunu nakleden rivayetler için bk. Taberî, Tarih, IV, 259; Suyûtî, Tarihu’l-Hulefâ, (thk. Muhammed
Ebu’l-Fadl İbrahim), Kahire 1975, s. 171.
[35] Taberî, Tarih,IV, 259; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 48.
[36] Akka, Eski
Atik’in Hacco (Akko), Yunanlılar’ın Ptolemais, Fransızlar’ın Acre dedikleri
günümüzde Filistin’in batısında yer alan bir sahil şehridir. Yâkût el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, I-V,
Beyrut 1975, IV, 143-144.
[37] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 98; Belâzürî,
Futûhu’l-Buldân, s. 208-209;
Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts.
(Dâru’l-Erkam), el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 131; Ya‘kûbî, Tarih, II, 166; Taberî, Tarih, IV, 262-263; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 48; İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 153.
[38] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 239; Taberî, Tarih, V, 172.
[39] Taberî, Tarih,
V, 172; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 193.
[40] Muhammed Hudari
Bey, Muhadaratü
Tarihi’l-Ümemi’l-İslâmiyye ed-Devletü’l-Emevîyye, (thk. Şeyh Muhammed
Osmanî), Beyrut 1986, s. 441. Seferlerin sebepleri hakkında bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s.
48-49
[41] Honigmann,
Ernst, Bizans Devletinin Doğu Sınırı, (çev. Fikret Işıltan), İstanbul
1970, s. 1, 36-39.
[42] İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 201, 209; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 24, 27.
[43] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 239-240; Taberî, Tarih, V, 181,
212, 227, 229; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, V, 217, 220, 223-224.
[44] Taberî, Tarih, V, 232; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 224; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 227; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 32.
[45] Halife b.
Hayyat, Tarih, s. 211; Ya‘kûbî, Tarih, II, 240; Taberî, Tarih, 234.
[46] Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 51. İlk İstanbul
seferinin tarihi hakkında farklı değerlendirmeler için bk. Uçar, Şahin, “Müslümanların İstanbul’u Fethetmek İçin
Yaptıkları İlk Üç Muhasara”, Selçuk Üniversitesi Selçuk Dergisi, Konya
1986, sayı 1, s. 69; Eslem, Muhammed, “Emir
Muaviye’nin Halifeliği Sırasında İstanbul’a Düzenlenen İlk Seferler”, I.
Uluslararası İstanbul’un Fethi Sempozyumu, İstanbul 1996, s. 25.
[47] Taberî, Tarih, V, 234; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 227.
[48] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 159; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 32.
[49] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 33; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 32. İbnü’l-Esîr, Ebû Eyyûb’un kuşatmanın ilk
yılında şehit olduğunu kabul eder. İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, III, 228.
[50] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 485; İbn Abdirabbih, Kitabu’l- Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire
1965, IV, 368; İbn Abdilberr, el-İstîâb
fî Ma‘rifeti’l-Ashâb, I-IV, Kahire ts., (Dâru Nehdati Mısr), IV, 1606-1607;
Kazvinî, Âsâru’l-Bilâd ve Ahbâru’l-‘İbâd,
Beyrut ts., (Dâru Sâdır), s. 606; Canard, Marius, “Tarih ve Efsaneye Göre Arapların İstanbul Seferleri”, (çev. İsmail
Hami Danişmend), İstanbul Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1956, s. 219;
Öztürk, Necdet, “Fetih Öncesi İstanbul
Kuşatmaları”, İstanbul Armağanı, I-III, Fetih ve Fatih, İstanbul 1995;
Eslem, Muhammed, “Emir Muaviye’nin
Halifeliği Sırasında İstanbul’a Düzenlenen İlk Seferler”, s. 26-27; Algül,
Hüseyin, “Ebû Eyyûb el-Ensarî”, DİA,
X, 124.
[51] Taberî, Tarih, V, 234; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 228, 248.
[52] Ostrogorsky,
Georg, Bizans Devleti Tarihi, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1995, s.
115; Aycan, İrfan-İbrahim Sarıçam, Emevîler,
Ankara 1993, s. 22-23.
[53] Ya‘kûbî, Tarih, II, 240; Taberî, Tarih, V, 253, 287, 301; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
V, 249, 255, 278; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
III, 226-227, 233, 244; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 45, 58.
[54] Ostrogorsky, G., Bizans
Devleti, s. 115.
[55] Uçar, Şahin, Anadolu’da İslâm-Bizans Mücadelesi, İstanbul 1990, s. 83-85.
[56] Taberî, Tarih,
V, 288.
[57] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 330; Taberî, Tarih, V, 288;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 244; İbn
Kesîr, el-Bidâye, VIII, 61.
[58] Ostrogorsky, G., Bizans
Devleti, s. 115.
[59] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 330.
[60] Grek mimar
Kallinikos tarafından icat edilen, terkibi ve imali sadece Bizanslılar
tarafından bilinen bir tür yanıcı ve patlayıcı maddedir. (bk. Ostrogorsky, G., Bizans Devleti, s. 116). Rum ateşi karaya ve gemi üzerine
yerleştirilen mancınıklarla düşmanlara karşı düştüğü yerde suyun bile
söndüremediği büyük yangınlar çıkaran patlayıcı maddeler yağdırmaktadır. Bu, Bizans kuvvetlerinin ellerinde bulunan en
etkili ve en korkunç silahtı. Bailly, Auguste, Bizans Tarihi, I-II, (çev. Haluk Şaman), İstanbul ts., Tercüman
1001 Temel Eser, s. 139.
[61] Vasiliev, A., Bizans İmparatorluğu Tarihi, (çev. A.M.
Mansel), Ankara 1943, s. 272.
[62] Taberî, Tarih, V, 293, 299, 301, 308, 309;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 248, 249,
253, 254; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 78.
[63] Taberî, Tarih, V, 315; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 253; İbn Kesîr, el-Bidâye,
VIII, 81-82, 94.
[64] Taberî, Tarih, V, 309.
[65] Ostrogorsky,
G., Bizans Devleti, s. 116; Bailly,
A., Bizans Tarihi, s. 139; Öztürk,
Necdet, “Fetih Öncesi İstanbul
Kuşatmaları”, s. 39; Mantran, Robert, İstanbul
Tarihi, (çev. Teoman Tunçdoğan), İstanbul 2001, s. 66; Yiğit, İsmail, “Emevîler Zamanında Gerçekleşen İstanbul
Seferleri”, Uluslar arası İstanbul’un Fethi Konferansı, İstanbul 1997, s.
53.
[66] Mesudî, Mürûcü’z-Zeheb,
I, 329; Stratos, Andreas N., Byzantium in The Seventh Century (A.D.
602-711), I-V, (trc. M.O.Grant-H.T.Hoinides), Amsterdam 1968-1980, III, 188.
[67] Taberî, Tarih, V, 315, 322; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 94.
[68] Muaviye dönemi
Bizans seferleri için bk. Aycan, İrfan, Muaviye b. Ebî Süfyan, Ankara
1990, s. 255-260; Uçar, Şahin, Anadoluda İslâm-Bizans Mücadelesi, s. 76-89;
Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 65.
[69] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 217-223; Stratos, Byzantium, IV, 48.
[70] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, s. 266; Taberî, Tarih, VI, 202; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 33; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 7.
[71] Halîfe b. Hayyât,
Tarih, s. 204, 215; İbü’l-Cevzî, el-Muntazam, VI, 203; İbn Kesîr,
el-Bidâye, IX, 27.
[72] Abdülmelik
dönemi Anadolu seferleri ve komutanları hakkında bk. Ya‘kûbî, Tarih, II,
281-282.
[73] Yâkut
el-Hamevî, Mu‘cemu’l-Buldân, V,
144-145.
[74] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 225; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 225-226;
Taberî, Tarih, VI, 385.
[75] Abdülmelik
dönemi Anadolu seferleri hakkında bk. Uçar, Şahin, İslâm-Bizans Mücadelesi, s. 92-104.
[76] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
IV,106-107.
[77] Ya‘kûbî, II,
317-318; Taberî, VI, 426, 429, 434, 436, 439, 441, 454, 468-469, 522-523,
530-532, 553, 555; İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Sikâtüddin Ali b. Hasan, Tarihu
Medineti Dimaşk, (thk, Ali Şîrî), I-LXXVIII, Beyrut 1997, LVIII, 30-33,
36-38. Hattâb, Mahmud Şit, Mesleme b.
Abdülmelik b. Mervan, Dımeşk 1985; Azimli, Mehmet, “Mesleme b. Abdülmelik
ve Fütûhatı”, Dicle ÜİFD, sy.2,
Diyarbakır 2000, s. 85-103.
[78] Taberî, Tarih, VI, 426, 429; İbü’l-Cevzî, el-Muntazam,
VI, 271-272, 283, 289, 294.
[79] Belâzurî, Futûhu’l-Buldân, s. 266; Taberî, Tarih, VI, 429, 434, 439, 442, 454, 468,
469, 483, 492; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam,
VI, 283, VII, 27; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
IV, 108, 110, 116, 119, 129, 131, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 74-75, 77, 83, 84.
[80] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 211; Taberî, Tarih,
VI, 468; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil,
IV,129.
[81] İbü’l-Cevzî, el-Muntazam,
VI, 317; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV,
129, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX,
95, 174.
[82] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 135.
[83] Velid b.
Abdülmelik dönemi Anadolu fetihleri için bk. Halîfe b. Hayyât, Tarih, s.
234-235, 249; Ya‘kûbî, Tarih, II, 291-292. Ayrıca bk. Uçar, Şahin, Anadolu’da
İslâm-Bizans Mücadelesi, s. 104-108.
[84] İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr,
I-IV, Kahire 1963, I, 199.
[85] Dineverî,
el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 326.
[86] Ya’kûbî, Tarih,
II, 284.
[87] Taberî, Tarih,
VI, 436.
[88] Makdisî, Ahsenü’t-Tekâsîm,
(nşr. M.J. de Goje), Leiden 1877, s. 158.
[89] Yâkût
el-Hamevî, Mu’cemu’l-Buldân, V, 102-103.
[90] Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd), Beyrut 1997, II, 518-519.
[91] Bu konuda geniş
bilgi ve değerlendirmeler için bk. Gibb, Hamilton, A.R., İslâm Medeniyeti
Üzerine Araştırmalar, (çev. Komisyon), İstanbul 1991, s. 61-77. Yazıcı, Talib, “Emevîyye Camii”, DİA,
XI, 108.
[92] Creswell, “The
Legend that al-Walid Asked for and Obtained Help from the Byzantine Emperior”, JRAS,
1956/3-4, s. 143-144.
[93] Hitti, Philip, History
of Syria, London 1951, s. 515.
[94] Vasiliev,
Alexander A., “Byzantium and Islam”, Byzantium An Introduction to East Roman
Civilization (ed. N.H. Baynes-L.B. Moss), Oxford 1948, s. 318.
[95] Grabar, Oleg,
“Islamic Art And Byzantium”, DOP 18, (1964), s. 82; Cheikho, Louis, en-Nasrâniyye
ve Âdâbuhâ beyne’l-Arabi’l-Câhiliyye, Beyrut 1989.
[96] Bu konuda bilgi
ve değerlendirmeler için bk. Avcı, Casim, İslâm Bizans İlişkileri,
İstanbul 2003, s. 210-217.
[97] Taberî, Tarih, VI, 495.
[98] Taberî, Tarih, VI, 523, 530-531; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 24, 26; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 167-170.
[99] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 299; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, V,
27; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX,
167-170, 174; Ostrogorsky, G., Bizans
Devleti, s. 145.
[100] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 146-147; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 167-170.
[101] Uçar, Şahin, İslâm Bizans Mücadelesi, s. 114 (Lebeau,
Histoire du Bas Empire, XII, (nşr. M. St. Martin, Paris 1824-1836, s. 116’dan).
[102] Ostrogorsky, G.,
Bizans Devleti, s. 145-146.
[103] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 299; Taberî, Tarih, VI, 531; İbn
Kesîr, el-Bidâye, IX, 174, 184;
Canard, Marius, “Tarih ve Efsaneye Göre
Araplar’ın İstanbul Seferleri”, s. 226.
[104] Bailly, A., Bizans Tarihi, s. 158; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, II, 322; Aycan-Sarıçam, Emevîler, s. 71.
[105] Canard, Marius, İstanbul Seferleri, s. 226; Uçar, Şahin,
İslâm-Bizans Mücadelesi, s. 113-116;
Öztürk, Necdet, s. 40; Yiğit, İsmail, “Emevîler
Zamanında Gerçekleşen İstanbul Seferleri”, 2, s. 56.
[106] Ya‘kûbî, Tarih,
II, 299; Ostrogorsky, G., Bizans Devleti, s. 146; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, s. 322; Uçar, Şahin, Anadolu’da
İslâm-Bizans Mücadelesi, s. 108-119.
[107] Ömer b.
Abdülaziz’in İstanbul muhasarasını kaldırması, onun askeri faaliyetlerin en alt
düzeye indirilmesi politikasının bir sonucudur.
Zira halife göreve gelir gelmez gerek doğuda, gerekse batıdaki askerî
seferlere son verilmesini istemiş, uzak beldelerdeki askerî garnizonların geri
çekilmesini, yine uzak şehirlere yerleştirilmiş Arapların da merkeze yakın eski
Arap şehirlerine iskan edilmesini emretmiştir. Mesela halife bir Bizans
taarruzundan çekindiği için halk istememesine rağmen Darende’de bulunan
Müslümanları Şam’a daha yakın mevkide olan üstelik harap vaziyetteki Malatya’ya
yerleştirmiştir. (bk. Belâzurî, Futuhu’l-Buldân, s. 262).
[108] Taberî, Tarih, VI, 546, 553; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 151, 155; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 174, 184.
[109] Ostroagorsky,
G., Bizans Devleti, s. 146.
[110] Canard, Marius, İstanbul Seferleri, s. 226; Bailly, A., Bizans Tarihi, s. 158; Hitti, Philip, İslâm Tarihi, II, 322. Süleyman b. Abdülmelik dönemindeki İstanbul
kuşatması hakkında bk. Uçar, Şahin, İslâm-Bizans
Mücadelesi, s. 108-118.
[111] Mukaddesî, Ahsenü’t-Tekâsim, Leiden 1967, s. 147;
İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 174.
[112] Canard, Marius,
s. 233; Öztürk, Necdet, “Fetih Öncesi
İstanbul Kuşatmaları”, s. 40;
Caminin daha sonraki dönemdeki siyasî ilişkilerde oynadığı rol için bk.
Yiğit, İsmail, “Emevîler Zamanında
Gerçekleşen İstanbul Seferleri”, s. 61.
[113] Taberî, Tarih, VI, 546, 553; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 151, 155; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 174, 184.
[114] Halîfe b.
Hayyât, Tarih, s. 264; Ya‘kûbî, Tarih, II,
328-329; Taberî, Tarih, VII, 40; İbü’l-Cevzî, el-Muntazam, VII,
117.
[115] Taberî, Tarih,
VII, 43; İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 256.
[116] Ya‘kûbî, Tarih, II,
328-329; Taberî, Tarih,
VII, 40, 43, 46, 54, 67, 88, 90, 92-93, 99, 113, 139; İbü’l-Cevzî, el-Muntazam, VII, 121, 131, 143. Hişam b. Abdülmelik (105-125/724-743) dönemi Bizans seferleri için bk.
Atçeken, İsmail Hakkı, Devlet Geleneği
Açısında Hişam b. Abdülmelik, Ankara 2001, s. 176-183; Avcı, Casim, İslâm-Bizans İlişkileri, s. 69-87.
[117] İbü’l-Cevzî, el-Muntazam,
VII, 159, 164, 169, 174, 176, 192. Bailly, A., Bizans Tarihi, s. 159; Uçar, Şahin, Anadolu’da İslâm-Bizans
Mücadelesi, s. 120-125;
Aycan-Sarıçam, Emevîler, s. 85.
[118] Ostrogorsky,
G., Bizans
Devleti, s. 146.
0 yorum:
Yorum Gönder